Dünya işlerinin rölantiye alınmasına sağlam bir gerekçedir. Bu sebeple zihinsel ve bedensel tatildir. Dolayısıyla tüm Müslümanlar Ramazan ayını sever.
Kan şekerinin en düşük olduğu noktada hep birlikte sofraya oturmak, iftar açmak, Teravi’ye gitmek, Sahur’a kalkmak, oruçluyken ağır ağır hareket etmek, kendine sinirlenmeyi yasaklamak, tünelin ucunda Bayram olacağını bilmek, sıcak pideler... Hakikaten, iman boyutun ötesinde sayılamayacak kadar hoşluklarla dolu bir aya girdik.
Dindar olun ya da olmayın, hatta başka dinin mensubu olun, bu neviden ritüeller, herkesin içine işlemiş bir “kültür”dür aslında. Geleneklerin barışçı bir hava içerisinde keyifle, hep beraber kutlanıyor olması, bu toplumun her bir ferdinin, esasında ne ölçüde birbirileri ile karışmış olduğunun göstergesidir. Her birimiz, istediğimiz kadar kendimizi haksızca “kirletmeye” çalışalım, asla bir-iki aidiyetle sınırlı değiliz. Bu coğrafyada yaşayan, kaderi bu topraklarda karılmış ve karılacak olan her kişi, kendisini bütünleyen bin bir bileşenin biçimlediği bir kişilik yapısını her bir hücresine sinmiş kültürel kodlarından alıyor zaten.
Bu sebeple, kendi dinine en mesafelenmiş gibi gözüken insan da, hayatını sadece dini kimliği üzerinden ifade etmeye niyetlenen de, kendilerine yükledikleri makyajları akıtacak bir hayat gerçeği ile yüz yüze kaldıklarında, hiç şüphe etmeyin, aralarındaki yapay köprüyü anında yıkarlar.
Kimse “çok kutuplaştık”, “gemilerimiz ortak iskelemizden ayrıldı” falan demesin. Bu ülke 70-80 yıllık ağır propagandanın etkisindeyken, bir depremle, Yunanistan’la nasıl yakınlaşmıştı. O meşum tarihten sonra ilişkiler önlenemez bir hızla giderek artıyor, insani mecrasına geri dönüyor.
Diyeceğimiz, devlet büyüklerinin sorunlu yaklaşımları bizlere telaşlar yaşatsa da, onların geçici, iç içe geçmişliğin kalıcı olduğundan lütfen emin olunuz.
KEMERALTI ÇUVALDIZI
Dünya görgüsü derin olan insanlar, özellikle Bilbao’daki Guggenheim Müzesi’ni ilginç mimari yapısı nedeniyle kente gelen turist sayısındaki artışa örneklendirirler.
Doğrudur, çoğu zaman çok ilginç bir bina, içinde ne olduğundan bağımsız ilgi odağı olabilir, simgesel bir çekim alanı oluşturabilir.
Ancak Bilbao gibi olmak için sadece benzer bir müzeye sahip olmanız yetmez.
Beraberinde; korunmuş tarihi dokunuz, yeme-içme kültüründe aldığınız mesafe, kentiniz yeşile boğulmuş olması, asırlık ağaçlarınız, onlarca meydanınız, kafeleriniz, güleryüzlü insanlarınız...
Listeye hiç zorlanmadan 100 ekleme daha yapabilirsiniz.
Bilbao, her medeni kent gibi nüfusu birkaç yüzbinle dengelenmiş.
Bizim gibi 3-5, hatta 15 milyon nüfuslu kentler maalesef, bırakın geliştirilmeyi, yönetilmesi bile imkansız hale geldi.
Önce Alaçatı ilgi çekti.
Bereket versin ki, sathi kültüre sahip necip halkımızım bu handikaplarını kanıtlarcasına hiçbir şekilde fark etmedikleri bu kasaba, tıpkı toprak altında kaldığı için korunmuş tarihi eserler gibi, en az bozulmuş haliyle bir anda keşfedildi.
Arkasından Alaçatı sahil şeridi, Çeşme, Ilıca, Reis Dere...
Tüm ilçe “yürü ya kulum” oldu.
Eski Çeşme, İzmir’in, hatta Alsancak sakinlerinin sayfiyesi idi.
Ilıca Şantiye Evleri’nin merkez olduğu, birbirini tanıyan birkaç bin kişinin okullar kapanıp Fuar açılıncaya kadar eşlerinin ve çocuklarının “hicret” ettiği, babaların yaz bekarı olarak haftanın üç günü Kordon’da demlendiği, hafta sonları Dalyan’da ailecek balık yemeğe gidildiği bir küçük dünyaydı Çeşme...
Dalyan balık lokantaları bir klasik olarak hala hayatlarına devam ediyorlar.
Ön şart; Sünni İslam olmanızdır. Görünürde farklı izlenim verebilirsiniz, önemli değildir. Derinlerde, temel tercihlerinizi belirleyen kritik kararlarda, hep bu “Sünni” gerçeklikle uyumlu olmak durumundasınız.
Bu çerçeveye İttihat Terakki de Cumhuriyet kadroları da ve hiç şüphesiz AK Parti de dahildir.
Yalnız, Sünni İslam, “saf doz” olarak kullanıldığında “yakıcı” bir ilaçtır. Öylesine dominanttır ki, patentin eski sahipleri tarafından anında “teslim” alınırsınız.
Oysa iktidar çift başlılığı kaldırmaz.
Bu sebepten keskin muhteva seyreltilmeye çalışılmıştır.
Gerek İttihatçılar gerekse Kemalistlerin, Sünni İslam’ın içine birkaç doz “Türkçülük” şırınga etmeleri, onlara kısmi bir “muhtariyet” temin etmiştir.
Onlar herkesten fazla bilirler ki, bu toprakların realitesi “din”dir.
Bu tabloyu net olarak görmeye başladık.
Toplumsal dokumuz; maalesef, hesap soran, sorgulayan, hakkını arayan, itiraz eden değil...
Biat eden, inanan, adalet bekleyen, büyüklerin işine karışmayan, fırsat bulduğunda tıpkı büyükleri gibi olmayı hayal eden bir kumaş.
Yani “eldeki malzeme” bu... 1919’da da şimdilerde de...
Buna rağmen, tepeden verilen, bahşedilen bir “batılı rüya”nın temellerini atmak istedi Cumhuriyet.
Bir nevi Müslüman mahallesinde salyangoz satmaya çalışıldı.
O, “Türkiye laiktir, laik kalacak” diyen lümpen kitlelere pek güvenmeyin.
Sosyalizm, hatta genel anlamda “sol”da da aynı eğilim var. Bu yüzden insanların bir “reçete”ye göre hareket etmelerini istemişlerdir. Oysa liberalizm ferdiyetçidir. Her koyun kendi bacağından asılır, müdahalesiz ekonomide sihirli bir el dengeyi sağlar... vs. Ancak vaat ettiği özgürlük (!) ortamından istifade etme konusunda becerikli değilseniz, bu defa “kör kuyularda merdivensiz kalma” durumları ortaya çıkıyor.
Bugün, gelişmiş denilen “Batı” da dahil, dünyanın her yerinde geleceklerinden beklentisi sınırlı kitlelerin sayıları giderek artıyor. Bunlar hayata karşı kırgın ve kızgınlar. Kendilerine gösterilen “havuç”lara artık inanmıyorlar. İşin en acısı, rahatlayacakları ve yaslanacakları hiçbir idealleri yok. Açık denizlerde yelkensiz kalmaları, kendilerini sürükleyecek bir hayallerinin olmayışı, bu insanları devamlı dibe çekiyor.
Lümpen Proletarya denilen, orta sınıf artığı, “bu da mı ofsayt hakem bey” bahanesine angaje milyonlarca insan, mutsuzluklarını daha yukarıdakilere yaygınlaştırmaya bileniyorlar. Egemenler demokrasisi artık onları kandıramıyor. Kapitalist erdemler “kaybedenler kulübünde” bir karşılık bulamıyor. Bilinçli bir itiraz, bir reddediş, taammüden kalitesizleşme, “bana yar edilmeyeni kimseye yar etmem” motivasyonu, bir “Ahlak kaosu”nu yol açıyor. Şimdilerde kimsenin anlayamadığı ve kontrol etmekte zorlandığı bir toplum dokusu 300 yıllık değerleri çatırdatıyor.
Başa dönersek;
Kapitalizm günün sonunda bir başarısızlık öyküsü görüntüsü veriyor. Üstelik, mutsuz pasif bireyler, yine mutsuz ama hırçın, isyankar, eskiyi sorgulamadan reddeden kitlelere dönüşüyor. Diyeceksiniz, din bu boşluğa çare olur mu? Hiç konuşmaya gerek yok. O pratik de başka bir tür çürümüşlük yarattı. İşid’den El Kaideye... lafı uzatmaya gerek yok, geçiniz...
Peki ya Sosyalizm? Galiba tek umut o.
Demokrasinin, refahın, bilginin, sanatın, estetiğin, iyi insan olmanın, özetle insanlığı taşıyacak kolonların yeniden inşasına bu ihtiyar dünyanın acil ihtiyacı var. Ne derdi Şeyh Bedrettin. “...Yar yanağından gayrı...”
Diğer bazı dinlerden farklı olarak detay bazda kurallarla bezenmiş.
Şüphesiz kimi belirlemeleri “indirildiği” dönemin problemlerinin çözümüne yöneliktir.
Örneğin kölelik kurumu ile ilgili düzenlemelerin bugünün dünyasında karşılığı kalmamıştır.
Esasında Kuran dahil, insanlığı, dinlerin verdiği “kristalize mesaj” ilgilendirir.
İyi insan olmanın kriterleridir bunlar.
Dolayısıyla, kutsal metinleri ve ona atfen oluşturulmuş külliyatı, her daim geçerli olan manevi kurallarını ön plana alarak değerlendirmek galiba 21. yüzyılda bir ihtiyaç olarak ortaya çıkıyor.
Bakınız, böyle bir dünya yok.
Gazeteci olayları tarafsız yansıtan ve objektif yorumlayan kişidir.
Bu durumun ötesinde, yüksek demokrasi standartlarının korunmasına dair “tanrısal bir vazifesi” yoktur.
Hani, hiç kimse “gazetecinin zürriyetine” güvenip onu “Don Kişot” konumuna sokmasın.