Taraflar öylesine bilenmiş durumda ki iktidarı teslim etmek de, teslim almak da bir “beka” sorunu gibi algılanıyor.
Bağlı olarak söylemler sertleşiyor, “idam, imha” lafları kolayından sarf ediliyor, demokrasinin naifliği kayboluyor.
Bakınız, bu denli ayrışmışsak o zaman zaten “bölünmüşüz” demektir. İşin tadı öylesine kaçmaya başladı ki, bu ortamda ne ekonomi kalır, ne huzur ve hatta ne de güvenlik. Kim kazanırsa seçim sonrasında birinci vazifeleri tansiyonu düşürmek olmalı. Tavırlar yumuşamaz, tırmandırılmaya devam edilirse “iç barış”, “kör değiliz”, sürdürülemez.
Ukrayna, Yugoslavya, Bosna, Sırbistan, Mısır, Suriye, Irak... Bulunduğumuz coğrafyanın yakın geçmişinde yaşananların memleketimizde de olmayacağını kim garanti edebilir? Her dakika, birbirimizin sinir uçlarına basarak, husumetlerimizi koyulaştırarak nereye varabiliriz?
Diyeceğimiz, “seçim” bile anlamını kaybediyor. Tarafların içine sindireceği, kabullenip sulh olacağı, birlikte ileriye bakacağı bir “çözüm aparatı” olmaktan süratle çıkıyor. Bu aşamada bir mucize silkinme ihtiyacı içindeyiz. Siyasetçilerimizin unuttukları bir başka tür “basiret”in ayağa kalkması gerekiyor. Kendi başlarına manifestolar yayınlayacakları yerde beraberce asgari mutabakatların oluşturulması icap ediyor.
Özetle; freni patlamış kamyonun durdurulması gerekiyor.
-----
Dejenerasyon
Ali Koç, Mahmut Özgener, Deniz Yücel, Trudeau, Macron, Pedro Sanchez...
Hani her zaman genç ve yakışıklıyı bulmak mümkün olmuyor.
Bu bileşime “zengin” olmayı da katarsanız, formül mükemmel hale geliyor.
Mamafih bazen sadece zengin olmak da yetiyor.
Berlusconi’den Trump’a, tüm “kart papazlar”ın bu anlamda önü hep açılmıştır.
Bizim “kronik mağlup” muhalefetimizin de iktidarın bileğini bükmesi için bahse konu başarı şifresine itibar etmesi beklenir.
Vicdanlı olmayı kendimize yasaklamıştık.
Romantik addedilmek istemiyorduk.
Kapitalizmin rasyonel soğukluğu solculuğumuzu hakir görüyordu.
Paylaşıma müdahaleye “verimsizlik” diye burun kıvıranlara ses çıkartamıyorduk...
Ama gördük ki, hayat onların vaat ettiği gibi yaşanmıyor.
Acımasız muktedirler düzeninde, diplerde kalıp boğuluyor insanlığımız.
Duygularımız, düşüncelerimiz, özgür nefeslerimiz kaale alınmıyor, değersizleştiriliyor...
Her seçimin kazananları ve kaybedenleri olur.
Problem, kaybedenin nasıl tepki vereceğinin kestirilememesi.
Diyelim, iktidar kazandı.
Ortalık toz duman olacak ve sandıkta hile yapıldığı iddia edilecektir.
Diyelim, muhalefet kazandı.
16 yıllık iktidar konforundan sonra, nasıl bir kabulleniş ve geri çekiliş yaşanır, tasavvuru dahi zor gözüküyor.
51. yılını idrak eden Vakfın İzmir Şubesi, gençlerin eğitimine yönelik bir burs fonu oluşturmak için kolları sıvamıştı.
Vakfın İzmir Şube Onursal Başkanı Salih Özen ve Şube Başkanı Gülnur Soybayraktar’ın özverili çabalarıyla bin 100 kişilik salon hınca hınç dolmuştu.
Etkinliğin sunuculuğunu, tamamen gönüllülük esasında Ömür Gedik üstlenmişti.
Gecenin yıldızları, artık gelenekselleşmeye başlayan TEV Korosu idi.
İzmir’in akıllı, güzel, zeki 60 kadını, aylar süren titiz çalışmalarıyla “ustalara saygı” konsepti ile izleyicileri yine kendilerinden geçirdi.
Tabii ki, bahse konu müzikal ziyafetin mimarı, koronun gözünden sakındığı çok sevgili Banu Köstem hocaları idi.
AK Parti’nin hedefi belli.
Başkanlık isteniyor, parlamento da kendi ittifaklarının çoğunluk sağlaması arzu ediliyor ve Mart 2019’da da yerel seçimlerin, özellikle de İstanbul ve Ankara’nın kazanılması hedefleniyor.
Yani, 16 yıllık bir iktidar için işlerinin kolay olmadığı ortada.
Muhalefet ise bahse konu üç unsurdan mümkünse tamamı, hiç olmaz ise bir-ikisini kendi lehine sonuçlandırmak istiyor.
Kısa dönemde hedef 24 Haziran.
Bu tarihte parlamento seçimleri belli olacak.
Yani, bunun ikinci turu yok.
Yatırım yapılabilir ülke seviyesinin üç kademe altında düşmüş durumdayız.
Yani, Dominik Cumhuriyeti, Makedonya, Vietnam, Bangladeş ve Brezilya ile aynı seviyeye geriledik.
Not düşüş gerekçesi, ekonomimizin “aşırı ısınması” olarak belirtiliyor.
Özel sektör uzunca bir süredir bir tedbirlenme anlayışı içindeydi.
Açıkça ekonomide en önemli çıpamız kamu finansman dengemizdir.
Ancak, 15 yıl içinde 6’ncı kez kamu borçlarının yapılandırılması ve vergi affı çıkartılınca devlet olma ciddiyetimizi sorgular olduk.
Pek çok yerde otokratik yönetimler giderek revaçta olmaya başladı.
Bizim ülkemiz de bu “trend”den hiç şüphesiz nasibini aldı, alıyor.
Zaten tarihi geçmişinden 1950’lere kadar “kuvvetler birliği” esasına göre bir yönetim geleneğine sahip ülkemiz, hani biraz da “fiili” bir anlayışla dümeni tekrardan “tek adam”lığa doğru kırmış gözüküyor.
Bu sistem “iyidir yada kötüdür” tartışmasını girilebilir.
Bildiğimiz, “kuvvetler ayrılığı” ilkesine göre yaşadığımız zamanlarda Demirel’den Özal’a hep bir “Başkanlık” sistemi özlemi ifade edilirdi.
Tabii ki, denge-denetim mekanizmalarının iyi işletildiği ABD’de de kuvvetler ayrılığı ile Başkanlık sistemi bir arada yürütülüyorsa da bizim bahse konu yöneticilerimizin “Başkanlık”tan muratları yargının ve yasamanın ayaklarına pek dolanmadığı bir model idi.