Özellikle ebeveynlerin en çok merak ettiği soru bu. Nedir bir çocuğu hayatta başarılı kılan şey? Zekâ mı, çaba mı? Genetik mi, çevresel etkenler mi? Bu sorulara yanıt vermek için bir çocuğu alıp on yıllarca takip etmeniz gerekiyor. Biz buna ‘boylamsal araştırma’ diyoruz. Aynı kişiyi yıllar itibariyle defalarca yeniden gözlemleyip neyin niçin değiştiğini anlamaya çalışan zahmetli çalışmalar bunlar. Bugün size o araştırmalardan ikisinin hikâyesini anlatacağım. İlki 1960’larda başlayan basit bir test, ikincisi de bir gün bizde de yapılmasını umduğum milli bir araştırma.
BASİT BİR TEST
1960 senesinde çocuklarda sabır üzerine araştırma yapan Stanford Üniversitesi profesörü Walter Mischel çok basit test geliştirir. Bir odada çocuğu karşılayan araştırmacı elindeki lokumu (marshmallow) çocuğa göstererek ona iki seçenek sunar: İstersen bu lokumu hemen sana verebilirim ama eğer 15 dakika beklersen sana iki lokum vereceğim. Araştırmaya katılan 4-6 yaş arası çocukların küçük bir kısmı lokumu hemen yer, bekleyebilenlerin ise yaklaşık üçte birlik bir kısmı 15 dakika bekleyip ikinci lokumu da hak eder. Buraya kadar ilginç bir şey yok ama bu basit testin ortaya çıkardığı gerçek ancak yıllar sonra belli oluyor.
SABRIN SONU!
Lokum testinin bugün tüm çocuk gelişim kitaplarında klasik bir çalışma olarak anlatılmasının nedeni bu testin uzun vadede çok şaşırtıcı sonuçlarının olması. 4-5 yaşlarında bu testte ikinci lokumu bekleyecek kadar sabırlı olan çocuklar ile lokumu gördüğü anda yiyen çocuklar arasında ileriki yaşlarda çok ciddi farklar ortaya çıkıyor. İkinci lokumu bekleyecek kadar sabırlı olan çocuklar hem tüm standart testlerden daha yüksek puan alıyor, hem daha az kötü alışkanlıklara başvuruyor, hem de sağlıktan maddiyata pek çok başka alanda daha pozitif sonuçlar gösteriyor. Kısaca bu basit test yıllar sonra kimin hayatta başarılı olacağına dair şaşırtıcı bir barometre sunuyor bize. İster obezite oranlarına bakın, ister eğitim ve gelir göstergelerine sonuç hep ikinci lokumu bekleyenlerin lehine... Peki nedir bu testi sihirli kılan şey? Nedir ölçülen? Yanıtlar sol altta.
DUNEDIN ARAŞTIRMASI
YENİ Zelanda’da bir üniversite şehri Dunedin. 1972 yılında bir ekibin yaptığı çalışma şimdi bu kenti tüm dünya literatürüne sokmuş durumda. Çalışma ilk başta iddialı ama kısa vadeli bir hedefle yola çıkıyor: 1 yıl boyunca kentin en büyük hastanesinde doğan tüm çocukların temel sağlık bilgileri kayıt altına alınacak ve bu çocuklar 3 yıl sonra yeniden ziyaret edilecek. Toplam 1037 çocukla başlayan bu boylamsal araştırmaya katılan her çocuk, önce 3 yaşında, sonra da belli aralıklarla toplanan verilerle izlenmeye halen devam ediyor. Peki bu araştırma hayatta başarının sırrı konusunda bize ne söylüyor?
Türkiye genç bir ülke ama OECD verilerine göre 18-24 yaş aralığındaki gençlerin üçte biri ne okulda ne işte ne de herhangi bir kurs ya da spor faaliyetinde. Bu oranla yalnızca gençlerini en ‘atıl’ durumda tutan ülke olarak tarihe geçmiyoruz, aynı zamanda geleceğini en hoyratça heba eden ülke de oluyoruz. Zira diğer ülkelerin hiçbirinde genç nüfus oranı ve genç nüfus sayısı bizimki kadar yüksek değil! Bizde hem nüfus çok genç hem de gençlerin sayısı çok yüksek. Nitekim yukarıdaki veriye göre sadece 18-24 yaş arasında 4 milyonu aşkın genç, eğitim ya da istihdama dahil değil. Neredeyse İrlanda’nın toplam nüfusuna denk bir rakam bu! Ama bu rakam ardında başka bir acı tabloyu da saklıyor. Sorun cinsiyet ayrımcılığında.
Evet gençlerde genel durum berbat ama daha vahim olan bu yüksek oranın sebebi kadınların neredeyse yarısının eğitim ve istihdam süreçlerinin tamamen dışında tutulması. Genç kadınlarda bu oran yüzde 46 ile rekor kırıyor, neredeyse OECD ortalamasının üç katı. Yani Türkiye’de bir genç kadın tipik bir OECD ülkesine göre üç kat daha fazla eğitim ve ekonomik hayatın dışına sürgün edilmiş durumda. Bu oranla bize en yakın ülke olan Meksika’nın bile 10 puan gerisine düşüyoruz. Oysa genç erkeklerde bu oran yüzde 19.6. Neredeyse OECD ortalamasını tutturabiliyoruz. Hatta bizim genç erkekler İtalya, Yunanistan, İspanya ya da Fransa’daki akranlarından çok daha yüksek bir oranda eğitim ve istihdama katılıyor. Özetle sorun Türkiye’nin gençlerini eğitim ve istihdama katma sorunu değil. Sorun Türkiye’nin genç kadınları eğitim ve istihdam dışında bırakma sorunu. Bir başka ifadeyle ortada bariz cinsiyet ayrımı var. Ve sorun gençlerle sınırlı değil maalesef.
KADINLARIN İSTİHDAM ORANI YARISINDAN AZ OLDU
Yukarıdaki başlığı TÜİK tarafından bu hafta açıklanan ‘İstatistiklerle Kadın’ başlıklı bilgi notundan aldım. O nottaki verilere bakınca yukarıda OECD tarafından gençler için yapılan analizin aslında bizde tüm nüfusu kapsadığını acı bir şekilde yeniden görmek mümkün. TÜİK’e göre Türkiye’de 15 yaş üstü istihdam oranı yüzde 46. Ancak bu rakam tek başına yanıltıcı, zira sorun yine kadınları ekonomik hayatın dışında bırakma sorunu. Şöyle ki erkeklerde istihdam oranı yüzde 65 ve bu oranla aslında durumumuz hiç de fena değil. Bu anlamda OECD ortalamasının da, Avrupa Birliği ortalamasının da çok uzağında değil bizim erkekler. Ama kadınların istihdama katılımına baktığımızda asıl fark ortaya çıkıyor, zira bizde bu oran yüzde 28. Bu oranla OECD ülkeleri arasında yine en sonda yer alıyoruz. Peki bütün bu ayrımcılığın ekonomik bir faturası yok mu?
MAÇA YARIM KADROYLA ÇIKIYORUZ!
Kadınları ekonomik hayatın dışında tutarak dünya ile rekabet etmek mümkün değil. Özellikle global rekabetin geldiği bu noktada karşı takım sahaya tam kadro çıkarken sizin oyuncuların yarısını saha dışında tutarak maçı kazanma şansınız yok. O yüzden de tüm kalkınma ekonomistleri hep aynı şeyi söylüyor: Kadınları ekonomik hayatın dışına iten ülkeler geri kalmaya mahkûm. İlerlemek için yapılması gereken, kadınları istihdama katacak mekanizmaları hayata geçirmek.
KİŞİ BAŞI 5 BİN DOLAR!
Kalpana Kochhar
Robotlar hayatımızı nasıl etkileyecek diye merak etmeye gerek yok, daha şimdiden büyük veriye (big data) bağlı algoritmalar hayatımıza yön vermeye başladı bile... Son Amerikan seçimleri üzerinden anlatayım.
TRUMP KAMPANYAYI BİR ÇÖMEZE TESLİM ETTİ!
Trump, bu hafta herkesi şaşırtan bir karar aldı. Tek tecrübesi Trump’ın 2016 seçimindeki dijital kampanyasını yönetmek olan genç bir isim olan Brad Parscale’ı 2020 başkanlık seçim kampanyasının şefi olarak atadı. Bu resmi atama çok önemli zira Amerikan başkanlık seçimlerine efsane kampanya şefleri yön verir. Bütün kampanyadan sorumlu bu isimler bazen adayın bile önüne geçer. Karl Rove mesela, George W. Bush’a rağmen ona başkanlığı kazandıran kampanya şefi olarak tarihe geçti. David Plouffe da Obama’ya iki seçimi açık arayla kazandıran kampanya şefi olarak anılıyor. Trump’ın 2016 kampanyasında öne çıkan bir kampanya şefi yok ama o süreçte dijital kampanyaları yöneten bir isim var: Brad Parscale. Trump, şimdi tüm kampanyasını bu isme, adı sanı duyulmamış birine devretmiş durumda... Bunun nedeni 2016 seçimlerinde dijital kampanya stratejisinin tüm seçim kampanyasına yön vermiş olması. Hatırlatayım...
TRUMP’IN SIRRI DİJİTALDE
2016 seçimlerini şöyle bir hatırlayalım. Clinton, Trump’tan iki kat daha fazla bütçeye sahip. Ekip derseniz bir tarafta pek çok seçim kazanmış Clinton kampanyasını yöneten tecrübeli bir kadro diğer tarafta daha önce tek bir seçime girmemiş derme çatma bir ekip. Demografi deseniz o da Trump’ın aleyhine. Öyle olduğu için tüm kamuoyu yoklamaları Clinton diyor. İşin doğrusu yapılan seçimde yoklamalar doğru çıkıyor. Clinton, Trump’tan çok oy alıyor ama oyları yanlış yerde alıyor. Trump aradaki farkı kapatması gerektiği yerlerde farkı kapatıyor. Bunu da dijital medyayı çok daha etkili bir şekilde kullanarak yapıyor.
İŞİ ALGORİTMALARA BIRAKAN KAZANIYOR!
2016’yı hatırlayalım. Clinton ekibi televizyon reklamlarına milyonlar harcarken Trump aylarca tek kuruş harcamıyor. Peki ne yapıyor? Şimdi kampanyasını emanet ettiği Brad Parscale’ı buluyor ve ona dijital reklamları yönetme işini veriyor. Şimdi sıkı durun. Daha önce çok seçim kazanmış uzmanlardan oluşan Clinton ekibi kendi dijital kampanyasını geliştirirken, Trump’ın çömez dijital kampanya direktörü Parscale, zaman ve bütçe yetersizliğinden dolayı tüm işi Facebook, Twitter, Instagram ve YouTube gibi platformların algoritmasına bırakıyor. Bu şirketler de her büyük reklamverene yaptığı gibi birer elemanı Parscale’ın emrine veriyor. Kampanyanın bundan sonrasını bu devasa şirketlerin elindeki büyük veri (big data) hallediyor. Bazen günde aynı mesajın yüzlerce versiyonu piyasaya sürülüyor. En başarılı olan reklam istenilen eyalette, istenilen yaş grubuna istenilen dozda gidiyor. Sonuçta hangi stratejinin galip geldiğini biliyorsunuz. Dolayısıyla önümüzdeki seçimlerde geçmişte seçim kazanmış uzmanların yerini büyük veriye dayanan algoritmaların alacağı muhakkak.
AYNI REKLAMA İKİ AYRI TARİFE!
Verileri kimsenin okumadığı raporlardan çıkarıp, herkesin anlayabileceği basit görsellere dönüştürüyor. Yurttaşlar, karşılaştırmalı uluslararası verilerle daha akılcı tercihlerde bulunsun diye... Bu hafta size o verilerden ikisini paylaşacağım. İkisinde de zirvedeyiz. Zaten son zamanlarda bu tür uluslararası sıralamalarda Türkiye’yi bulmak çok kolaylaştı... Ya zirvedeyiz ya da en dipte. Arası yok nedense...
BİZDEN ÇOK MESAİ YAPAN YOK!
Baktığım tablolardan biri fazla mesaiyle ilgili. OECD tarafından resmi kaynaklardan toplanan verilere göre 60 saat ve üstü mesai yapan çalışan oranında OECD ülkeleri arasında zirvedeyiz. Evet doğru okudunuz 60 saat ve üstü en çok çalışan oranı yüzde 23.3 ile bizde. Yani neredeyse her 4 çalışandan biri haftada en az 60 saat çalışıyor. Diğer ülkelerin hiçbiri bize yaklaşamıyor bile. Mesela İsrail’de bu oran yüzde 15. Hani şu çok çalışkan dediğimiz Almanya’da ise oran yüzde 3.3. İşçi haklarının son derece kısıtlı olduğu ABD’de bile fazla mesai yapmak durumda olan çalışan oranı yüzde 3.8. Özetle OECD ülkeleri arasında bizden çok çalışan yok.
ÇALIŞIYORUZ DA NE OLUYOR?
Soru bu. Öyle ya bu kadar çok mesai yapınca sonuç ne oluyor? Daha çok mu üretiyoruz? Hayır. Daha çok mu kazanıyoruz, o da hayır. Zira biliyorsunuz OECD ülkeleri içerisinde gerek üretkenlik gerek verimlilik bazında sonlarda yer alıyoruz. Çok çalışmak çok üretmek demek değil. Tabii bir de meselenin istihdama katılım boyutu var. Türkiye OECD ülkeleri içinde hem kadınları hem gençleri istihdama katma oranında en kötü durumda. Öyle olunca nüfusun çok daha az bir kesimi istihdama katılıyor, ama istihdama dahil olanlar daha çok mesai yapıyor. Evde oturan, sokakta boş gezen her yurttaşın yerine çalışanlar biraz daha çok çalışıyor... Hal böyleyken de ortaya çalışanlar açısından ağır bir kişisel fatura çıkıyor.
ÇOK ÇALIŞAN ÇOK MUTSUZ!
OECD, çalışanların işleriyle özel yaşamları arasındaki dengeyi de ölçüyor yıllardır. En son açıklanan 2017 raporuna bakınca yine zirvede Türkiye’yi görüyoruz. 0 ile 10 puan arası değişen bu indekste bizim aldığımız puan 0. Evet doğru okudunuz! Hollanda, Danimarka ve Fransa gibi ülkeler 9 puanla zirvede, yurttaşlarına en iyi iş ve özel yaşam fırsatı sunan ülkeler. Türkiye’de kadın çalışanlar erkek çalışanlara göre biraz daha iş-özel yaşam dengesini kurmuş görünüyorlar ama hem kadınlar hem erkekler OECD ülkeleri arasında en stresli grubu oluşturuyor.
En son Florida’da gerçekleşen saldırıda 17 çocuk öldürüldü. Saldırgan da psikolojik sorunlarından dolayı daha önce okuldan atılan başka bir genç. Ne oluyor? Neden oluyor?
GÜNDE 30 CAN
Amerika’da her 100 kişiye düşen bireysel silah sayısı 101! Yani nüfustan çok silah var. Diğer gelişmiş ülkelerde bu oranın yarısı bile yok. Kanada, Almanya ve Avusturya gibi ülkelerde de oran yüksek ama her 100 kişiye ancak 30 silah düşüyor. Aynı araştırmaya göre Türkiye’deki oran ise her 100 kişiye 12 silah.
Pek çok araştırmaya göre nüfusun neredeyse yarısının evinde bir silahı var ama yüzde 70’i en az bir kere silah kullanmış bir ülkeden söz ediyoruz. Silah sahibi olmayanların dahi yarısı eline bir silah alıp atış yapmış durumda. Silah sahibi olanların üçte ikisinin evinde birden çok silahı var. Geri kalanların evinde ise 3 ya da daha çok silah var. Özetle ülke ağzına kadar silahlanmış durumda.
Amerika’da silahlı ölüm oranı İngiltere’nin 30 katı. En son verilere göre günde 30 kişi silahlı bir saldırı sonucu hayatını yitiriyor. Her gün 30 kişi! Ve ortalama olarak her iki ayda bir çift haneli toplu ölümlerle sonuçlanan saldırılar gerçekleşiyor. Bunun temel nedeni silaha ulaşmanın önünde hiçbir engelin olmaması. Silah satın almak için herhangi bir markete gidip birkaç yüz dolar vermeniz yeterli. Bir laptop parasına makineli tüfek almak ve bir seferde onlarca kişiyi öldürmek mümkün.
Kamuoyu yoklamalarında Amerikalıların neredeyse yüzde 65’i silahlanmaya sınırlama getirilmesini istiyor. Ama siyasetçiler bir türlü bu isteği yerine getiremiyor. Bunun temel sebebi lobi faaliyeti. Zira Amerika’nın en büyük lobisi silah lobisi. O nedenle bu kadar ölüme rağmen silah satın almanın önüne bir engel koymak hâlâ politik olarak imkânsız. Amerikan muhafazakâr sağı için silah sahibi olmak kutsal bir dava. Bir de lobi deyip geçmeyin Amerika’da seçim demek, para demek.
BİZDE HIZLA DEĞİŞİYOR!
New York Üniversitesi’nden genç meslektaşım William Brady’nin yarım milyondan çok Twitter mesajını inceleyerek ortaya çıkardığı bu sonuç özellikle politik arenada at koşturanlar için önemli ipuçları veriyor.
KAHVEDEN SOSYAL MEDYAYA GEÇİŞ
Eskiden toplumsal meseleler üzerine tartışmalar ya köy meydanlarında ya da kahvehanelerde olurdu. Ama modern hayatla birlikte ortak yaşam alanları fiziksel dünyadan sanal dünyaya geçti. Öyle olunca da özellikle toplumsal konularda bir derdi olan içini sosyal medyada döküyor. Hele bizim gibi toplumsal sorun anlamında bereketli topraklarda sosyal medya, artık açık ara tek toplumsal müzakere zemini. Malum, Türkiye dünyada Facebook ve Twitter’ı en çok kullanan ülkeler arasında.
DUYGUSAL KELİME Yüzde 20 ARTTIRIYOR!
Brady toplumsal kamplaşmanın yoğun olduğu birkaç alanda yapılan paylaşımları incelediğinde çok ilginç bir sonuca varıyor. Akla dayalı, ahlaki içerik genelde retweet (iletiyi tekrar paylaşma) sayısını arttırmıyor. Yani istediğiniz kadar moral argüman geliştirin, insanlar bu mesajı duymak ya da yaymak istemiyor. Ama eğer aynı mesajı duygusal bir tonda verirseniz, yani meseleye damardan girerseniz bu sefer manzara değişiyor. Öyle ki bir tweet’te yer alan her bir duygusal kelime, o tweet’in retweet edilmesini yüzde 20 oranında arttırıyor. 5 duygusal kelime içeren bir tweet tamamen akla seslenen bir tweet’ten iki kat daha çok paylaşılıyor.
SES KARŞI MAHALLEYE GİTMİYOR
Toplumsal kamplaşmanın yoğun olduğu konularda yapılan paylaşımların duygusal tonu çok önemli. Zira duygusal ton arttıkça, paylaşım sayısı da artıyor. Ancak bu artış daha ziyade benzer dünya görüşüne sahip kişiler tarafından gerçekleşiyor. Yani sağcı birinin herhangi bir toplumsal haksızlığa gösterdiği duygusal tepki kendi kesimi tarafından hızla yayılıyor. Aynı şekilde solcu birinin adaletsizliğe isyanı solcular tarafından duyulup paylaşılıyor. Bu seslerin karşı tarafa ulaşabilmesi meseleye ne kadar damardan girildiğine bağlı. Dolayısıyla eğer derdiniz sesinizi karşı tarafa duyurmak ise sadece akla seslenen argümanlarla, yalnızca adaletsizlik var demek yerine, meseleye daha duygusal bir dille yaklaşmak gerekiyor. Amaç insanlarda duygusal bir tepki oluşturmak. Ancak o zaman hem kendinize yakın dünya görüşüne sahip insanları etkileme şansınız, hem de sizden farklı düşünenlere ulaşma olasılığınız artıyor.
Böyle olduğu için de tüm anketlerde işsizlik halkın en çok çözüm beklediği sorunlardan biri. Peki işsizliği kim çözecek?
DEVLET KADROSU PATRON MERHAMETİ!
Yeni istihdamı biz ısrarla ‘ya devlet ya patronlar’ çözsün diye bekliyoruz. Türkiye’nin en iyi eğitilmiş kesimine ‘atanamayanlar’ diyor olmamız meselenin bir boyutunu gösteriyor zaten. Devlet dışında hiçbir yerde istihdam edilemeyecek milyonlar yetiştiriyoruz. Bu ‘atanamayanların’ dışında kalan kesime de çare olarak patronları gösteriyoruz. Her sene birkaç defa ‘istihdam seferberliği’ adı altında büyük patronlardan var olan istihdam sayılarını arttırmasını bekliyoruz. Peki Türkiye yeni istihdam ihtiyacını bu iki kaynaktan giderebilir mi?
YENİ GİRİŞİMCİLERE İHTİYAÇ VAR!
Dünyada yeni istihdam sorununu ne devlet ne de patronlar çözüyor. Yeni istihdamı yeni girişimler yaratıyor. Bizim de içinde yer aldığımız OECD ülkelerinde istihdam alanlarının üçte ikisini adına startup ya da KOBİ dediğimiz küçük ve orta ölçekli yeni girişimler sağlıyor. Türkiye’nin ne devlet kadrosuna ne de patron merhametine ihtiyacı var. İhtiyacımız olan şey yeni girişimciler.
TÜRKİYE GİRİŞİMCİLİK YARIŞINDA GERİLİYOR!
Global Entrepreneurship Network Türkiye’nin de içinde olduğu toplam 130 ülkedeki girişimci ekosistemini her yıl ölçüyor (https://genglobal.org/content/about-gen). Türkiye 2015’te dünyada yeni girişimler için en iyi ekosistemi kuran 25 ülkeden biri iken 2018’de ancak 37. sırada yer alabildi. Bir G-20 ülkesi olan Türkiye için bu kabul edilebilir bir sıralama değil elbette. Bizim bu trendi tersine çevirmek için bir taraftan ‘Yol Ayrımındaki Türkiye’ kitabında detaylıca yazdığım yapısal reformlara tekrar dönmemiz gerekiyor. Ama aynı zamanda bizim bu zor koşullara rağmen girişimci olmayı seçen rol modellerine de ihtiyacımız var. O nedenle her hafta ayrı bir girişimciyi tanıtmaya özen gösteriyorum: Kars, Ankara ve New York’tan sonra sıra Silikon Vadisi’nde.
MEMURLUKTAN SİLİKON VADİSİ’NE BİR GİRİŞİMCİLİK HİKÂYESİ
Her hafta size hayatın farklı zirvelerinden bir kadını tanıtmaya gayret ediyorum. Bu hafta size akademinin zirvesinde bir kadını, Prof. Dr. Tülin Erdem’in hikâyesini anlatmak istiyorum. Bunun özel bir de nedeni var. Tülin Hoca benim de ders verdiğim New York Üniversitesi’nin Marketing Bölüm Başkanı olarak seçildi. Resmi olarak yüzde 40 görüşe sahip olduğu için babasının ‘Üniversiteye gidip gözlerini yorma’ dediği Tülin Hoca nasıl oldu da hem akademinin zirvesine çıktı hem de Samsung-Apple davasında olduğu gibi dev şirketlerin aradığı bilirkişi oldu?
BERKELEY’İN EN PAHALI HOCASI!
Babası memur, annesi ev hanımı olan Tülin Hoca’nın başarısı yeni değil. Boğaziçi Ekonomi Bölümü’nden birincilikle mezun oluyor. Kanada’da burslu okuyup doktorasını bitirdiğinde, bütün alanlardaki tüm doktora öğrencilerinden sadece bir kişiye verilen Kanada Altın Madalyası’na layık görülüyor. Yale, Chicago, MIT gibi dünyanın en iyi 12 üniversitesinden birden teklif alan başka bir akademisyen var mı bilmiyorum... NYU’ya gelmeden önce UC Berkeley’de 10 yılda kürsü başkanı bir profesör oluyor ve aldığı maaşla gazetelere haber oluyor. Zira Tülin Hoca o yıllarda Berkeley’in en yüksek maaş ödediği 10 akademisyenden biri ve listedeki tek kadın!
‘BİR SİNYAL OLARAK MARKALAMA’
Markalama sahasında en önemli kuramlardan birine imza atan Tülin Hoca’ya göre her marka bize bir şeyleri ‘sinyal’ ediyor. Bu anlamda en etkili sinyal, bizim duygularımıza hitap eden sinyaller. Hedef kitlesine duygusal düzeyde hitap eden bir hikâye olmadan iyi bir marka ortaya çıkmıyor.
KADINLARIN AVANTAJI VAR...
Tülin Hoca’ya Türkiye’de kadınların işgücüne katılımını da soruyorum. Fotoğraflarda arka sıralara itilen kadınları hatırlatınca çok umut veren bir şey söylüyor: “Markalar duygusal kodlarla yaratıldığı için kadınlar marka yaratmada erkeklerden daha avantajlı. Türkiye’deki kadın girişimcilerin çoğunun da çok ilham verici öyküleri var ve bu öyküler duygusal kodlarla müthiş markalara dönüşebilir. Bunun örneklerini görmeye başladık ama bu daha başlangıç. Ben önümüzdeki dönemden daha da umutluyum.”
İNSANLAR NEDEN DOĞRU OLMADIKLARINI BİLDİKLERİ ŞEYLERE İNANIYOR?