Ben malum hafta içi her gün 09.00-10.30 canlı yayın yaptığım, program bitiminde de ya gazeteye ya da röportajlara koşturduğum için Rüzgar’ı yuvaya bırakamıyorum. Bırakma ve alma görevini babası yerine getiriyor. Her sabah birlikte gidip öğlen 13.00 gibi yine birlikte dönüyorlar. Pazartesi tam okuldan çıkacakları saatte telefonum çaldı. Selim... Şöyle diyor: “Rüzgar bir sınıf arkadaşıyla paylaşım sorunu yaşamış. Arkadaşı oyuncağı elinden almak isterken, Rüzgar’ın yanağına üç tane tırnak geçirivermiş. Yüzünde çizikler var. Görünce panik olma!”
Söylemesi kolay, oracıkta bayılıyordum valla. Gazetedeydim, Şermin’le (Terzi) yemeğe iniyorduk. Allah’tan o deneyimli anne. 11 yaşında, Nisan adında dünyanın en cool çocuğu olduğuna isteyenle istediğine iddiaya girebileceğim bir kızı var. Beni hemen sakinleştirdi. Birkaç tane “Olacak bunlar, çok normal” savurdu. Tırnak ve derinliği konusunda teoriler üretmeye başladığımı görünce “Kendine gel” diye azarladı.
Zor oldu ama geldim. Ama geçici bir süreliğine... Eve doğru yaklaşırken endişelerim tavan yaptı. Neyle karşılaşacağımı bilememek huzursuz etti, sinsi kurtçuklar içimi kemirdikçe kemirdi.
İKİ GÜN SONRA DÜŞTÜ
Gerçekten hiç kolay değil. Beni amatör anneler anlar. Ancak beş-on kere olduktan sonra derim kalınlaşır, belki alışırım diye düşünüyorum. Eve vardım, zili çaldım, kapıyı her zamanki gibi Rüzgar açtı. Yüzüne baktığım an rahatladım. Çünkü gerçekten abartılacak bir şey yoktu. “Annem n’oldu senin yüzüne?” dedim. Elini yüzüne götürdü ve “Mete, Mete” diye yapan arkadaşının adını söylemeye başladı. Tam konuşamadığı, anlatamadığı için heyecanlandı da üstelik. Yatıştırdım. Mete’nin çok iyi bir arkadaş olduğunu söyledim, konuyu kapattık.
Konuyu kapattık kapatmasına ama ben günümü gördüm. “Bu tip şeylere alışmak deneyim meselesi” diye atıp tutuyordum ya, çarşamba günü çıkış saati Selim yine aradı. “Rüzgar düşmüş, çenesini yere sürtmüş, çok ufak bir yara” dedi. “Oldu tamam” deyip kapattım ve ilkine kıyasla çok daha minik bir endişe yaşadım.
Özetle bugüne kadar hep anaokulunun olumlu özelliklerini yazdım ama bu yanını yaşayarak öğreniyorum. Yuvanın ilk yılında bu tip fiziksel tahribatlar çok oluyormuş. “Allah beterinden saklasın” diyerek bitiriyorum.
Çocuk giyimine Paris imzası
Bir kadının anne olmadan da anne olabileceğinin kanıtı olan bir kadın tanıyorum ben. İsmi Zeynep Ersöz. Önce annelerin emzirme dönemlerinden rahat etmesini sağlayan kıyafetler ve hamile kıyafetleri tasarladı, bebekler için yüzde yüz organik koleksiyonlar hazırladı. Bunları www.leileo.com’dan sattı.
Şimdi ‘Annelerden Sütlü Tarifler’ projesiyle karşımızda. Bakın nasıl açıklıyor: “Leileo’yu yarattığımdan beri emziren annelerle iç içeyim. Emziren Anneler posta grubunda paylaşıyor, Emzirme Reformu’nda (www.emzirmereformu.com) çalışıyoruz... Emzirme rehberi eğitimi aldım ve bunu paylaştım. Deneyimlerin en önemli bilgi kaynağı olduğunu gördüm. Acemi annelerin derdinden anlıyor ve derman oluyorlar. Teorik bilgilerin pratikte çoğu zaman yetersiz kaldığını fark etmem bana bu deneyimleri bir çatı altında toplama fikrini verince ‘Annelerden Sütlü Tarifler’ doğdu.” www.leileo.wordpress.com
DENEYİMLİLER ANLATIYOR
1- Bebeğinizi emzirirken hissettiklerinizi üç kelimeyle anlatabilir misiniz?
Yeşim: Aşkın mucizesini hissetmek. Yani kendinden bir parçayı çoğaltmak, büyütmek, beslemek.
Elif: Huzur, tatmin, kudret.
Önce HTV’nin ne olduğunu açıklayayım: HTV, bugüne kadar birçok televizyon kanalı kuran, TRT ve BBC de dahil olmak üzere yerli ve yabancı pek çok yayın kuruluşunda görev yapan, Türk televizyonculuğunun en önemli duayenlerinden Nuri M. Çolakoğlu önderliğinde kurulan yeni tematik bir kanal. ‘Healt’ yani sağlık kanalı. Merkez ofisi ve yayın stüdyoları Bebek’te. 2 Ekim Pazar günü açılacak ve başta Digiturk ve D-Smart olmak üzere bütün platformlardan izlenebilecek.
Türkiye’de ve dünyada sağlık hizmetlerindeki yenilikleri düzenli olarak izleyip, uluslararası kabul görmüş standartları, yöntem ve uygulamaları izleyicisine aktarmayı hedefleyen HTV, toplumda sağlık bilincinin oluşturulması ve bu bilincin geliştirilmesinde önemli bir rol üstlenecek. HTV’de sağlık programlarının yanı sıra, sağlık odaklı belgeseller, diziler ve filmler de yayınlanacak. Geniş kitleleri ilgilendiren sağlık konusunda bilgilendirici yayınların yanı sıra başta doktorlar olmak üzere sağlık sektörü profesyonellerine yönelik programlar da olacak. Sağlıklı yaşam, aile hekimliği, çocuk sağlığı, hamilelik, beslenme, kişisel bakım, ruh sağlığı ve çevre konularını ele alan yayınlarla çeşitli yaş gruplarına, kadın ve erkek izleyiciye yönelik özel programlar izleyiciyle buluşacak.
BENİM PROGRAMIN İSMİ ANNE
Peki ben ne yapacağım? Her sabah 9:00-10:30 arasında yayınlanacak ‘Anne’ programını sunacağım. Yapımcılığını tanıdığım en şahane, en çalışkan kadınlardan biri Nilgün Tahmaz yapıyor, iç yapımlar direktörümüz Türk gazeteciliğinin en deneyimli sağlık muhabirlerinden Sibel Güneş. Ana kumandada o var.
Anne yarımşar saatlik üç bölümden oluşan bir program. ‘Dokuz Ay On Gün’ adlı ilk bölümde hamileliği, ‘Bebeğim Büyüyor’ adlı ikinci bölümde 0-3 yaş arası bebekleri, ‘Düşe Kalka’ adlı son bölümde de ağırlıklı olarak 3-6 yaş arası çocukları konuşacağız. Her bölümde bir uzman doktor ağırlayacağız. Jinekologlar, çocuk sağlığı ve hastalıkları uzmanları, psikiyatrlar ve pedegoglar konuğumuz olacak. Bazen doktorlarımıza kitap ya da blog yazarları, ünlü ve deneyimli anneler de eşlik edecek. Amaç hamilelikten altı yaşa kadar annelerin ve anne adaylarının kafasındaki bütün sorulara yanıt bulmak. Ele aldığımız her konuyu tüm detaylarıyla masaya yatırmak. Benim programdaki rolüm her zaman olduğu gibi soru sormak. İki yaşında bir çocuk annesi olarak muhabirlik yapmak. Uzmanları amatörlüklerime, gereksiz meraklarıma, cahilliklerime karşı şimdiden uyarıyorum. Ve sizlere anlamakta çok zorlandığımız o Latince tıp terimleriyle aslında ne denmek istendiğini sonunda çözeceğimizin garantisini veriyorum.
SAĞLIK BİLİNCİNİ GELİŞTİRECEĞİZ
Nuri Çolakoğlu, HTV’yi şu cümlelerle anlatıyor: “Sağlığın her alanında, yediden yetmişe herkese kolay anlaşılan, gündelik dille seslenen, sağlık bilincini geliştiren ve bireyleri belirli bir sosyal gelişmişlik düzeyine çıkarmayı hedefleyen bir yayın çizgisi izleyeceğiz. Sağlık sektörüne hizmet veren tüm özel sektör ve kamu kuruluşlarıyla, en başta doktorlarla ve tüm sağlık personeliyle doğrudan ilişki içinde olacağız. Sektörün gelişmesine katkı sağlayacak ve hazırladığımız programlarla sektörün tüm paydaşlarının işbirliğini geliştireceğiz. Doktorlara, tıp öğrencilerine, diş hekimlerine, eczacılara, diyetisyen, hemşire, ebe ile diğer sağlık görevlileri ve sporculara yönelik programlar ana kuşaklarımızı oluşturacak.”
Daha önce de anlattığım gibi Rüzgar’ın kadınlarla arası gayet iyi. Hele güzel kadınlarla çok daha iyi. Alımlı bir kadın görünce hemen göz süzüyor, cilve yapıyor, aygın baygın bakıyor, kendince tavlamaya çalışıyor. Hatta bazen çok daha ileri gidiyor memelerini açmaya çalışıyor, bacaklarını okşuyor...
Ama erkeklerle durum farklı. Onları rol model aldığı her halinden belli oluyor. Dede gibi ellerini arkada bağlayarak yürüyor, baba gibi kürdan kullanıyor, dayı gibi parfüm sıkıyor. Bir de aileden olmayan erkekler var ki gününün büyük bir bölümünü onları merak ederek geçiriyor. Rüzgar’ın abilerinden bahsediyorum.
MOTOR ABİ HORTUM ABİ
Motor Abi’den başlayayım: Bunlar caddede, sokakta, trafikte gördüğümüz motorsiklet kullanan abiler. Hepsini çok seviyor, çünkü motora bayılıyor. Yol kenarında gördüğü tüm motorların üstüne çıkıp ağzından burnundan garip sesler çıkartmak istiyor. Motor abilerin bir numaraya oturduğu listenin ikinci sırasında Çim Abi’ler var. Oturduğumuz sitede çimleri biçmekle görevli erkeklerin Rüzgar’ın sözlüğündeki ismi bu. Onları çim biçerken izlemeye bayılıyor. Sabah uyanır uyanmaz ilk iş balkona çıkıyor ve Çim Abi’ler gelmiş mi diye bakıyor. Geçen sabah yine uzandı ve birden “Aaaa Hortum Abiii” diye bağırdı. Çünkü görevli bu kez çimleri biçmiyor, hortumla sulama yapıyordu. Böylece o gün hayatımıza bir abi daha girdi.
Diyelim ki Çim Abii de Hortum Abii de yok... O saatte gelmemişler. Benim için kabus başlıyor. Çünkü beş dakikada bir “Abii, abiii, abiiii” diye bana nerede olduklarını soruyor. Sabah yedi olduğu için daha uyanmadılar oğlum diyorum. Bu sefer evin içinde “Abiii eeeee, abiii eeee” diye geziyor. 10 dakika sonra yine soruyor. “Kahvaltılarını yapıyorlardır” diyorum. “Abii ziytin, abii yumburta, abii düt diye” kafasındaki mönüyü saya saya geziyor.
Bir de okula başladığından beri adını söylediği ama benim kimlerden bahsettiğini anlayamadığım abiler var. Bındırga Abii, Ahatbin Abii gibi... Tahminim, sınıfında kendinden iri gözüken bazı yaşıtlarına abii diyor, isimlerini de böyle telaffuz ediyor. Bazen de ona bir şey veren insanların isimlerini o şey zannediyor. Mesela kuruyemişçi de ona badem uzatan adam, Badit (badem) Abiii ya da alışveriş merkezinde kağıttan tavşan maskesi veren genç, Maske Abii. Hiç de unutmuyor o abileri. Gerçekten abilerle yatıp abilerle kalkıyoruz, hiç abartmıyorum, eksiği var, fazlası yok!
Dört boyutlu ilk sinema
Uzun zamandır 3D (3 Boyutlu) olarak izlediğimiz filmlere bir boyut daha eklendi: Koku. Sinema tarihi boyunca göze ve kulağa hitap eden filmler buna kokuyu da ekleyerek 4D (4 boyut) haline geldi.
Bizim zamanımızda yuvaya ilkokuldan bir, bilemedin iki yıl önce başlanırdı değil mi? Şimdiler de bebekler altı haftalıkken bebek yogasına, altı aydan sonra oyun kulübüne, iki yaşında da yuvaya başlıyor. Yani başlayabiliyor. Rüzgar yoga falan yapmadı çok şükür de, bu anaokulu meselesi için erkenci olmasını özellikle istedim. Çünkü etrafında başka çocuklar varken bir başka mutlu oluyor, arkadaşlarıyla oynarken adeta gözlemci tilki kesiliyor, kim neyi nasıl yapıyor inceliyor, öğreniyor, fark ediyorum böyle zamanlar üst üste geldiğinde resmen daha hızlı ilerliyor, gelişiyor. Yani en basit tanımıyla üzüm üzüme baka baka kararıyor.
Birkaç yakın arkadaşım da, çocuklarını iki yaşında yuvaya başlatıp çok memnun kaldı. Hepsi yuvanın ilk ayından sonra kurdukları cümlelerin daha bir anlamlandığından bahsetmişti. Ama tüm bunlara rağmen, ‘acele mi ediyorum, daha erken mi, hata mı?’ gibi endişelerim vardı tabii. Ben de kafamdaki soruları Back-Up’ın Ebeveyn Danışmanı Cansu Yağız’a sordum. İki yaş bu başlangıç için doğru bir zaman mı sorusunu şöyle cevapladı: “Yuvaya şu yaşta başlanır, gibi mutlak bir doğru yoktur. Hatta bazı pedagoglar, 18. ayda yuvaya başlamanın dil ve sosyal gelişim açısından daha da etkili olduğunun üstünde durur. Bazı ülkelerde iki yaş yuvaya başlamak için geç sayılabilir; yine bazı bakış açılarına göre de ‘Yazık değil mi küçücük çocuğa?’ denir. Oysaki kriterler; gönderilen yerin kalitesi, uygulanan programın niteliği, eğitmenlerin uzmanlık ve tecrübeleri, çalışanların sevecenliği ve işlerindeki özenidir. Çocuğun kişiliğine ve ailenin yaklaşımına uygun, özel programları olan yuvalar çocuğun erken gelişimine tahmin ettiğimizden daha fazla katkı sağlar.”
Peki yarım gün mü?
Yağız: “İki yaşında yuvaya başlayan çocukların yarım günden başlaması, alışmaları ve aileden tam uzaklaşmadıklarını hissetmeleri açısından faydalı olabilir. Rüzgar’ın yarım gün yuvaya devam etmesinin avantajı; adaptasyon, sosyal kabul ve sınırlar konusunda hayatının ilk eğitim devresine adım adım giriş yapmış olmasıdır” diyor.
Ben de tam böyle düşünmüştüm. Rüzgar’ı Levent’deki Pinokyo’ya hafta içi her gün 9-12 kaydettirdim. 12’de yemeğini yemiş bir halde yuvadan çıkacak ve eve gelip öğle uykusunu uyuyacak.
YENİ BAŞLIYORSA BUNLARA DİKKAT
Çocuğunuz Rüzgar’dan büyükse yuvaya hatta ilkokula başlıyorsa ne yapmanız gerektiğine gelince; Cansu Yağız, çocuklarını okula hazırlayan anne babalar için tavsiyelerini şöyle paylaşıyor: