Her çocuklu ev gibi bizim evde de gün sabah 7.00 gibi başlıyor malum. Rüzgar odasından “anne gaktım, sen de bulaya del” diye bağırarak, hatta bazen haykırarak beni uyandırıyor. Olanca gücümle gülümsemeye çalışarak “Günaydın oğlum, hadi kalk” diyorum. İşte ilk itiraz o zaman geliyor. “Uyanmayacam” ya da “Kalkmayacam” diyor. “E o zaman uyumaya devam et” diyorum. “Uyku bitti, düneş doğdu, aydede ditti” yapıyor.
10 dakika kucağıma alabilmek için yalvarıyorum. 10 dakika banyodaki ördekler ya da diş macunuyla aklını çelerek başarıya ulaşıyorum. Elimizi, yüzümüzü, popomuzu yıkayıp, dişlerimizi fırçalayıp dönüyoruz. Bizimki seçtiğim kıyafetlere itiraz ediyor. Kazak çıkardığım gün hırka, askılık çıkardığım gün kemer istiyor. Çorabını kendi seçmezse büyük arıza çıkarıyor.
HAŞLADIYSAN SAHANDA SAHANDAYSA HAŞLAMA
Kahvaltıda da aynı aksilik devam ediyor. Yumurtayı sahanda yaptığımız gün haşlanmış istiyor tabii ki. Okul sonrası 13.00 gibi eve geldiğinde bir “uyumayacam” krizi daha yaşıyoruz. Uyku sonrası polemik konumuz ne oynayacağımız. Patron tabii ki o ama bu sefer oyun için paylaşım konusunda anlaşamıyoruz. Aslında Rüzgar’ın birlikte oynamayı istediği falan yok, o oynasın ben izleyeyim, yaptığı şeyleri bir futbol spikeri edasıyla ona anlatayım istiyor. Sorduğum uzmanlar bunun çok normal, anlatmamınsa çok sağlıklı olduğunu söylüyor.
Şaşıracaksınız ama akşam yemeği konusunda itirazı yok. Bunun ismi de anneanne mucizesi. Rüzgar’a bugün ne yiyeceksin diye sorduğumda “Anneanne ne yapmış” diyor. Yemek sonrası kaka faslı var. İlk sinyalleri aldığı anda “kakam geldi” diyor. “Hadi hemen tuvalete” diyorum. “Beze beze” diye karşılık veriyor. Ben panik oldukça o yüzünde tuhaf bir sırıtmayla “Beze dapcam” diyor. Sırf inat. Ne zaman ki biraz sakinleşip “sen bilirsin ama Rüzgar büyüdü ve artık asla beze kaka yapmıyor” diyorum, tutup elimden tuvalete götürüyor.
Tuvalet sonrası, popo yıkamaca, pijama giymece. Arabalı pijama, Pepee pijaması, ayılı pijama, Zoro pijaması... Hangisini istiyorsa onu giydirmemiz şart. Eğer kirliyse sepete ya da çamaşır makinesinin içine girip bakmak istiyor. Uyku konusundaki sorun, uyanmanınkiyle aynı. “Eee dapmayacam, daha aksam olmadı” tutturmaları en az 20 dakika. Hangi ninniyi isterse onu söylemen gerekiyor. Dandini arasında “e bebeğim” dersen yandın. Hemen “Yanlış söleme, dandini söle” diyor.
Yaaa işte bizim evde böyle bir muhalefet günler yaşanıyor. Paha biçilemez bir eğlence değil mi?
Çocuğunuz yaptığı resmi yesin
Sıradan bir cuma akşamı. Saat yedi civarı akşam yemeği için sofraya oturacağız. Mönü kıymalı yeşil mercimek, bulgur pilavı, çoban salata, yoğurt. Rüzgar’ın mercimekle ikinci imtihanı. İlkinde hiç de fena performans göstermediği için bu seferden de umutluyum. Anneannesinin yaptığı ve bayılarak yediği yoğurdu yem olarak sürdüm. Mama sandalyesinde yoğurdu görünce kolayca oturdu. Oturmasıyla öğürmesi bir oldu. Midesi boş olduğu için fazla bir şey çıkmadı ama çok korktu. O anki “Bana ne oldu şimdi” paniğini anlatamam! “Korkma annecim, bana da oluyor bazen” diyerek yatıştırmaya çalıştım. Yemeğe geri döndük. Ama ağzını bir kilitledi, pir kilitledi. Sonra 20 dakikada bir kusmaya başladı. Dördüncü kusmasından sonra köpüklü mide suyundan başka bir şey gelmiyordu ama devam ediyordu. Her kusmadan sonra kucağıma yatıyor, “Göbekim acıyor” diyor ve gözleri devrile devrile uykuya dalıyordu. İkinciden sonra doktorumuz Prof. Dr. Raif Üçsel’i aradım tabii. Önce mide bulantısı için bir şurup söyledi. Hemen aldırdık ama hiçbir işe yaramadı.
KANSER İLACI MI
Uykusundan öğürerek uyanıyordu ve kustuktan sonra attığı çığlık hâlâ kulaklarımda. Martıların çığlıkları gibi... Beşinciden sonra mı bilmiyorum, doktor bir başka ilaç daha yazdırdı ve kolay bulunmadığını söyledi. Bir saat aradık ama hiçbir nöbetçi eczanede yoktu. Meğer kanser hastalarında, kemoterapi sırasında görülen kusma ve bulantıları önlemek amaçlıymış. Ama son yıllarda mide-bağırsak enfeksiyonuna bağlı kusma atakları geçiren çocuklarda da çok işe yarıyormuş. Umutlarımız kesilmiş ve Rüzgar yedinci kez kusmuşken doktorumuz aradı. İlacı Kavacık’ta bir başka hastasında bulduğunu, tanıdık bir taksiyle yolladıklarını söyledi, ne kadar vereceğimi anlattı. Şifa, Ortaköy’e gelene kadar Rüzgar bir kere daha uyandı ve kustu. Dokuzuncuya ne sabrım ne gözyaşım kalmıştı. Gelir gelmez ilacı verdim ve çok şükür tık diye kesildi. Sabaha kadar yatağımda birlikte uyuduk. Ara ara uyandı, ‘anne’ diye sayıklayıp daldı ama çok şükür kusmadı. Uyandığında iyi ve enerjik görünüyordu. Ama konu yemeğe geldiğinde ağzını bile açmıyordu. Belli ki midesi hâlâ bulanıyordu. Hemen doktorun yolunu tuttuk. Bağırsaklarının hareketli olduğunu ve ishalin başlayabileceğini söyledi. Ve evet yine söylediği oldu.
DAMARI BULAMAYINCA
Cumartesiyi iki kusma, üç ishalle kapattık. Asıl kaka festivaliniyse pazar günü yaşadık. Arka arkaya 10 kere! İshallere, iki de kusma eşlik edince soluğu hastanede aldık. Kaka ve idrar tahlili derken sonuçta Rüzgar’ın norovirüs denilen bir zıkkımı kaptığı ortaya çıktı. Vücudunun çok su kaybettiği anlaşıldı ve bize nazik bir dille “Bu gece buradasınız” denildi. Serum takviyesi yapılması şarttı. Hemşireler alet edavatla içeri girdi. Bize beş dakika vermelerini istedim. Hastane odasını keşfetmeye çalışan Rüzgar’a başına gelecekleri anlatmaya çalıştım. Eline bir kelebek takacaklar, şu şişedeki suyu göbeğine taşıyacak ve ağrımayacak gibi şeyler uydurdum. Hemşireler gelince serinkanlıydı ama babası kol ve bacaklarını tutunca acılı işlemi hissedip ağlamaya başladı. Bağırmıyordu, gözünden yaş akıtıyordu. Aksi gibi hemşire de acemi çıkmasın mı? Bulamadı damarı bir türlü. 10 dakika uğraştı, sonra deneyimli bir hemşireyi çağırdı. “E be kadın, çocuğumuzun eli senin deneme tahtan mı” diye söylenmekse dedemize düşmüş, sonradan öğrendim. Deneyimli hemşire kelebeğimizi diğer ele iki dakikada taktı. Bir şişenin 10 saatte bittiğini, sonra ikinci şişenin takılacağını öğrendiğimde iyice çöktüm. Çünkü daha üçüncü dakikada elindeki hortumcukları çekiştirmeye başlamıştı bile. Onu oyalamak dikkatini başka tarafa çekmek için ne taklalar attığımı tahmin edemezsiniz. Çizgi filmdi, hastane yemeğiydi, şarkıydı, masaldı derken uyku saati geldi. “Anne koltuk altımı kaşı, anne bacakımı kaşı” yönlendirmelerine harfiyen uydum ve bir buçuk saatin sonunda başarıya ulaştım.
BİR SINAV ATLATTIK
Ömrümün en zor gecelerindendi. Uyuyakalacağım, serumu çekip koparacak diye ödüm patlıyordu. Gece dört gibi serum değişti, ikincisi takıldı. Neyse ki kazasız belasız sabahı ettik. 07.30 gibi Rüzgar’ın içindeki canavar uyandı. Nasıl enerjik nasıl neşeli... Kelebeğini ben değil hemşire çıkaracak, diye oyalamaya çalışıyorum ama ne fayda! Öğleni zor ettim. Öğlenki haşlanmış patatesleri sorunsuz yiyince eve gidebileceğimiz söylendi. Hastaneden taburcu olurken Rüzgar’ın zincirlerinden kurtulmuş çitadan bir farkı yoktu.
Her konu hakkında bir fikrinin olması bizim mesleğin en sevimsiz taraflarından biridir zaten. Kalabalık masaların en kıl olunan kişileri oluruz her zaman. Bendeki durum gitgide daha da vahim bir yere doğru gidiyor. Günde üç doktorla röportaj yapıyorum, haftada 15 ediyor. Her gün yeni bir şeyler öğreniyorum ve paylaşmadan duramıyorum. Affedin ama her zaman olduğu gibi sizi kurban seçiyorum. İşte en son öğrendiklerim:
- Bir yaş altı çocuğun annesinden en fazla iki gece ayrı kalabileceğini. İki yaş üstü çocukların bu süreyi bir haftaya kadar tolere edebileceğini. Ve 1-3 yaş arasındaki çocukların uyanık oldukların vakitlerin dörtte birini anneleriyle geçirmeleri gerekliliğini.
- Çocuklara beyin yedirmenin hiçbir yararının olmadığını hatta damarlı yapısından dolayı zararının olabileceğini. Sakatatların içinde en masumunun ciğer olduğunu. Haftada bir günle sınırlı kalmak kaydıyla ciğer verilebileceğini.
- Bağışıklık sisteminin güçlenmesi için yararlı bir çeşit ekmek mayası olan beta-glukan içeren ilaçların bir yaşın üstündeki çocuklara haftada birkaç gün, tabletleri kırıp çorbalarına karıştırmak suretiyle verilebileceğini.
- Uykuya geçmeden önce, uyumamak için sorduğu bütün sorulara göz teması kurmadan aynı sıkıcı cevabı (şimdi uyuyoruz, oyun sabaha) vermek gerekliliğini. Çünkü tuzağa düşüp verdiğimiz her normal cevabın, çocuğun beynini daha fazla çalıştırmasına yol açıp uykuya dalma vaktini geciktirdiğini.
- Çocuklarda gelişen tiklerin altında bir korkunun yattığını. Üzerine gidildiği, yapma, etme diye uyarıldığı zaman tiklerin kalıcı olduğunu.
EN ÖNEMLİSİ D VİTAMİNİ
- Albert Einstein’ın Asperger Sendromu’ndan mustarip olduğunu. Otizmin bir türü olan bu sendromun teşhisi konusunda ailelerin hep geç kaldığını. Çocukların ilkokul çağına kadar uzmana gösterilmeden “Bu çocuk da biraz garip, ama ne yapalım” diye evde bekletildiklerini. Sendromun en önemli belirtisinin muhakeme yeteneğinin olmaması, hayalgücündeki zayıflık ve takıntılı uzmanlık alanları olduğunu.
Modanın içine de annelik sıkıştırdım ya, korkun benden artık!
Ajda Pekkan for Twist koleksiyonunun ikinci sezonunun lansman yemeğindeyiz. Kadın ve moda dergilerinin genel yayın yönetmenleri, moda editörleri, birkaç köşe yazarı ve ben. Neşeli, canlı, uzun, ağırlığı kadın olan bir masa. Ajda Pekkan’ın tasarladığı, defalarca kendi üzerinde deneyip, giye çıkara son halini verdiği kıyafetlere hayranlıkla bakıyoruz. Kırmızı tuluma, yeşil parkaya, deri pantolona, tek omuz kazaklara, üzerinde Ajda’nın 70’li yıllara ait kocaman gözlüklü bir fotoğrafının olduğunu tişörte ölüyoruz. “Bana bunu ayırın”, “Bundan iki tane istiyorum”, “Hangi bedenleri var” gibi cümleler havada uçuşuyor.
Yemek boyunca moda konuşuluyor. Ajda, buram buram Ajda Pekkan kokan bu koleksiyonu nasıl yarattığını anlatıyor. Yemeğin sonuna gelince elime mikrofonu alıp, Pekkan’dan 10 dakika rica ediyorum. HTV’de yaptığım ‘Anne’ programı için sorular soracağım. Günümüz kadınları üzerindeki annelik baskısı hakkında ne düşündüğünü merak ediyorum. “Türkiye’de işler tuhaf bir yere doğru gidiyor sanki. ‘Kadınsan anne olmalısın, doğurmadıysan kadın değilsin’ gibi hastalıklı cümleler kurulur oldu. Bu bir zorunluluk değil bir seçim değil mi?” diye soruyorum.
Bakın nasıl cevaplıyor: “Her kadın anne olarak doğar. Annelik kadının doğasında var. Doğursa da doğurmasa da kadın demek anne demektir. İçindeki şefkati, anneliği bazen sevdiği erkeğe, bazen yakınlarına, bazen kedilerine, bazen de benim gibi şarkılara verir. Ben bu baskının çok yersiz ve çok ilkel olduğunu düşünüyorum. Bu bakış açısından bir an önce kurtulmalıyız. Bu konuda herkes kendini eğitmeli. Gerçekten anne olmak kadının tercihine bırakılmalı...”
DOĞURMASA DA KADIN ANNEDİR
Konuşması bittiğinde tüylerim diken diken oluyor. Adile Naşit şefkatiyle kemiklerini acıtarak sarılmak istiyorum. “Her kadın annedir, doğursa da doğurmasa da” cümlesini programımın mottosu yapmak istiyorum. Evet, Pekkan çocuk doğurmasa da annedir. Çocuğu ya da çocukları olsaydı bize bu kadar çok şey veremezdi belki, bu kadar üretken olamazdı. Bize, yüreğimize, beynimize bu kadar özenli, ince ve tek tek dokunamazdı. Kontrolsüzce ve bencilce dökülüyor cümleler ağzımdan. Bir ara yüzüne “İyi ki anne olmadınız, iyi ki bizim oldunuz” bile dedim galiba... Evet yaptım!
İsmi Barış Karayazgan. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Fakültesi’ni bitirdikten sonra doktora için Amerika’ya gitti. ‘Çocuk ve sanat’ konusunda uzmanlaştı, dönüp çocuk sanat merkezi, Pace Sanat Merkezi’ni kurdu. O gün bugündür her ne zaman sanat ve çocuk kelimeleri yan yana gelse üçüncü olarak adı söyleniyor.
12. İstanbul Bienali’nde çocuklarla ilgili bir atölye mi açılacak, o açıyor. Akbank Çağdaş Sanat Atölyesi’nde çocuklarla yaratıcı sanat çalışmaları mı yapılacak, o yapıyor. Yine Akbank ile oyuncak ve junior baskı uygulamalarını gerçekleştiriyor.
Pace Çocuk Sanat Merkezi’ndeyse 2-5, 5-10 gibi iki farklı grupta çocuklara hitap ediyor. 2-3 yaş derse aileleriyle katılıyor. Haftada bir buçuk saat eğlenceli ve yaratıcı sanat aktiviteleri sunuyor. Resim, heykel, mozaik, seramik, mobil heykel, takı, cam, boyama, kukla, dokuma ve duvar resimleriyle hayal dünyalarını zenginleştiriyor.
AMAÇ YARATICI BİREY
Ve bakın amacını nasıl anlatıyor: “Nasıl bir çita en hızlı koşan hayvansa, nasıl bir aslan en iyi avcıysa, dünyada çocuk da en iyi öğrenen. Ama okullarda tersi bir durum var. Öğretmen her şeyi biliyor, çocuk bilmiyor inanışı hâkim. Ya da sınıfta biri problemi çözüyorsa parmakla gösteriliyor. Alkışlanıyor. Geri kalan bütün çocuklar mahcup. Çocuğun en iyi öğrenci olabilmesi için rahat olması lazım. Otur, kalk, sus uyarılarını almaması lazım. Oysa sanat çocuğa kendi olabilme, kendi istediğini yapabilme şansı tanıyor. Alan çocuk bir anda vermeye başlıyor. Benim hedefim kesinlikle sanatçı yaratmak değil. Çünkü bunu bilemeyiz. Bizim ilk amacımız fiziksel aktiviteyi başlatmak. Ana amaç yaratıcı bireyler yetiştirmek. Büyüyünce ne olursa olsun yaratıcı bir insan olmasını sağlamak. Banka müdürüyse yaratıcı bir banka müdürü, gazeteciyse yaratıcı bir gazeteci olsun.”
HERKES SANAT YAPABİLİR
Karayazgan herkesin sanat yapabileceğini düşünüyor. “Çünkü buna ihtiyacımız var” diyor. Bunun da çocukken daha kolay öğrenilebileceğini savunuyor. Derslerin sonucuna değil içeriğine odaklanıyor: “Hiçbir zaman bu dersten sonra ne yapacaklarını hesaplamıyoruz. Bizim için yaparken yaşadıkları önemli. Dersler enerji dolu. Asla sessiz sakin değiliz. Çünkü çocuk sessiz sakin olamaz. 50 yaşına gelince olacak zaten. Bizimle ilk görüşmeye gelen çocukların önüne tuz-karabiber koyar, karıştır deriz. Gözleri büyür. Çünkü evde yasaktır onları ellemek. Sanat da çocukların genelde dokunamadıkları, duvarda duran tablolardan ibarettir. Bunu yıkmak amaçlı yaptığımız oyuncak heykel çalışmamız var mesela. Gazete, tutkal, su, koli bandı, gıda boyası kullanıyoruz. Çocuğa kendi oyuncağını yaratma şansı veriyoruz.”
AYAKKABI BAĞLAYAMAYAN ÇOCUKLAR
Vallahi de utanıyorum, billahi de utanıyorum ama durum böyle. Çocuğu rutin doktor kontrollerinin dışında ne göz doktoruna götürdüm ne de diş doktoruna. Son altı aydır da bunun ağırlığıyla yaşıyorum ama bir türlü fırsat bulamıyorum.
Geçen hafta şeytanın bacağını kırıp diş doktorunun yolunu tuttuk. Gitmeden önce Rüzgar’ı bir güzel hazırladım. Diş doktorunun tatlı bir abi olduğunu, ışıklı bir koltuğa oturup ağzını ‘aaaa’ diye açınca işlemin tamamlanacağımı söyledim.
Akaretler’deki Klinik 32’nin kapısından girer girmez, her önüne gelene doktorunu sormaya başladı. Ama ne sormak! Arka arkaya hiç durmadan dohtor abii, dohtor abii. Besbelli karşısına nasıl birinin çıkacağını çok merak ediyordu. 20 dakika beklemenin ardından dohtor abi geldi. Gerçekten de abiydi. Ilgaz Özer 1984 doğumlu, 2007’de Yeditepe Üniversitesi Ortodonti Anabilim Dalı’ndan mezun olmuş. Hâlâ aynı bölümde araştırma görevlisi. Aileden diş hekimi. Babasıyla Türkiye’nin ilk özel diş hastanesini (Dentist ıstanbul) kurup bir süre çalıştıktan sonra, tek başına Klinik 32’yi yaratmış.
SÜT DİŞLERİNİ İHMAL ETMEYİN
Çocuklarda ilk diş kontrolünü ve beklentimizin ne olması gerektiğini şöyle anlatıyor: “ılk diş hekimi muayenesi ilk süt dişinin çıkmasıyla birlikte, en geç 1 yaşından itibaren yapılmalı. ılk muayene genellikle bir tanışma seansıdır. Çocuğun ortama alışması için yapılır.”
Bizde de öyle oldu. Bir yıl geç gitmemize rağmen ilk muayenede tanıştılar. Dişçi koltuğunun ve masasının hünerlerini keşfettiler. Birlikte dişlerini saydılar. Allah’tan bir eksiklik ya da bir tuhaflık yoktu. Rüzgar’ın sağlıklı dişlere sahip olması için yapmam gerekenleri öğrenerek ve eldivenden balonlarla ayrıldık. ılerleyen günlerde Ilgaz Bey’den daha geniş bilgi istedim. ışte bir çocuğun sağlıklı dişlere sahip olması için yapılması gerekenler:
“Bebeğin ağzında ilk süt dişlerinin çıkmasından itibaren, beslenme sonrası temiz bir tülbent veya gazlı bezle diş ve diş etlerini temizlenmeli. Bir yaşından itibaren yaşına uygun diş fırçalarıyla ve macunla çocuğun dişleri fırçalanmalı, bu alışkanlık kazandırılmalı. Floridli diş macunları iki yaşından önce önermiyoruz. Çünkü çocuk macunu yutabilir. 6 yaşa kadar da düşük floridli macunlar önerilir. Çünkü fazlası dişlerin rengini sarartabilir. Dişlerin her gün aynı saatte, sabah ve akşam günde iki kez fırçalanması yeterli. Bazı ebeveynlerin yanlış düşündüğü çok önemli bir konu var. Süt dişleri nasıl olsa değişecek, düşüncesiyle bakımın ihmal edilmesi. Süt dişlerindeki çürük veya kayıplar yerlerine gelecek daimi dişlerin sürmesi veya pozisyonlarıyla ilgili sorunlar yaratır. Bunlar da ileride tedavisi uzun ve sancılı olabilecek ortodontik bozukluklara sebep olur. Bu nedenle süt dişlerinin bakımı ihmal edilmemeli. Bir başka yanlışsa çocukları biberonla uyutma alışkanlığı. Bu alışkanlık biberon çürüğü adlı erken dönem süt dişi çürüklerine oluş sebep olur. Süte bal veya şeker eklenmemeli. Yalancı emzik de bal, şeker veya diğer tatlandırıcılara batırılmamalı. Parmak emme doğuştan gelir, 2-2.5 yaşına kadar normal karşılanır. Uzun dönem parmak emme veya yalancı emzik kullanımı ileride iskeletsel deformitlere sebep olabilir. En geç 4-5.5 yaşlarında bırakılmalı.”
Benim babam İzmirli. Kökleri Yugoslavya’ya Usturumca’ya dayanıyor. Atatürk’ün gözlerine benzettiği çakır gözlerini, buğday tenini oralardan almış. Annem Urfa, Halfetili. Orada doğmuş ama iki yaşındayken İstanbul’a gelmiş. Anneannem tanıdığım en güçlü kadınlardan biriydi. Kendisine şiddet uygulayan dedemle iki küçük kızıyla İstanbul gibi kaotik bir şehirde yalnız kalma pahasına boşanabilmişti. Çocukluğumda tam bir hanımağaydı. Otobüs işlemeciliği, TIR taşımacılığı falan yaptığını, üstü açık Amerikan otomobillere bindiğini hatırlıyorum. Tabii ki şoförlü. Okuma-yazması olmadığı için ehliyet alamamıştı ki!
Sarışın, mavi gözlü, endamlı, çok güzel bir kadındı. Kürtçe bilmezdi. Babası küçük yaşta öldüğü için annemlerin sorduğu “Anne bizde Kürtlük var mı?” sorusunu tam yanıtlayamazdı. Kürtçe konuşan akrabalar vardı ama köken olarak Kürt müydük, Türk müydük, Arap mıydık tam anlamıyla hiç bilemedik. Zaten bu durumu pek de önemsemedik.
Ne fark ederdi ki Kürt, Türk olmak, Urfalıydık ezelden işte. Aynıydık. Hepimiz içliköfteye tapar, mırra sever, gelinin üzerine altın kordon sarar, ölünün arkasından ağıt yakar, Şeker Bayramı’ndan önce toplaşır yuvalama yuvarlardık. Konuşulan dil farklı olsa da dilimizin dönüşü aynıydı. Kürtçe bilmeyen aile büyüklerimin r’lerin söyleyemeyişinin, gırtlak yapılarının namesinin, Kürtçe konuşanlardan hiçbir farkı yoktu.
Çok geç değil, ortaokul yıllarımda öğrendim bir farkı olduğunu ya da olması gerektiğini. Yani en azından birimizin diğerinden ayrıştırılmaya çalışıldığını. Tesadüf bu ya, Urfalı üç erkek kardeş üniversite okumak için İstanbul’a gelip, anneannemin üst katına taşınmıştı. Sinan Abi ve şimdi isimlerini hatırlayamadığım kardeşleri... Ağa çocuklarıydılar ve anadilleri Kürtçeydi. Sinan Abi hukuk okuyordu. Ortanca eczacılık, üçüncüyü vallahi hatırlamıyorum.
Hemen kaynaştık. Anne özlemlerini anneannemde giderdiler. Onun yemekleriyle doydular, şefkatiyle ısındılar. Beni kardeşleri bildiler, derslerime yardımcı oldular. Sinan Abi kafamdan büyük hukuk kitaplarından fırsat bulduğunda beni çalıştırırdı.
Ama en unutamadığım şey okulda yaşadığı sorunlar... Kürt diye başına gelenler... Gözaltına alındığı, terörist damgası yediği zamanlar. Öfkesi, hazmedememesi, “Ben de bu ülkenin insanıyım, ne olursa olsun öteki olmayacağım” diye masaya vurduğu yumruk!
Ve şimdi ülkenin geldiği durum. Kanlı terör, lanet terör, kör olasıca terör! Kuzey Irak’tan Türkiye’ye sızan 200 PKK’lı terörist Hakkâri Çukurca’da 8 ayrı askeri noktaya eşzamanlı saldırılar düzenledi. Salı gecesi çıkan çatışmalarda 24 askerimiz şehit oldu, 18’i yaralandı.
YA OĞLUM OLURSA