Yanı sıra, “Batı” da bizden haz etmiyor. Kendi liderlerinin şahsında “vücut dillerinden” olumsuz duygularını yansıtıyorlar.
Batı kamuoyu, emperyalist amaçlarla insan hayatının çok ucuzlatıldığı Müslüman coğrafyalarındaki dramları samimi olarak dert etmedi.
Kendi metropollerinde teröre kurban giden günahsız sivillere yönelik duyarlılığın onda birini Halep’te, Afganistan’da patlayan bombalarda hayatlarını yitiren insanlara göstermedi.
Şimdilerde, zülfü yare dokunmaya başlayan gelişmeler nedeniyle, kendilerini adeta Müslüman dünyadan tecrit etmek istiyorlar.
Ülkemiz özelinde de hep araya bir “buzlu cam” koyma çabaları, her bir ferdimiz tarafından hissediliyor.
“Efendim, uluslararası ilişkilerde duygulara yer yoktur, menfaatler belirleyicidir.”
Bu klişe, sesini çıkartmasa da Türk insanına yaralayıcı geliyor, vefasızlık hissi uyandırıyor ve anlaşılmaz bulunuyor.
Hani FETÖ’yü aşırı dayanışmacı bir dini cemaat olarak değerlendirirken, meselenin çok daha vahim olduğunu idrak etmeye başladık.Ancak, darbe girişimini sadece cemaatle sınırlı görmek çok da mantıklı değil. En azından Orgeneral seviyesinde tutuklamalar olduğuna göre, 65 yaş sınırındaki bu insanların baştan beri cemaatçi olmaları makul görünmüyor.Yani, sanki eski ihtilal refleksleri ile hareket eden bir kısım rütbeli, Cemaatçiler ile ittifak yapmışlar gibi... Bakalım, şu anda “toz bulutu” kalkmış durumda. Her yorumumuz eksik olabilir. Bu sebeple sağlıklı değerlendirmeleri zamana bırakmakta fayda var.
----
Mazi olmalı cami-kışla çekişmesi
TÜRKİYE siyaseti iki ana damara yaslanır.
Çetin Altan bu ikileme kısaca “Cami-Kışla” der.
Her iki kanatın da özelliği, saf halleriyle, paylaşımcı olmamaları.
Yani “demokrasi” bu anlayışlara uygun değil.
Papa, üçüncü Vatikan Konseyi sonrasında, kilisenin geleceğini tartışmaya açarak, mevcut Katolik doktrin ve dogmaların yeniden tanımladığını ifade etti.
Açık söyleyelim Katolik Hristiyanlık bambaşka bir “yenilenme” içinde.
Papa; dinin doğrularının zamanla gelişip, değişeceğinden söz ederek, “Tanrı da bizim gibi gelişiyor ve değişiyor, çünkü o içimizde ve kalplerimizde yaşıyor. ‘İncil’ çok güzel bir kutsal kitap, fakat diğer tüm büyük ve eski yapıtlar gibi onun da eskiyen bölümleri var” diyor ve devam ediyor:
“Hatta bazı bölümler hoşgörüsüzlüğe ve yargılamaya çağırıyor. Sevgi ve doğruluk mesajının aksine, bu mısraları sonradan eklemeler olarak görmenin vakti geldi. Aksi takdirde bu fikirlerin kutsal kitaptan çıktığı sanılacaktır” diyerek adeta vitesi yükseltiyor.
En önemli vurgusu da Tanrı’nın bir Yargıç olmadığı, insanların dostu ve affedicisi olduğu, şeklinde...
“Tanrı insanları dışlamaz, ancak ve ancak affeder, Adem ve Havva’da olduğu gibi cehennem de bir araçtır ve yalnız kalmış ruhun yansımasıdır. Bu ruh da tüm ruhlar gibi Tanrı’nın affedileceğine sığınacaktır.”
Bu tespitler sonrasında kilise ile ilgili bir özeleştiri de yapan Papa, “Geçmişte kilise, ahlaksız ve günahkar olanlara çok sert davrandı. Artık yargılamıyoruz, affedici bir baba gibi çocuklarımızı asla dışlamıyoruz. Kilisemiz homoseksüeller ya da kürtaj yanlıları için de yeterince büyük, kapımız komünistlere bile açık” diyerek, gelecekte “Kadın Papa” özlemini ifade ederek konuşmasını tamamlıyor.
Sözlerinin ana fikri, “donanımsız insanlara eşit oy hakkı verilmemeli” şeklindeydi.
Bakınız, “insan” denen varlık milyonlarca yıllık evrimin sonunda ulaşılan bir “mükemmellik”.
Dolayısıyla “algı kapasitesi” itibariyle, eğitimli olmak, “biyolojik makine” nezdinde çok da önemli değildir.
Nitekim Shakespeare’in tüm birikimiyle “olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu” tiradındaki derinliğin sıradan bir Anadolu kasabasında “ya herro ya merro” denilerek “aynı yetkinlikte” yakalanıyor olması, asla şaşırtıcı değildir.
Yani insan denen varlık, anlamaz gözükse de saf hallerde rol kesse de en münevverinden çok da geride değildir.
Dolayısıyla, mevzu, kendi menfaatini koruyup kollamak olunca, önceliklerini inanılmaz bir maharet ile bulup çıkartır.
Peki, menfaatlerini hangi kriterlere göre tespit eder?
Tabii ki, “rant histerisine” kurban edilmesin.
Ancak bu hassasiyet, “taş üstüne taş konulmasın”, “yetersiz mevcut” rehabilite edilmesin anlamında olmamalı.
Aziz Kocaoğlu’nun başkanlığının üçüncü dönemini yaşıyoruz.
Kendi ifadesi ile “olgunluk” dönemini idrak ediyoruz.
Bu sebepten pek çok proje “start” almış durumda.
Üstelik Buğra Gökçe gibi teknisyen niteliği gelişmiş, fevkalade becerikli bir bürokratın da konforuna sahip.
Ancak, onların da İzmir’i sevdiğinden şüphemiz olmayan bazı meslek odaları yöneticileri ısrarla “istemezükçü” tavırlarını sürdürüyor.
Ancak ilk birkaç yıl pek çok konuda olumlu gelişmeler yaşandı.
Sanki AK Parti ile başlayan süreç demokrasinin tabanını genişletiyordu.
Askeri vesayet geriletiliyor, komşularla bahar havası yaşanıyor, Alevi Çalıştayları düzenleniyor, çingeneler baştacı ediliyor, ekonomide büyüme rekorları kırılıyor, AB ile ilişkiler yüksek tempo kazanıyor...
E yani, deyip, en katı “laikçi”lerimiz haricinde, oy versek de vermesek de daha bir toleransla bakar hale gelmiştik AK Pparti iktidarına.
Şimdi, 2016 yazındayız.
Hava tamamen değişti.
En başından beri “niyet sorgulaması” yaparak, kendilerince “kül yutmayanlar”, diğer deyişle “ben dememişmiydim”ciler maalesef şu aşamada haklı çıkmış gözüküyorlar.
Müslümanların iddiası hep bu oldu.
Ama pratik öyle tecelli etmiyor.
Uluslararası terör ile Müslüman terörist neredeyse özdeşleşti.
İnsanlık, bu dine, kendimizi aldatmayalım, ihtiyatlı ve tedirgin bakıyor.
“Efendim, bazı mensuplar yanlış yorumluyorlar.”
Bu izahat Müslümanların dışındaki dünyaya ikna edici gelmiyor.
Hani, en genelinden bir yaklaşım getirilirse “burjuva ahlakı” sorgulanır oldu.
Bu sebepten kitleler müesses nizam temsilcileri yerine, her neviden “marjinallere” yönelmeye, sahip oldukları “oy gücüyle” siyasi iktidarları değiştirmeye başladılar.
Şüphesiz insanlık yeni bir dünya arayışında kendi doğru mecrasını buluncaya kadar bir takım “yalpalamalar”dan geçecektir.
Bu anlamıyla Trump gibi, Berlusconi gibi sıkıntılı tipler bazı karambol şanslar yakalayabilirler. Ancak onun gibilerin bir “geçiş kazası” oldukları kısa sürede anlaşılacaktır.
Günün sonunda dünya; adaletli, paylaşımcı, özgürlükleri gerçek anlamda sahiplenen, samimi bir düzene ulaşmaya giderek kilitleniyor.
Hal böyle olunca “sosyalist değerler” tekrar toplumların gündemine gelmeye başladı.
Şüphesiz otokratik yönetim modellerinden arındırılmış, komünizmin hümanistik karakterini esas alan, özgürlükçü hedeflerden söz ediyoruz.