Sibel Arna

Rüzgar ve yüzündeki tırnak izi

15 Ekim 2011
Çocuğunuzun yanağında üç tane tırnak izi var. “Panik olma” cümlesinden sonra, panik olmamayı becerebilenler bunu nasıl yaptıklarını açıklayabilir mi?

Ben malum hafta içi her gün 09.00-10.30 canlı yayın yaptığım, program bitiminde de ya gazeteye ya da röportajlara koşturduğum için Rüzgar’ı yuvaya bırakamıyorum. Bırakma ve alma görevini babası yerine getiriyor. Her sabah birlikte gidip öğlen 13.00 gibi yine birlikte dönüyorlar. Pazartesi tam okuldan çıkacakları saatte telefonum çaldı. Selim... Şöyle diyor: “Rüzgar bir sınıf arkadaşıyla paylaşım sorunu yaşamış. Arkadaşı oyuncağı elinden almak isterken, Rüzgar’ın yanağına üç tane tırnak geçirivermiş. Yüzünde çizikler var. Görünce panik olma!”
Söylemesi kolay, oracıkta bayılıyordum valla. Gazetedeydim, Şermin’le (Terzi) yemeğe iniyorduk. Allah’tan o deneyimli anne. 11 yaşında, Nisan adında dünyanın en cool çocuğu olduğuna isteyenle istediğine iddiaya girebileceğim bir kızı var. Beni hemen sakinleştirdi. Birkaç tane “Olacak bunlar, çok normal” savurdu. Tırnak ve derinliği konusunda teoriler üretmeye başladığımı görünce “Kendine gel” diye azarladı.
Zor oldu ama geldim. Ama geçici bir süreliğine... Eve doğru yaklaşırken endişelerim tavan yaptı. Neyle karşılaşacağımı bilememek huzursuz etti, sinsi kurtçuklar içimi kemirdikçe kemirdi.

İKİ GÜN SONRA DÜŞTÜ

Gerçekten hiç kolay değil. Beni amatör anneler anlar. Ancak beş-on kere olduktan sonra derim kalınlaşır, belki alışırım diye düşünüyorum. Eve vardım, zili çaldım, kapıyı her zamanki gibi Rüzgar açtı. Yüzüne baktığım an rahatladım. Çünkü gerçekten abartılacak bir şey yoktu. “Annem n’oldu senin yüzüne?” dedim. Elini yüzüne götürdü ve “Mete, Mete” diye yapan arkadaşının adını söylemeye başladı. Tam konuşamadığı, anlatamadığı için heyecanlandı da üstelik. Yatıştırdım. Mete’nin çok iyi bir arkadaş olduğunu söyledim, konuyu kapattık.
Konuyu kapattık kapatmasına ama ben günümü gördüm. “Bu tip şeylere alışmak deneyim meselesi” diye atıp tutuyordum ya, çarşamba günü çıkış saati Selim yine aradı. “Rüzgar düşmüş, çenesini yere sürtmüş, çok ufak bir yara” dedi. “Oldu tamam” deyip kapattım ve ilkine kıyasla çok daha minik bir endişe yaşadım.
Özetle bugüne kadar hep anaokulunun olumlu özelliklerini yazdım ama bu yanını yaşayarak öğreniyorum. Yuvanın ilk yılında bu tip fiziksel tahribatlar çok oluyormuş. “Allah beterinden saklasın” diyerek bitiriyorum.

Çocuk giyimine Paris imzası

Yazının Devamını Oku

Annelerden Sütlü Tarifler

8 Ekim 2011
Emzirme döneminde yaşadığınız en komik olay neydi? Emzirmeye başladığınız andan itibaren en sinir olduğunuz soru neydi? İşte karşınızda annelerden sütlü tarifler

Bir kadının anne olmadan da anne olabileceğinin kanıtı olan bir kadın tanıyorum ben. İsmi Zeynep Ersöz. Önce annelerin emzirme dönemlerinden rahat etmesini sağlayan kıyafetler ve hamile kıyafetleri tasarladı, bebekler için yüzde yüz organik koleksiyonlar hazırladı. Bunları www.leileo.com’dan sattı.
Şimdi ‘Annelerden Sütlü Tarifler’ projesiyle karşımızda. Bakın nasıl açıklıyor: “Leileo’yu yarattığımdan beri emziren annelerle iç içeyim. Emziren Anneler posta grubunda paylaşıyor, Emzirme Reformu’nda (www.emzirmereformu.com) çalışıyoruz... Emzirme rehberi eğitimi aldım ve bunu paylaştım. Deneyimlerin en önemli bilgi kaynağı olduğunu gördüm. Acemi annelerin derdinden anlıyor ve derman oluyorlar. Teorik bilgilerin pratikte çoğu zaman yetersiz kaldığını fark etmem bana bu deneyimleri bir çatı altında toplama fikrini verince ‘Annelerden Sütlü Tarifler’ doğdu.” www.leileo.wordpress.com

DENEYİMLİLER ANLATIYOR
 
1- Bebeğinizi emzirirken hissettiklerinizi üç kelimeyle anlatabilir misiniz?
Yeşim: Aşkın mucizesini hissetmek. Yani kendinden bir parçayı çoğaltmak, büyütmek, beslemek.
Elif: Huzur, tatmin, kudret.

Yazının Devamını Oku

Hafta içi her gün 9:00-10:30

1 Ekim 2011
İzninizle boyumdan büyük bir işe daha kalkışıyorum. Pazartesinden itibaren hafta içi her gün saat 9:00-10:30 arası HTV’de hamile ve çocuk sağlığı programı sunacağım. Hem de canlı! Günde üç, haftada 15 uzman ağırlayacağım

Önce HTV’nin ne olduğunu açıklayayım: HTV, bugüne kadar birçok televizyon kanalı kuran, TRT ve BBC de dahil olmak üzere yerli ve yabancı pek çok yayın kuruluşunda görev yapan, Türk televizyonculuğunun en önemli duayenlerinden Nuri M. Çolakoğlu önderliğinde kurulan yeni tematik bir kanal. ‘Healt’ yani sağlık kanalı. Merkez ofisi ve yayın stüdyoları Bebek’te. 2 Ekim Pazar günü açılacak ve başta Digiturk ve D-Smart olmak üzere bütün platformlardan izlenebilecek.
Türkiye’de ve dünyada sağlık hizmetlerindeki yenilikleri düzenli olarak izleyip, uluslararası kabul görmüş standartları, yöntem ve uygulamaları izleyicisine aktarmayı hedefleyen HTV, toplumda sağlık bilincinin oluşturulması ve bu bilincin geliştirilmesinde önemli bir rol üstlenecek. HTV’de sağlık programlarının yanı sıra, sağlık odaklı belgeseller, diziler ve filmler de yayınlanacak. Geniş kitleleri ilgilendiren sağlık konusunda bilgilendirici yayınların yanı sıra başta doktorlar olmak üzere sağlık sektörü profesyonellerine yönelik programlar da olacak. Sağlıklı yaşam, aile hekimliği, çocuk sağlığı, hamilelik, beslenme, kişisel bakım, ruh sağlığı ve çevre konularını ele alan yayınlarla çeşitli yaş gruplarına, kadın ve erkek izleyiciye yönelik özel programlar izleyiciyle buluşacak.

BENİM PROGRAMIN İSMİ ANNE

Peki ben ne yapacağım? Her sabah 9:00-10:30 arasında yayınlanacak ‘Anne’ programını sunacağım. Yapımcılığını tanıdığım en şahane, en çalışkan kadınlardan biri Nilgün Tahmaz yapıyor, iç yapımlar direktörümüz Türk gazeteciliğinin en deneyimli sağlık muhabirlerinden Sibel Güneş. Ana kumandada o var.
Anne yarımşar saatlik üç bölümden oluşan bir program. ‘Dokuz Ay On Gün’ adlı ilk bölümde hamileliği, ‘Bebeğim Büyüyor’ adlı ikinci bölümde 0-3 yaş arası bebekleri, ‘Düşe Kalka’ adlı son bölümde de ağırlıklı olarak 3-6 yaş arası çocukları konuşacağız. Her bölümde bir uzman doktor ağırlayacağız. Jinekologlar, çocuk sağlığı ve hastalıkları uzmanları, psikiyatrlar ve pedegoglar konuğumuz olacak. Bazen doktorlarımıza kitap ya da blog yazarları, ünlü ve deneyimli anneler de eşlik edecek. Amaç hamilelikten altı yaşa kadar annelerin ve anne adaylarının kafasındaki bütün sorulara yanıt bulmak. Ele aldığımız her konuyu tüm detaylarıyla masaya yatırmak. Benim programdaki rolüm her zaman olduğu gibi soru sormak. İki yaşında bir çocuk annesi olarak muhabirlik yapmak. Uzmanları amatörlüklerime, gereksiz meraklarıma, cahilliklerime karşı şimdiden uyarıyorum. Ve sizlere anlamakta çok zorlandığımız o Latince tıp terimleriyle aslında ne denmek istendiğini sonunda çözeceğimizin garantisini veriyorum.

SAĞLIK BİLİNCİNİ GELİŞTİRECEĞİZ

Nuri Çolakoğlu, HTV’yi şu cümlelerle anlatıyor: “Sağlığın her alanında, yediden yetmişe herkese kolay anlaşılan, gündelik dille seslenen, sağlık bilincini geliştiren ve bireyleri belirli bir sosyal gelişmişlik düzeyine çıkarmayı hedefleyen bir yayın çizgisi izleyeceğiz. Sağlık sektörüne hizmet veren tüm özel sektör ve kamu kuruluşlarıyla, en başta doktorlarla ve tüm sağlık personeliyle doğrudan ilişki içinde olacağız. Sektörün gelişmesine katkı sağlayacak ve hazırladığımız programlarla sektörün tüm paydaşlarının işbirliğini geliştireceğiz. Doktorlara, tıp öğrencilerine, diş hekimlerine, eczacılara, diyetisyen, hemşire, ebe ile diğer sağlık görevlileri ve sporculara yönelik programlar ana kuşaklarımızı oluşturacak.”

Yazının Devamını Oku

10 günlük yuva raporu

24 Eylül 2011
Rüzgar, ana okulundaki 10. gününü yaşıyor. O sınıfta gitar çalan abilerden sulu boyalara atlarken, ben diğer velilerle birlikte bahçedeki minik sıralarda iki büklüm bekliyorum. Yuvadan bildiriyorum Hiç sona bırakmadan baştan söyleyeyim Rüzgar 10 günde bile büyük, çok büyük gelişimler gösterdi. Daha mutlu, daha enerjik, daha çok konuşan, daha anlaşılır konuşan, daha az utanan, zıplayabilen, daha az düşen bir çocuk artık. Sanki kendine de daha çok güveniyor. Gözü kara olmaya başladı. Tabii bu ne kadar iyi bir şey tartışılır! Tartışırız.
Çok şükür ki kolay ikna oluyor. Tutturmuyor, herhangi bir şeyi ağlayarak yaptırmıyor. “Gel kum havuzuna gideceğiz” ya da “baskı yapacağız” diyen öğretmeninin elini hemen tutuyor. Ya da ben kapının önündeyim, yazı yazacağım deyip sınıftan çıktığımda “anne ditme” diye tutturmuyor. Aksine minik parmaklarını hayali bir klavyenin üzerinde gezdirerek beni taklit ediyor ve “pıp pıp pıp pıp” gibi bir ses çıkarıyor. İşte o an onu tekrar içime sokasım geliyor.

KENDİ YEMEĞİNİ YİYEBİLİYOR SANIYORMUŞUZ

Bu hafta 12’de çıkmadan önce yemek de yemeye başladılar. Yanında biri varken tamam da, kendisi yemeye çalıştığında tam bir felaket olduğunu o an anladım. Bana sorarsanız Rüzgar kendi yemeğini yiyebilen bir çocuktu ama değilmiş. Yani bu önüne koyduğunuz yemeğin ne olduğuna göre çok değişirmiş. Biz bugüne kadar köfte, makarna, pilav gibi akıp kokmayan şeyler koyduğumuz için hapur hupur yiyordu. Ama okulda konu çorba, cacık olunca beceremedi. Kaşığı sıvı bir şeyle doldurmak onu hiç dökmeden ağzına götürmek Rüzgar için çok zor oldu. Kimi zaman kaşığa alabildiğinin dörtte üçünü üstüne döktü, bazen de telaşla ağzının yerini bile bulamayıp, kaşıktakini kulak hizasından arkaya doğru saçtı. Öğretmenleri hemen ödevi verdi: “Rüzgar evde de sıvı gıdalarını kendi yesin!”
Söylerken biraz kızarıyorum ama biz bardaktan su içme meselesini de çözememiştik. Tabii ki dede yüzünden. Büyük yudum alıp öksürüyor diye, bardak elinden kayar kırılır, cam bir yerine girer diye, daha kötüsü tam içerken bir darbe gelir dişine dudağına bir şey olur diye evhamlanıp duruyordu. Biz de bir türlü cesaret edememiştik. Baktım sınıf arkadaşlarının hepsi canavar gibi bardaktan su içiyor vallahi biberonu çantadan çıkarmaya bile utandım. Pipet isteme işine hiç kalkışamadım. Rüzgar öhöö deyip su istediği ilk an bardakla suyu verdim, lıkır lıkır içti. 10 gündür de böyle gidiyor. Artık evdeki biberonlar da bir tek gece yarısı uyandığında içtiği süt için kullanılıyor.

BEZDEN KURTULUYORUZ AMA GİTAR ALMAK FARZ OLDU

Okula başladı başlayalı müziğe ilgisi de arttı. Gitar çalıp şarkı söyleyen müzik öğretmeninden ne kadar etkilendiğini anlatamam. Kendisinin ismi ‘Gitar Abii’ ve Rüzgar okul sonrasında her duyduğu müzik sesinde onu anıyor, sanki elinde gitar varmış gibi pozisyon alıyor ve çalıyormuş gibi yapıyor. En kısa zaman da oyuncak bir gitar almak farz oldu!
Gelelim tuvalet meselesine. Rüzgar, sınıfın en küçüğü. Bu yıl 2009 Ağustos’a kadar doğan çocukları alacaklardı. 3 Eylül doğumlu olduğu için, üç güncükten bir şey olmaz deyip kaydını yaptılar. Sınıfta Ocak doğumlu, Mart doğumlu arkadaşları da var ve onlar bezlerini çoktan atmışlar. Tuvaletleri gelince öğretmenleriyle birlikte tuvalete gidiyorlar. Bizim cingöz de bunları görüyor, takip ediyor. Ve evet bu noktada yine aynı atasözünü tekrarlamak gerekiyor: Üzüm üzüme baka baka kararıyor. İkinci gün yuvadan geldi, uyudu uyandı, akşama doğru kakası gelince; “Anne kakkaa” dedi. “Yap oğlum” dedim, “Aaayyıırr tudalete” demez mi? İşte o an bokunda boncuk bulmuş gibi oldum valla. Gittik, lazımlığa oturduk ve yaptı. Hayırlısıyla biz bu bezden iki aya kurtuluruz!
Yazının Devamını Oku

Rüzgar ve abileri

17 Eylül 2011
Erkek çocuk için abi demek başka bir şey demekmiş. Kırt Kırt Abi, Çim Abi, Motor Abi, Hortum Abi gibi abileri var oğlumun

Daha önce de anlattığım gibi Rüzgar’ın kadınlarla arası gayet iyi. Hele güzel kadınlarla çok daha iyi. Alımlı bir kadın görünce hemen göz süzüyor, cilve yapıyor, aygın baygın bakıyor, kendince tavlamaya çalışıyor. Hatta bazen çok daha ileri gidiyor memelerini açmaya çalışıyor, bacaklarını okşuyor...
Ama erkeklerle durum farklı. Onları rol model aldığı her halinden belli oluyor. Dede gibi ellerini arkada bağlayarak yürüyor, baba gibi kürdan kullanıyor, dayı gibi parfüm sıkıyor. Bir de aileden olmayan erkekler var ki gününün büyük bir bölümünü onları merak ederek geçiriyor. Rüzgar’ın abilerinden bahsediyorum.

MOTOR ABİ HORTUM  ABİ

Motor Abi’den başlayayım: Bunlar caddede, sokakta, trafikte gördüğümüz motorsiklet kullanan abiler. Hepsini çok seviyor, çünkü motora bayılıyor. Yol kenarında gördüğü tüm motorların üstüne çıkıp ağzından burnundan garip sesler çıkartmak istiyor. Motor abilerin bir numaraya oturduğu listenin ikinci sırasında Çim Abi’ler var. Oturduğumuz sitede çimleri biçmekle görevli erkeklerin Rüzgar’ın sözlüğündeki ismi bu. Onları çim biçerken izlemeye bayılıyor. Sabah uyanır uyanmaz ilk iş balkona çıkıyor ve Çim Abi’ler gelmiş mi diye bakıyor. Geçen sabah yine uzandı ve birden “Aaaa Hortum Abiii” diye bağırdı. Çünkü görevli bu kez çimleri biçmiyor, hortumla sulama yapıyordu. Böylece o gün hayatımıza bir abi daha girdi.
Diyelim ki Çim Abii de Hortum Abii de yok... O saatte gelmemişler. Benim için kabus başlıyor. Çünkü beş dakikada bir “Abii, abiii, abiiii” diye bana nerede olduklarını soruyor. Sabah yedi olduğu için daha uyanmadılar oğlum diyorum. Bu sefer evin içinde “Abiii eeeee, abiii eeee” diye geziyor. 10 dakika sonra yine soruyor. “Kahvaltılarını yapıyorlardır” diyorum. “Abii ziytin, abii yumburta, abii düt diye” kafasındaki mönüyü saya saya geziyor.
Bir de okula başladığından beri adını söylediği ama benim kimlerden bahsettiğini anlayamadığım abiler var. Bındırga Abii, Ahatbin Abii gibi... Tahminim, sınıfında kendinden iri gözüken bazı yaşıtlarına abii diyor, isimlerini de böyle telaffuz ediyor. Bazen de ona bir şey veren insanların isimlerini o şey zannediyor. Mesela kuruyemişçi de ona badem uzatan adam, Badit (badem) Abiii ya da alışveriş merkezinde kağıttan tavşan maskesi veren genç, Maske Abii. Hiç de unutmuyor o abileri. Gerçekten abilerle yatıp abilerle kalkıyoruz, hiç abartmıyorum, eksiği var, fazlası yok!

Dört boyutlu ilk sinema

Uzun zamandır 3D (3 Boyutlu) olarak izlediğimiz filmlere bir boyut daha eklendi: Koku. Sinema tarihi boyunca göze ve kulağa hitap eden filmler buna kokuyu da ekleyerek 4D (4 boyut) haline geldi.

Yazının Devamını Oku

Rüzgar okullu oldu

10 Eylül 2011
Rüzgar okula başlıyor. Hafta içi her gün 9-12 arasında okullu olacak. Doğrusunu yanlışını Back-Up’ın Ebeveyn Danışmanı Cansu Yağız’a sordum

Bizim zamanımızda yuvaya ilkokuldan bir, bilemedin iki yıl önce başlanırdı değil mi? Şimdiler de bebekler altı haftalıkken bebek yogasına, altı aydan sonra oyun kulübüne, iki yaşında da yuvaya başlıyor. Yani başlayabiliyor. Rüzgar yoga falan yapmadı çok şükür de, bu anaokulu meselesi için erkenci olmasını özellikle istedim. Çünkü etrafında başka çocuklar varken bir başka mutlu oluyor, arkadaşlarıyla oynarken adeta gözlemci tilki kesiliyor, kim neyi nasıl yapıyor inceliyor, öğreniyor, fark ediyorum böyle zamanlar üst üste geldiğinde resmen daha hızlı ilerliyor, gelişiyor. Yani en basit tanımıyla üzüm üzüme baka baka kararıyor.
Birkaç yakın arkadaşım da, çocuklarını iki yaşında yuvaya başlatıp çok memnun kaldı. Hepsi yuvanın ilk ayından sonra kurdukları cümlelerin daha bir anlamlandığından bahsetmişti. Ama tüm bunlara rağmen, ‘acele mi ediyorum, daha erken mi, hata mı?’ gibi endişelerim vardı tabii. Ben de kafamdaki soruları Back-Up’ın Ebeveyn Danışmanı Cansu Yağız’a sordum. İki yaş bu başlangıç için doğru bir zaman mı sorusunu şöyle cevapladı: “Yuvaya şu yaşta başlanır, gibi mutlak bir doğru yoktur. Hatta bazı pedagoglar, 18. ayda yuvaya başlamanın dil ve sosyal gelişim açısından daha da etkili olduğunun üstünde durur. Bazı ülkelerde iki yaş yuvaya başlamak için geç sayılabilir; yine bazı bakış açılarına göre de ‘Yazık değil mi küçücük çocuğa?’ denir. Oysaki kriterler; gönderilen yerin kalitesi, uygulanan programın niteliği, eğitmenlerin uzmanlık ve tecrübeleri, çalışanların sevecenliği ve işlerindeki özenidir. Çocuğun kişiliğine ve ailenin yaklaşımına uygun, özel programları olan yuvalar çocuğun erken gelişimine tahmin ettiğimizden daha fazla katkı sağlar.”

Peki yarım gün mü?

Yağız: “İki yaşında yuvaya başlayan çocukların yarım günden başlaması, alışmaları ve aileden tam uzaklaşmadıklarını hissetmeleri açısından faydalı olabilir. Rüzgar’ın yarım gün yuvaya devam etmesinin avantajı; adaptasyon, sosyal kabul ve sınırlar konusunda hayatının ilk eğitim devresine adım adım giriş yapmış olmasıdır” diyor. 

Ben de tam böyle düşünmüştüm. Rüzgar’ı Levent’deki Pinokyo’ya hafta içi her gün 9-12 kaydettirdim. 12’de yemeğini yemiş bir halde yuvadan çıkacak ve eve gelip öğle uykusunu uyuyacak.

YENİ BAŞLIYORSA BUNLARA DİKKAT 

Çocuğunuz Rüzgar’dan büyükse yuvaya hatta ilkokula başlıyorsa ne yapmanız gerektiğine gelince; Cansu Yağız, çocuklarını okula hazırlayan anne babalar için tavsiyelerini şöyle paylaşıyor:

Yazının Devamını Oku

İyi ki doğdun Rüzgar’ım

3 Eylül 2011
İki yaşına bastığın günü sana senin sayende yaşadıklarımı anlatmak için başladım bu yazıya. Ne büyük bir hata olduğunu yazarken anladım. Bitmez çünkü. Mümkünü yok bitmez. Ağzından çıkan her kelime yüzünden, gökyüzündeki başka bir yıldıza dokunuyorum ben, nasıl bitsin! Bugün oğlumun doğum günü. Onu doğurduğum günün ikinci yıldönümü. Şükretmekten dilimde yara çıkacak, o durumdaydım. Artık bebeklikten çocukluğa adım atacak, küçük dilimi yutacak pozisyondayım. Bu minik adamın iki yıldır bana yaşattıklarına, verdiği yaşam motivasyonuna, tattırdığı yepyeni duygulara, şaşkınlıklardan şaşkınlık beğendirmesine, kalbimi 100 metre ileriden görülecek şekilde çarptırmasına inanamıyorum. Bu yüzdendir ki Nazım’ın şu dizelerini artık bir tek ona söylüyorum:
“Her günüm mis gibi dünya kokan bir kavun dilimi senin sayende
Bütün yemişler elime güneştenmişim gibi uzanıyor
Senin sayende yalnız umutlardan alıyorum balımı.
Yüreğimin çalışı senin sayende.”
Ve ekliyorum.
Sonsuz aşkla tanışmam senin sayende.
Erkek ırkına başka bir açıdan yakınlaşmam keza...
“Yahu ortalıktaki bütün erkekleri bir anne yetiştirdi” meselesine sarmam da bu yüzden. Şefkatli bir erkek yetiştirmeye takmam da...

VERİMLİ BİR İNSANIM ARTIK

Uykusuzluğa alıştım. Çok daha verimli bir insan oldum, daha hızlıyım artık. Hiçbir eğitimin öğretemediği zaman yönetimi meselesini çözmeye yakınım. Eskiden iki saatte biten işlerin tamamlanması bir saati bile almıyor senin sayende.
Daha umutluyum artık, çok daha az depresif.
Her yeni güne güneş sadece bizim için doğuyormuş gibi şımarık bir hisle başlamam senin sayende.
Mavi gözlerinin içine her baktığımda içime nehirler akıyor.
‘Annem’ diye sarıldığında dünya üzerindeki bütün kuşlar aynı anda benim için havalanıyor.
Dünyadaki hiçbir erkeğin bana senin gibi tutkulu bakamayacağını biliyorum.
Güldüğün anlara bin anlam yüklüyorum.
Aldığım her nefeste varlığın için dua ediyorum.
Doğumunla açtığım yelken, adının anlamıyla okyanusları kat ediyor sanki. Sen esiyorsun ben ilerliyorum. Ruhum seyyah oldu, sayende öğrendiklerimle tazeleniyorum.
Endişe kumkuması oldum. Yanında olmadığım zamanlarda ayak parmaklarının arasında biriken pislikler için bile endişeleniyorum.
Salya, sümük, çiş ve kaka benim için bal-kaymaktan farksız. Çok sempatik geliyorlar! Yoksa bir süre çiğnedikten sonra ağzından çıkarıp, ağzıma tıktığın lokmaları sanki Michelin yıldızlı şef yemeğiymiş gibi zevkle nasıl yutardım?
Üstüme işediğin anlar da nasıl seninle birlikte kahkahalar atardım?
Burnundan çıkan sümüğün büyüklüğü karşısında Alen (O kim deme! Beşiktaşlı bir sülalenin evladı olarak, Alen’in takımımızın baş amigosu olduğunu bilmen gerekir) Kartal’a üçlü çektiriyormuş gibi nasıl “oley, oley, oley” diye bağırırdım?
Öyle bir güç verdin ki bana, hiçbir sorun mesele değil artık. Gözyaşlarımın kıymetini biliyorum; öyle ota boka, değene değmeyene akmıyorlar artık. Ben önemliyim artık, senin sayende.
Dostu, dost olmayandan ayırmayı da seninle yaptım.
Sosyalleşemediğin anlarda benden uzaklaşanlara notunu sen doğduktan üç ay sonra verdim. Günlerce evden çıkamadığım zamanlarda “aşağıdayım aç” diye arayanları, başımın üstüne oturttum. Kapıyı mor gözaltları, yağlı kafa, mama lekeli sabahlıkla açabildiğim dostlar biriktirdim.
Doğum günün için sana, küçük bir ‘sayende liste’si yapmanın ne büyük bir hata olduğunu da şu an anladım.
Bitmez çünkü. Mümkünü yok bitmez.
Ağzından çıkan her kelime yüzünden gökyüzündeki başka bir yıldıza dokunuyorum ben, nasıl bitsin!
Doğduğundan beri ettiğim duayı tekrarlayarak ben bu yazıyı bitireyim en iyisi: “Allahım, oğlum kendini bulana kadar onun yanından yürüyebilmeme izin ver. Bizi vakitsiz ayırma. Büyüyünce o, bu, şu olmaktansa mutlu olmanın önemini ona öğretebileyim, hep mutlu olsun, mutlu olalım...”
Yazının Devamını Oku

Ağlayan çocuk ve düşündürdükleri

27 Ağustos 2011
Çocuğu olan ve olmayan için geceyle gündüz kadar farklı iki durumdur ağlayan çocuk sesi. Çocuksuz olanlar için işkenceyken çocuklular için endişe, telaş ve yürek sızlaması... Ağlayan Çocuk deyince aklınıza ne geliyor? 1980’lerde İngiltere’de bir hayli gözde olan bir tablo var mesela. Sonra bütün dünyaya yayıldı. Hani Avrupa Yakası’ndaki Burhan Altıntop karakterinin duvarından indirmediği... İtalyan Bruno Amadio tarafından yapılan bu tablonun laneti de meşhur! 4 Eylül 1985 tarihli The Sun gazetesine konuşan bir itfaiye görevlisi son zamanlarda yanan tüm evlerin içinden hiç zarar görmemiş Ağlayan Çocuk tablosu çıkardığını anlatıyordu. Ayrıca, hiçbir itfaiye görevlisinin bu tabloları kendi evlerine sokmadığını söylüyordu.
Benim bildiğim şey, ağlayan çocuk yüzüyle değil sesiyle ilgili bir durum. Çocuğu olan ve olmayan için geceyle gündüz kadar farklı iki durumdur ağlayan çocuk sesi. Çocuksuz olanlar için nefret edilesi, lanet bir işkenceyken çocuklular için endişe, telaş, yürek sızlaması...
Tatildeyiz yine. Bodrum’da. Ben bu satırları yazarken, Rüzgar deniz kenarında anneanne ve dedesiyle kumdan tavşan, kedi ve uğur böceği yapmanın peşinde. Sesini duyuyorum, ne yaptığını görüyorum. Birden irkiliyorum. Çünkü Rüzgar’dan bir yaş büyük bir arkadaşı ağlıyor. Ama ne ağlamak! Kumsalda bir uçtan bir uca koşturarak, çığlık atıp bağırarak, fışkıran göz yaşlarından olsa gerek arada aksırık, öksürük krizine yakalanarak. Beş dakika susuyor bazen. Sonra canı yine bir şeylere sıkılıyor, tekrar başlıyor. Ve ben her seferinde, ilk duyduğum anda ağlayanın Rüzgar olduğunu sanıyorum. Yerimden fırlıyorum sonra gerisin geriye tekrar oturuyorum.
Rüzgar ağlamadığı için seviniyorum ama ağlayan çocuk ve annesi için üzülüyorum. Etraftaki sabırsız bakışları yakalayan kadın daha da geriliyor. Bir de bunlara açık açık oflayıp puflayanlar, yüksek sesle “ne biçim çocuk bu” çekenler, işin içine aile terbiyesini falan karıştıranlar ekleniyor.

ÇOCUKSUZLAR HAKSIZ MI

Çocuksuzları anlamıyor muyum? Anlamaz olur muyum? Adam tatile gelmiş kafa dinlemek istiyor. Çok haklı ama bu noktada çocuğun gürültüsünü takıntı yapmamak gerek. Çünkü insan taktıkça daha fazla duyuyor. Yapmayalım arkadaşlar, biraz sakin olalım. Bir zamanlar hepimizin çocuk olduğunu ve hepimizin bir gün çocuk sahibi olabileceğini hatırlayalım yeter.
Bunları düşünürken merakla izliyorum anneyi. Sabrına hayran kalıyorum. Bir kere bile çileden çıkmıyor, sesini yükseltmiyor. Bravo valla, zor iş! Yerin dibine falan da girmiyor, başı çok dik, çareyi oğlunu kucaklayıp odaya gitmekte buluyor. Biraz sonra sakinleşmiş çocuğuyla tekrar plaja dönüyor.
Günün birinde aynısı başıma geldiğinde ne yaparım acaba? En korktuğum manzaradır alışveriş merkezlerinde kendini bir o yana bir bu yana atıp, tepinerek ağlayan çocuklar.
Şimdilerde pek bir şeye ağlamayan Rüzgar’ın bir yıl sonra her şeye ağlamayacağını kim garanti edebilir ki? Bir şeyleri ağlayarak yaptırmaya alışmasın diye, bugünden eğitmeye çalışıyorum ama sonuç ne olur bilmiyorum. Mesela mızırdanarak yanıma gelip “anne galk” dediğinde asla kalkmıyorum. Açık açık “Ağlayarak değil, gülerek söylersen kalkarım” diyorum. Sahte bir kahkaha atıyor ve yine “anne galk” diyor. Sahte mahte, tatmin oluyorum ve hemen kalkıyorum.
Eskiden ağlayarak uyanırdı, yaklaşık iki ay boyunca her sabah uyandığında gülmesini ne kadar çok istediğimi anlattım. Anladı galiba. Şimdi hayran hayran “annem” diyerek uyanıyor, resmen gözlerinin için gülüyor. Lütfen hep böyle sürsün. O cırtlak sesiyle istediği kadar çok konuşsun, 350 kere arka arkaya “anniee” desin, abuk sabuk şarkılar söylesin ama hiç ağlama krizine girmesin. Mümkün mü dersiniz? Yoksa yine kendimi mi kandırıyorum?
Yazının Devamını Oku