Benim de iki oğlum var. İyi bir okula gidiyorlar ama okul tatil olduğu zaman evde bir bayram havası oluşuyor. Çünkü bu çağda çocuklar artık sabahtan akşama kadar bir sırada oturup öğretmen dinlemek istemiyor. İşte bu nedenle bütün dünyada hummalı bir arayış var. Bizim de bir an önce bu arayışa katılmamız ve tek bir yoldan değil başka birçok yoldan yeni öğretme yöntemleri bulmamız gerekiyor. O nedenle iş sadece eğitimcilere değil, hepimize düşüyor. Bu anlamda size bu hafta keşfettiğim bir güzel projeden söz etmek istiyorum. Adı Bilim Virüsü.
YAPARAK KEŞFETMEK!
Bu sıralar ‘maker hareketi’ diye meşhur bir yöntem var. Kökeni yaparak öğrenme metoduna dayanıyor ki bu yöntemin dünyadaki en iyi örneği Köy Enstitüleri olarak bu topraklarda hayata geçti. Bilim Virüsü projesi de bilim tutkunu bir ekibin bilgi ve hayal gücüyle hayata geçirdiği bir proje. Ben hikâyeyi projenin hayalini kuran Şule Kocabıyık’tan dinledim. Şule Hanım, bir Köy Enstitüsü mezunu olan Cumhure öğretmenin kızı. Annesine bulaşan bilim virüsü şimdi Şule Hanım aracılığıyla gençlere taşınıyor. Peki nedir Bilim Virüsü?
AMAÇ LİSELİLERE BİLİM TUTKUSU AŞILAMAK!
Bilim Virüsü, öğrencilerin bilimsel düşünceyi yaşam boyu rehber edinmesini sağlamak için kurgulanmış bir eğitim programı. Hedef devlet liselerinde okuyan öğrencilere bilimsel deneyimler kazandırmak, bilimi bir yaşam biçimi olarak benimseyen ve bilimsel düşünceyi yaratıcı tekniklere aktaran gençler yetiştirmek. Programa katılan öğrencilerden herhangi bir ücret alınmıyor.
Öğrenciler hafta sonları bir atölyede buluşuyor ve bilim yapıyor! Yaparak öğreniyor, keşfederek ilerliyorlar. Atölyelerde matematikten fiziğe, mühendislikten psikolojiye ve genetiğe kadar her alanda bilim, hayatın bir parçası olarak ele alınıyor ve interaktif çalışmalarla aktarılıyor.
Her başarılı proje gibi Bilim Virüsü de hayal ve dayanışma sonucu ortaya çıkmış. Şule Hanım ve arkadaşları hayal etmiş ve söylenmek yerine yola koyulmuş. Proje, şu anda başta Borusan olmak üzere sosyal etki ağı IMPACT Hub, işinsanları ve elbette 20 kişilik gönüllü eğitmen kadrosunun katkısıyla yürütülen bir eğitim programı halini almış. İstanbul’da başlayan bu projenin Anadolu’nun dört bir yanına ulaşması an meselesi. Malum, bilim de virüs gibi bulaşır, çoğalır ve hızla yayılır. Yeter ki hayallerimiz eksik olmasın.
İSTANBUL BOĞAZI’NA YAKIŞAN BİR BULUŞMA
Ekonomi hızla dönüşüyor. Adına ‘Yeni ekonomi’ dediğimiz global bir yarış başlıyor. Her ne kadar bugün dünyanın gündemi bölgesel çatışmalar ve askeri güce odaklandıysa da önümüzdeki dönemin galibi bu yeni teknolojik devrimi yöneten ülkeler olacak. O nedenle seçim dolayısıyla, gelin biraz olsun bu yarışta nasıl ilerleyeceğimizi konuşalım. Eğer bugün bu yarışı dert etmezsek yarın çok geç olabilir. Malum 19. yüzyıl sonunda kaçırdığımız sanayi devrimini 100 yıl uğraşmamıza rağmen bir türlü yakalayamadık. Şimdi aynı şekilde yeni bir devrim başlıyor; bunu da kaçırırsak çocuklarımız bir 100 yılı daha, bizlere kızarak geçirmek zorunda kalacak.
İŞTE YARIŞIN GERÇEKLEŞECEĞI 13 ALAN!‘Peki hocam yarış hangi alanlarda olacak?’ diyenler için elimde çok somut bir liste var. Dünya Ekonomi Forumu, tam da bu konuda, yeni ekonominin dinamosunu oluşturan bilişim ve yüksek teknoloji sektörlerinde çalışan 816 kişiyle bir araştırma yapmış. Sordukları soru çok basit: Önümüzdeki dönemde rekabet hangi alanlarda olacak? Uzmanların öngörüsü, önümüzdeki 10 yılda ekonomik rekabetin şu 13 alanda gerçekleşeceği yönünde: Yapay zekâ, Blockchain, 3 boyutlu yazıcılar, mobil teknolojiler, sürücüsüz araçlar, mobil internet, robotik, sanal-zenginleştirilmiş gerçeklik, ses-kontrollü araçlar ve 5G. Bu alanların her biri diğerini tetikler nitelikte elbette. Yeni yarış bu alanlarda olacak. Peki biz bu yarışa hazır mıyız?
Önümüzdeki seçimi içeride kimin kazandığı elbette önemli ama asıl önemli olan global yarışta kazanmak. İşte bu nedenle her yurttaşın şu sorulara yanıt vermesi gerekiyor: Çocuklarımız yeni global ekonomide rekabet edecek becerilere sahip mi? New York Üniversitesi’nden öğrencim sevgili Orhan Murat Bahtiyar’ın bu soruya cevap arayan tezinin sonuçlarına göre Türkiye’de temel bilimler ve mühendislik alanlarında okuyan öğrencilerin % 79’u patent alma usulleri hakkında bilgi sahibi değil. Öğrencilerin % 42’si üniversitelerinde fikirlerini tartışmak ve inovasyon için uygun ortam olmadığını düşünüyor. Daha da kötüsü % 30’u böyle bir ortama hiç ihtiyaç duymamış.
SORUN SADECE EĞİTİM SORUNU DEĞİL!Eğitim alanında atacağımız adımların yanına girişimcilik alanında atacağımız adımları koymak zorundayız. ‘Peki bütün bunları yapmazsak ne olur?’ derseniz, söyleyeyim. Yüzyılda bir gelen treni yine kaçırırız... Geçen sefer sanayi devrimini kaçırmanın bedelini üç kuşak ödedi. Bu sefer bu bedel, çocuklarımıza miras kalacak.
TAHMİN ETMESİ EN ZOR SEÇİM!TÜRKİYE ilk defa çok adaylı, iki turlu bir seçime giriyor. Önümüzdeki iki ayda bu seçimin nasıl sonuçlanacağına dair pek çok anket yayınlanacak. Verilerle tahmin yürüten biri olarak ben de bu anketleri merakla bekliyorum. Ancak daha kampanyanın başında anketlere dair birkaç uyarıda bulunmak istiyorum.
TÜRKİYE’DE ANKETLER HEDEFİ PEK TUTTURAMIYOR!Türkiye’de yapılan son iki genel seçimde anketler ciddi oranda yanıldı. 7 Haziran’da anket ortalaması AK Parti oylarını olduğundan çok yüksek bulmuştu. 1 Kasım’da ise tam tersi olmuştu. Anketler AK Parti oylarını olduğundan çok daha düşük gösteriyordu. Referandum ve bir önceki Cumhurbaşkanlığı seçiminde de genel anket kanaati çıkan sonuçtan çok farklı bir noktadaydı. Peki durum dünyada nasıl?
DÜNYADA DURUM FARKLI DEĞİL!
O nedenle gelin bu eğitimi dert edelim. Sorunları ve reform önerilerini masaya yatıralım. Tartışmayı açmak adına ben eğitimde reform önerilerimi şu 7 başlık altında toparladım.
VERİYE DAYALI KARAR VERME PRATİĞİ
Türkiye’de eğitimin pek çok sorunu var ama bana göre en can alıcı sorunumuz reform yapma pratiğimizin verilerden bağımsız olması. Sorun tespitinden çözüm arayışına, alternatif çözümleri yarıştırmaktan her bir çözümün etkinlik analizine dair her aşamada kararlar verilerle alınmalı. Her akla gelen uçuk fikrin reform diye tüm sisteme uygulanması değil, farklı çözüm önerilerinin pilot uygulama ile yarıştığı ve yalnızca sınanmış ve başarısı kanıtlanmış uygulamaların tüm sisteme yayıldığı bir reform anlayışından bahsediyorum.
OKULÖNCESİ EĞİTİM SEFERBERLİĞİ
Eğitim üzerine yapılan araştırmaların en net sonuçlarından biri, okulöncesi eğitimin geri dönüşünün en yüksek yatırım olduğu gerçeği. Maalesef bu alan bizim eğitim sistemimizin en sorunlu olduğu alan. Türkiye, okulöncesi eğitime katılımda AB ülkeleri arasında açık ara son sırada! Türkiye’nin eğitim reformu öncelikleri içerisinde en kalıcı sonucu verecek girişim kaliteli okulöncesi eğitimi tüm ülkede zorunlu kılmaktır. Bunun için okulöncesi eğitim öğretmeni yetiştirmekten müfredat geliştirmeye kadar her alanda ciddi bir yatırım yapılması kaçınılmaz.
ÖĞRETMENLİK PROFESYONEL BİR MESLEK OLMALI
Öğrenci başarısını etkileyen en önemli okul faktörü öğretmenlerin kalitesidir. Bina, eğitim kaynakları ya da müfredat değil, öğretmen! Finlandiya’daki eğitim mucizesinin anahtarı budur. Öğretmenin seçimi, eğitimi ve sosyoekonomik statüsünü yükseltmeden yapılacak her yatırım boşa kürek çekmektir.
MERKEZİ YÖNETİMDE ESNEKLİK
Zira yapılan tartışmaların Türkiye’deki çocuk gerçekliği ile pek alakası yok. TÜİK verilerine göre Türkiye’deki çocukların % 38’i ‘yoksulluk’ içinde değil, ‘şiddetli maddi yoksunluk’ içinde yaşıyor. Bu verileri okurken şunu unutmayın: Çocuk yoksulluğu yetişkin yoksulluğuna benzemez. Aşırı sefalet içinde yetişen çocuk, yoksulluk boyunduruğunu bir ömür taşımakla kalmıyor, o yoksulluğu kendi çocuklarına miras bırakıyor. O nedenle bu verileri dikkate almadan Türkiye’de çocuklar ve eğitim üzerine kafa yormak, boşa kürek çekmek demek.
Bahçeşehir Üniversitesi bünyesinde faaliyet gösteren BETAM’ın dün yayınladığı verilere geçmeden bir noktanın altını çizmek istiyorum. Türkiye’nin sorunlarını çözmenin ilk adımı her bir sorunun boyutunu ortaya koyan verileri bilimsel yöntemlerle toplamak ve analiz etmektir. Bu bağlamda üniversite ve ‘think tank’ dediğimiz bağımsız düşünce kuruluşlarına hayati bir görev düşüyor. Bahçeşehir’de BETAM, TOBB’da TEPAV ve eğitim alanında ERG bu işi düzenli olarak dünya standartlarında yapan kuruluşlar. Kıymetlerini bilmeliyiz...
BETAM, ‘şiddetli maddi yoksunluğu’ AB kriterlerine göre bireylerin hayatlarına düzgün bir şekilde devam edebilmeleri için asgari ihtiyaçların temini olarak ölçüyor. Bu ölçüme göre aşağıdaki tabloda sıralanan toplam 9 ekonomik göstergeden 4’ünü yerine getiremeyen hanelerde yetişen çocuklar ‘şiddetli maddi yoksunluk’ içerisinde kabul ediliyor. TÜİK verilerine dayanan analize göre Türkiye için ortaya çıkan manzara maalesef içler acısı. Türkiye’de çocukların % 38’i şiddetli maddi yoksunluk içerisinde yetişiyor. Bu oran İsviçre’de % 1’in altında! 2015 yılında Bulgaristan’ın en kötü durumda olduğu bu sıralamada Türkiye 2016 yılında ivme kaybederek en dibe düşmüş bulunuyor. Avrupa’da çocuklarını bizden daha yoksul koşullarda yetiştiren başka bir ülke yok.
EN TEMEL İHTİYAÇLARTabloda da göreceğiniz gibi Türkiye’de 7.5 milyon çocuk şiddetli maddi yoksunluk içinde yaşıyor! Bunun en önemli nedeni barınma ve beslenme gibi temel ihtiyaçlardan yoksun olan çocukların oranının çok yüksek olması. Örneğin, Türkiye’deki çocukların % 40’ının evinde beslenme sorunu var, % 28’i evinde ısınma sorunu yaşıyor. Ve tabii şu da var: Çocukların yüzde 70’i tatile gidemiyor ama hepsinin evinde televizyon mevcut. Uzun okul dışı dönem için tehlikeli bir alaşım bu... Ama başka bir yazının konusu.
YOKSULLUK BOYUNDURUĞUBETAM raporunda da ifade edildiği gibi yoksul doğan bir çocuk, çocukluğunun büyük kısmını şiddetli yoksunluk içinde geçirdiğinde genelde ömür boyu yoksul kalıyor ve hatta sonraki nesillere de bu yoksulluğu miras bırakıyor. Bunun nedeni yoksulluğun başta beyin gelişimi olmak üzere sağlıktan eğitime geniş bir alanda çocukların normal bir şekilde yetişmesine ket vuruyor olması. Öyle ki daha ana rahminde yoksul çocuklar, akranlarından fiziksel olarak ayrılıyor. Yoksul bir çocuk doğum anında düşük kilo ile başlıyor hayata, ardından gelişimin en hızlı olduğu ilk 36 ayda yetersiz beslenen çocuklar gerek fiziksel gerek zihinsel bakımdan akranlarından geriye düşüyor. Daha sonra bu riskler katmerlenerek artıyor. Okulöncesi eğitim kurumlarına katılımdan, kaliteli okullara devama kadar neredeyse her alanda yara üstüne yara alıyor bu yoksul çocuklar. Sonrasını ise biliyorsunuz, ortaokulda lise yıllarında okul terkle başlayan, vasıfsız işçilikle devam eden ve sonrasında bir sonraki kuşağa geçen bir kısırdöngü... Tablo karamsar ama yoksulluk elbette kader olamaz. Çaresi olan bir dert sefalet...
ÇOCUK YOKSULLUĞUNU AZALTMAK İÇİN NE YAPMALI?
Ne yapalım hocam? Bu hafta o sorulara toplu bir yanıt mahiyetinde çocuklarda zekâ gelişimine katkıda bulunduğu ispatlanmış 3 faktörü yazacağım. İddialı bir cümle biliyorum ama sebebi var.
BİLİMSEL ÇALIŞMALARIN İSTATİSTİKİ ÖZETİ!
Malum, okulöncesi dönem beyin gelişimi bakımından kritik bir dönem. Ebeveynler ve eğitimciler bu dönemde zekâyı nasıl arttıracaklarını bilmek istiyor. Bu soruya yanıt arayan pek çok araştırma var ancak bütün bu araştırmaları tek tek anlatmak mümkün değil. O nedenle size bu hafta bütün bu araştırmaların bilimsel özeti olan bir meta-analizin sonucunu açıklayacağım. Bizim bölümden mezun doktora öğrencilerimden John Protzko, Clancy Blair ve Joshua Aronson gibi kıdemli araştırmacı arkadaşlarım tarafından yapılan bu çalışma Amerika’da çok ses getirdi. Ben de yazmıştım ama konu mühim olduğu için tekrar dönüyorum.
ZEKÂYI ARTTIRMAK MÜMKÜN!
Bu araştırmanın en temel bulgusu şu: Çocukların zekâsını, standart ölçmeler ile tespit edilebilecek seviyede arttırmak mümkün. Yani zekâ tamamen doğuştan belirlenmiyor, sonradan da dönüştürülebiliyor. Araştırma ilk yayınlandığında John Protzko’ya neden böyle kapsamlı bir analize giriştiklerini sormuştum. Bakın ne diyor: “Amacımız zekâyı arttırmak için yapılan çalışmalarda neyin işe yarayıp neyin işe yaramadığını ortaya çıkarmak. Bizim analizimizde ele aldığımız tüm çalışmalar zekâyı arttırmak için uygulanan ve iyi yürütülmüş deneylerden oluşuyor”. Araştırmayı yürüten ve Türkiye’de benimle birlikte pek çok çalışmaya da katılan sevgili dostum Joshua Aronson da aynı fikirde: “İnsan zekâsının gelişim özelliklerini anlamaya çalışıyoruz ve zekânın her gelişim aşamasında nasıl destekleneceğini ortaya çıkarmak istiyoruz. Bu araştırma zekânın değiştirilebilir, dönüştürülebilir bir şey olduğunu göstermek bakımından önemli bir ilk adım”. Zekânın sabit olduğu inancı zaten başlı başına öğrenmenin de öğretmenin de önündeki en önemli engellerden biri ama bu başka bir yazının konusu.
ÇOCUĞUNUZU NASIL DAHA ZEKİ YAPARSINIZ?
Yukarıdaki başlıkla Perspectives on Psychological Science adlı dergide çıkan ve ciddi bir yankı uyandıran bu bilimsel makaleye göre çocukların zekâsını arttırdığı bilimsel olarak desteklenmiş üç uygulama var: Kaliteli bir okulöncesi eğitime katılım, erken yaşta diyaloğa dayalı okuma pratiği ve balıkyağı diyeti!
EVDE TEK BAŞINA OLMUYOR!
Birkaç ay evvel de yine bu köşede birkaç yüz dolarla bir masa başında yazılan iki ayrı sahte haber, yani ‘fake news’ ile bir kişinin dünyanın başka bir yerinde, Teksas’ta, Müslümanlarla İslam düşmanlarını nasıl aynı gün ve saatte birbirinin karşısına eylem için çıkardığını anlatmıştım. Bu iki faktör, yani veri güvenliği ve sahte haber manipülasyonu belli ki içinde bulunduğumuz çağın en büyük sorunu. Gün geçmiyor ki bu iki alanda yeni bir skandal ortaya çıkmasın. Bütün bu yeni tehditlerle başa çıkmanın yolu kulağa pek hoş gelmese de yurttaşların medya okuryazarlığını yükseltmesiyle mümkün. Öyle ki G-20 ülkeleri de önümüzdeki dönemde Arjantin’de yapılacak toplantıda dijital okuryazarlık kavramını tartışacak. Peki medya okuryazarlığında biz ne durumdayız?
AVRUPA’DA SONDAN İKİNCİYİZ!
Bir taraftan veri güvenliğini diğer taraftan ‘fake news’ vebasını araştırırken bu hafta açıklanan 2018 Medya Okuryazarlığı Endeksi’nde Türkiye’yi aradı gözlerim. Toplam 35 Avrupa ülkesi arasında Finlandiya, Danimarka ve Hollanda medya okuryazarlığında zirvede yer alıyor. Listenin sonuna baktığınızda da sırasıyla Arnavutluk, Türkiye ve Makedonya’yı görüyoruz. Türkiye medya okuryazarlığında 35 ülke arasında 34. sırada. Facebook’un en yaygın kullanıldığı, herkesin elinde bir telefonun bulunduğu bir ülke için bu durum
oldukça kaygı verici.
TOPLUMSAL GÜVENİN ZAYIF OLDUĞU ÜLKELER RİSKLİ
Medya okuryazarlığının en yüksek olduğu ülkelerin ortak özelliği toplumsal güvenin de çok yüksek olması. Yurttaşların birbirine güvendiği toplumlarda sahte haberlerin etkisi daha sınırlı oluyor. Yani bir ülkede insanlar birbirine daha çok güvendiği zaman medya okuryazarlığı seviyesi düşük olsa bile sahte haberler üzerinden manipülasyon büyük bir tahribata yol açmıyor. Çünkü ‘fake news’ vebası en çok toplumsal güvenin zayıf, medya okuryazarlığının düşük olduğu yerlerde yaşam buluyor. Örneğin, 2016 ABD seçimlerinde yalan haberlerin bu kadar yaygın ve başarılı bir şekilde kullanılmasının nedeni Amerikan toplumunun neredeyse karpuz gibi ortadan ikiye bölünmüş olması. Medya okuryazarlığını bir de bu boyutuyla, yani toplumsal huzura olan katkısı nedeniyle önemsememiz gerekiyor. Ülkenin huzuru da, demokrasinin geleceği de buradan geçiyor. Bunun için de geleneksel medyaya her zamankinden daha
çok görev düşüyor.
VERİ ÇOK, TEYİT YOK!
Facebook’un 50 milyon seçmene ait, gizli kalması gereken veriyi Cambridge Analytica adlı şirkete vermesiyle patlayan skandalın ortaya çıkardığı bu gerçek insanı korkutan cinsten. Elon Musk başta olmak üzere pek çok ünlü Facebook hesabını kapattı. #deletefacebook etiketi Twitter’da zirveye çıktı. Acaba gerçekten Facebook’tan çıkma zamanı geldi mi?
GALİBİYETİN SAHİBİ ÇOK OLUR!
Önce ne olduğunu hatırlatayım. Cambridge Analytica (CA), seçim stratejisi satan bir danışmanlık şirketi. İddiaları, seçmenlerin psikolojik profillerini çıkarıp o profile göre mesaj iletmek ve bunu da ‘big data’ dediğimiz büyük dijital veri ile yapmak. CA hem Trump hem de Brexit seçimlerinde rol aldığını iddia eden bir şirket. Şirketin bu hafta skandal nedeniyle istifa etmek zorunda kalan CEO’su Alexander Nix bakın Trump’ın zaferini nasıl sahipleniyor: “Bütün araştırmaları biz yaptık, verileri biz topladık, hedefleri biz belirledik. Analiz, hedefleme, dijital ve televizyon kampanyalarını biz yürüttük ve bizim veriler tüm kampanya stratejisini belirledi!” Eğer bu ve benzer abartılı iddialar gizli kamera ile kayda alınmasaydı belki de biz bugün CA’yı konuşmuyor olacaktık. Peki bu CEO’nun söyledikleri ne kadar doğru? Gerçekten de CA daha evvel kimsenin akıl etmediği bir şey mi yapıyor? Gelin hikâyenin başlangıcına dönelim.
HER ŞEY BASİT BİR TESTLE BAŞLIYOR!
Hikâye, Cambridge Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nden üç doktora öğrencisinin her psikoloji dersi alan öğrencinin öğrendiği Big 5 adlı kişilik testini Facebook’a taşımasıyla başlıyor. Big 5 ya da 5 Faktör Kişilik Testi insanları 5 temel kişilik özelliğine göre gruplara ayıran basit bir test. İnternette hemen bulabileceğiniz bu test, sizin ne derece dışa açık, uyumlu, sorumlu, dengeli ve yeni deneyimlere açık bir kişi olduğunuzu ölçüyor. Facebook’un yeni popüler olduğu zamanlarda bu herkesin bildiği testi Polonyalı Michal Kosinski Facebook’a taşıyor. Kısa sürede milyonlarca kişinin teste Facebook üzerinden katılması sonucu ortaya belki de dünyanın en kapsamlı psikolojik veri tabanlarından biri çıkıyor. Ve elde edilen bu büyük veri ile araştırmacılar çeşitli modellemeler yapıyor. Mesela anlaşılıyor ki Lady Gaga sevenler daha ziyade dışadönük iken felsefe sevenler daha ziyade içedönük.
SİZİ SİZDEN İYİ BİLEN MODEL!
Kosinski ve arkadaşları 2012 yılında yayınladıkları bir çalışmada, bir kullanıcının yaptığı 68 Facebook ‘beğenisi’ ile ırkını, dinini, alkol ve sigara kullanımını ya da Demokrat Partili mi yoksa Cumhuriyetçi Partili mi olduğunu yüzde 85 ve üstü bir oranda tahmin edebildiklerini gösteriyor. 70 beğeni ile bir kişiyi arkadaşından daha iyi tahmin edebiliyorlar. 150 beğeni ile bir kişi hakkında o kişinin anne-babasından, 300 beğeni ile o kişinin hayat arkadaşından çok daha isabetli bir tahmin yapabiliyorlar. Yani ne kadar çok beğeni o kadar isabetli bir tahmin. Hatta olay öyle bir noktaya geliyor ki belli bir sayıdan sonra algoritma tahmini kişinin kendi tahmininden bile daha isabetli çıkıyor. Bu sonuçlar 2012’de yayınlandıktan sonra hikâyeye, Cambridge Üniversitesi’nden Kosinski’nin Moldovalı meslektaşı Aleksandr Kogan ve onunla birlikte Cambridge Analytica adlı şirket dahil oluyor.
CAMBRIDGE ANALYTICA NE YAPTI?
50 yıl devam eden iki farklı çalışmanın sonucuna göre hayatta başarılı olan insanları birbirinden ayıran faktörün zekâ ya da sosyal sınıftan ziyade benlik kontrolü olduğunun altını çizmiştim. Hafta boyunca özellikle ebeveynlerden yüzlerce mesaj geldi. Nedir benlik kontrolü? Çocuklara benlik kontrolü kazandırmak için ne yapmalı?
BENLİK KONTROLÜ NEDİR?
Kabaca söylemek gerekirse benlik kontrolü kendi duygularımızı kavrayıp idare etme becerisi demek. Yani içgüdüsel olarak aklımıza eseni yapmayıp sabırla belli bir plan çerçevesinde hedefimize yönelmek olarak da tanımlayabiliriz. Mesela her acıktığımızda çok tatlı ya da çok yağlı yemekler yemiyorsak bunun bir sebebi duygularımızı kontrol edebilme becerimiz. Dikkat ederseniz bir beceri diyorum zira benlik kontrolü zihinsel bir süreç sonucu ortaya çıkıyor. Benlik kontrolü literatürde farklı adlarla ama en çok duygu kontrolü ya da duygu düzenleme becerisi olarak geçiyor (emotion regulation). Bu konuda kimler araştırma yapıyor diye bakınca karşıma Koç Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nden Doç. Dr. Bilge Selçuk’un pek çok çalışması çıktı. Peki ne bulmuş Bilge Hoca benlik kontrolü konusunda...
ÜRKEK, UTANGAÇ ÇOCUKLAR
Bir kere mizaç önemli diyor Bilge Hoca. Yani siz ebeveyn olarak ya da bir eğitimci olarak karşınıza gelen her çocuğa kalıptan çıkma yöntemlerle duygusal kontrol becerisi kazandıramazsınız. Çünkü her çocuğun mizacı ayrı. O nedenle ilk yapılması gereken çocuğun mizacı konusunda uzman olmak. Bilge Hoca ve arkadaşlarının Türkiye’de yaptığı bir araştırma bu açıdan ilginç. Ürkek, çekingen, utangaç mizaca sahip çocuklar genel olarak diğer çocuklara göre duygularını idare etmekte çok daha fazla zorlanıyor. Ama ürkek, çekingen, utangaç mizaca sahip çocukların anneleri eğer çocuklarının mizacı konusunda daha duyarlı ise ortaya bambaşka bir sonuç çıkıyor. Duyarlı annelerin ürkek, çekingen, utangaç çocukları diğer tüm çocuklardan daha iyi idare ediyor duygularını. Yani mizaç önemli ama ondan daha önemli olan ebeveynlerin o mizacı hesaba katan tutum ve davranışları. Çocuk yetiştirmede daha önemli bir düstur yok.
SICAK İLGİ-DUYARLILIK
Her ebeveynlik davranışı her çocuk üstünde aynı etkiyi göstermez. Çocuğun mizacına uygun olacak şekilde çocuk yetiştirme davranışı göstermek gerekir. Birden çok çocuk yetiştiren anne-babalarla konuştuğunuzda size hemen söyleyecekleri bu basit gerçek, özellikle çocuklara benlik kontrolü kazandırma sürecinde çok önemli. O nedenle tek bir reçeteden ziyade, çocuğun özelliklerini dikkate alarak çocuğa ve duruma uygun bir ebeveynlik tarzı geliştirmek gerekiyor. Bilge Hoca mizaca göre ebeveynlik konusunda sıcak ilgi ve duyarlılık kavramları arasında keskin bir ayrım yapıyor. Sıcak ilgi, yani çocuğa fiziksel olarak sarılmak, kucaklamak, öpmek ile duyarlılık yani çocuğu tanımak, özelliklerine dikkat etmek, kuralları çocuğun özelliklerine göre gerektiğinde değiştirebilmek apayrı şeyler. Yapılan çalışmalara göre Türkiye’deki ailelerde sıcaklık yüksek ama duyarlılık az. Yani çocuklarımızı sevip okşama, onlarla sıcak temas kurma konusunda iyiyiz. Fakat bunun yanında onları tanımak, oldukları gibi kabul etmek ve daha da önemlisi onların mizacına göre kendimizi değiştirmek noktasında mesafe almamız gerekiyor. Mesela çocuk çok yorgun mu, üzgün mü, öyleyse kurallarımda bugün ısrarcı olmayayım demiyoruz pek. Öyle olunca da mesela ürkek-çekingen mizaca sahip çocuklar çok daha fazla zorlanıyor hayatta. Ama ebeveynleri daha duyarlı olduklarında ürkek-çekingen mizaca sahip çocuklar akranlarından bile daha iyi bir şekilde duygularını kontrol etmeyi beceriyor. En zorlayıcı mizaç özelliklerine sahip çocuklara karşı anne-babalar sabırlı, anlayışlı, duyarlı ve destekleyici olduklarında, bu çocuklar pozitif anne-baba tutumlarına en iyi geri dönüşü veriyor. Galiba hayatın her yerinde aynı kural geçerli: Emek harcayınca sonuç daha kıymetli oluyor...