Gözlemlerini ana başlıklar halinde şöyle ifade edebilirim:
TÜRKİYE’NİN RET YANITI DİKKATE ALINMADI
Birinci problemli durum, AB’nin “Türk tarafının olumsuz yanıtını resmi olarak ve gecikmeli bir şekilde bildirmesi üzerine aramanın durdurulduğu” yolundaki beyanının gerçeği yansıtmamasıdır. Süreç, AB’nin Libya’ya BM silah ambargosunu denetlemek amacıyla oluşturduğu IRINI Harekât Merkezi’nin pazar günü saat 14.00 sularında Türkiye’nin Roma Büyükelçiliği’ne başvurarak, gemiye çıkmak için izin istemesi ve yanıt için dört saat süre vermesiyle başlamıştır. Büyükelçilik, Türkiye’nin aramaya onay vermediğini pazar akşamı saat 17.44’te Roma’daki IRINI Harekât Merkezi’ne resmi bir yazıyla bildirmiş, buna karşılık bu bildirimin hemen ardından saat 18.00’de arama timi gemiye çıkmıştır.
Türkiye’nin yanıtının gecikmesi nedeniyle operasyonun başlamasının önlenemediği AB tarafından bir mazeret olarak öne sürülebilir. Öyle bile olsa, resmi yazı geldikten sonra başlamış olan operasyonun durdurulması gerekirdi. AB yaptığı açıklamada madem bayrak devletinin izin şartını kabul ediyor, o zaman aramanın hemen sonlandırılması gerekmez miydi?
Oysa pazar akşamı açık denizde yaşanan realite, verilen ret yanıtının IRINI karargâhı tarafından hiçbir şekilde kaale alınmadığını ve helikopterle gemiye inen tam teçhizatlı Alman askerlerinin operasyonu sürdürdüklerini gösteriyor. Üstelik Alman arama timi, gemiye indikten sonra mürettebatın telefonlarını da toplayarak, engelleme yaparak Türkiye ile olan iletişimlerini de kesmiştir. Bunun sonucu uzun bir süre gemi ile Türkiye arasında iletişim kopmuştur.
Daha sonra temas kurulduğunda ve aramanın devam ettiği ortaya çıktığında gece yarısına doğru IRINI Harekât Merkezi’ne kuvvetli bir protesto notası iletilmiştir. Aldığım bilgiler, aramanın pazartesi sabaha karşı 02.00 sularında durduğuna işaret ediyor. Buna karşılık Alman timi gemide kalmış ve hava koşulları nedeniyle ayrılmak için sabahın olmasını beklemiştir.
Burada altı çizilmesi gereken nokta, izin verilmediği halde aramanın saatlerce sürdürülmüş olmasıdır. Avrupa Komisyonu Dış İlişkiler ve Güvenlik Yüksek Temsilcisi Josep Borrell’in sözcüsünün “Türkiye izin talebini reddettiğini bildirince arama durduruldu” şeklindeki sözleri bu anlamda ciddi bir yanıltma içeriyor. Çünkü ret yanıtı aramanın durdurulmasından çok saatler önce bildirilmiştir.
TÜRKİYE’NİN HUKUKEN TANIMADIĞI BİR HÜKÜM KULLANILDI
Geçen pazar günü meydana gelen bu hadise AB’nin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 2016 yılında aldığı Libya’ya silah ambargosunun uygulamasına ilişkin 2292 sayılı kararını gerekçe göstererek başlattığı IRINI isimli harekâtın bir uygulaması olarak ortaya çıktı. Bu harekâtın deniz boyutu, Libya’ya Akdeniz üzerinden ulaşımın -silah sevkıyatını önlemek açısından- askeri yöntemlerle denetlenmesini öngörüyor.
IRINI harekâtının merkezi İtalya’nın başkenti Roma’da. Karargâha bir İtalyan amiral komuta ediyor. Denizdeki unsurların operasyonel komutası ise bir Yunan subayda. Sahadaki denetimleri Yunanistan, İtalya ve Almanya’nın tahsis ettiği firkateyn tipi savaş gemileri yürütüyor.
Bu arada, ilgili BM kararının üçüncü maddesi, kargosundan şüphe duyulan gemilerde yapılacak denetimlerin öncesinde bayrak sahibi ülkenin olurunun alınacağını belirtiyor.
ÖNCE TELSİZLE SORGULAMA
Bu girişten sonra şimdi hadiseye geçelim ve Dışişleri Bakanlığı, Milli Savunma Bakanlığı, IRINI karargâhı, AB Komisyonu ve Dışişleri Bakanlığı’nın bu konudaki açıklamaları ışığında yaşananları büyüteç altına yatıralım.
Olay geçen pazar günü başlayıp pazartesine uzanan bir akış içinde, Libya’nın başkenti Trablus’un 200 kilometre doğusundaki Misurata Limanı’na gitmekte olan “MV Roseline A” adlı ticari kargo gemisinde meydana geldi. Dışişleri’ne göre gemi Ambarlı’dan, IRINI’ye göre Kocaeli Yarımca Limanı’ndan kalkmıştır. Libya’da BM’nin tanıdığı Ulusal Uzlaşı Hükümeti’nin kontrol ettiği bölgede kalan Misurata’da TSK’nın bir askeri harekât merkezi bulunuyor.
Gelişmeler IRINI’ye tahsisli Alman firkateyni Hamburg’un açık denizde Bingazi’nin 160 mil kadar kuzeyinde Türk kargo gemisinin kaptanını telsizle sorgulamasıyla başladı. Dışişleri’nin açıklamasına göre, sorgulama “sabah saatlerinde” yapıldı. Milli Savunma Bakanlığı tarafından yapılan açıklamaya göre ise gemi saat 12.30’da sorgulandı. Sorgulama aşamasında kaptan geminin yükü ve seferi hakkında ayrıntılı bilgi vermiştir.
ARAMA İÇİN İZİN İSTENİYOR
Paylan, üsteliyor “Kaç kişi?” diye.
Tartışma konusu, COVID-19 testi pozitif çıkan ancak hastalık belirtisi göstermedikleri için sayıları kamuoyuna açıklanmayan kişiler... Muhtemelen toplamda yüz binlerce, yüz binlerce insandan söz ediyoruz.
Yer, TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu. Geçen çarşamba günü Sağlık Bakanlığı’nın 2021 yılı bütçesi görüşülüyor. Komisyondaki görüşmelere damgasını vuran konu, tahmin edileceği üzere COVID-19 salgını.
Tabii konu COVID-19 olunca, testi pozitif çıkan vakaların –belirti (semptom) göstermiyorsa- kamuoyundan saklanması, yalnızca belirti gösterenlerin ‘hasta’ başlığı altında açıklanması meselesi bir kez daha sıcak bir başlık halinde Koca’nın karşısına çıkıyor. Muhalefet partilerinden söz alan pek çok milletvekili, son olarak da Paylan bu konuyu açıyor.
Derken oturumun sonunda bütün bu eleştirileri yanıtlarken şöyle konuşuyor Sağlık Bakanı:
“Burada özellikle biz Bilim Kurulumuzla önümüzdeki günler bu konuları tartışıp -altını çiziyorum- ‘toplam vaka’ başlığı altında, ‘yatan hasta’ başlığı altında ‘hasta’ başlığı altında ne varsa bunun hepsini kamuoyuyla nasıl paylaşacağımızı, tabloda nasıl göstereceğimizi de tartışıp göstermiş olacağız.”
Bakan, ayrıca COVID-19 testi pozitif çıkan herkesin HES (Hayat Eve Sığar) koduna işlendiğini belirterek, “HES kodunda gördüğünüz bütün vatandaşlarımız... Pozitif olan herkes orada” diye ekliyor.
Paylan
Bu görsel malzemeyi 5 Ağustos tarihinde bu köşede “Yoğun Bakımdaki Hasta Sayısı Neden Açıklanmıyor” başlığıyla yayımlanan yazımda kullanmıştım. Sağlık Bakanlığı’nın haziran ve temmuz aylarına ilişkin açıkladığı COVID-19 verileri esas alınarak hazırlanmış olan bir grafik bu.
Bugün yapmak istediğimi, geçen yaz pandemiyle ilgili verileri değerlendirmeye çalışırken uzun bir süre zihnimi meşgul eden bazı soruların yanıtlarını yerli yerine oturtma çabası şeklinde görebilirsiniz. Gazeteci olarak zihninizde asılı duran sorular kaldıysa, bugünün verileri üzerinden geçmişe ait bu soruları aydınlatma, meseleyi sorgulamayı sürdürme çabasından kopmamak gerekiyor.
ARTAN VAKALAR NASIL DÜŞTÜ?
Mesele neydi? Mesele, geçen yazın başında salgınla mücadelede normalleşmeye geçildikten sonra açıklanan COVID-19 vakalarının önce birden artmaya başlaması ve ardından bu vakaların, -üstelik yoğun bakım sayıları da yükselirken- birden düşüşe geçmesiydi. O dönemde garipsediğim, şüpheyle yaklaştığım ve sorular sorduğum bir konuya bugün biraz daha net bir şekilde bakabiliyorum.
Bu tartışmanın başlangıç noktalarından biri, ekonomi yönetiminde meydana gelen beklenmedik, sarsıntı yaratan değişikliklerle birlikte Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın kuvvetli bir reform söylemine yönelmesi oldu.
Bir başka kulvarda da Adalet Bakanı Abdulhamit Gül, son günlerde yaptığı konuşmalarda birbiri ardına verdiği bir dizi mesajla kamuoyunun dikkatini yargı reformu başlığına çekti.
Ancak son yargı reformu tartışmasında -geçmişteki benzer süreçlerle kıyaslandığında- bu kez göze çarpan farklı bir durum var. O da kamuoyunun hiç de azımsanmayacak bir kesiminde reform vaatlerinin hemen üstüne atlamayan, önce uygulamayı görmek isteyen ihtiyatlı bir duruşun belirmekte oluşudur.
NETLEŞMESİ GEREKEN SORULAR
Bu temkinli bakış bir dizi faktörden kaynaklanıyor. Bunlardan birincisi, AK Parti’nin 18 yıldır iktidarda olmasının yarattığı psikolojiyle ilgilidir. Kesintisiz bu kadar uzun bir süre iktidarda kaldıktan sonra varılan noktada yargıda köklü bir reform ihtiyacından söz edildiğinde bu bir yorgunluğa yol açıyor.
İkincisi, daha önce gerçekleştirilen benzer reform hamlelerinden sonra reformun ruhundan ve lafzından uzak düşen uygulamaların tetiklediği inandırıcılık meselesidir. Reform düzenlemelerinin yargı alanında hayatın akışıyla sıkça örtüşmemesi, bazı kronik sorunların aynen devam etmesi, kaçınılmaz olarak toplumun geniş bir kesiminde şüpheci bir bakışın belirmesine neden oluyor.
Bu bağlamda, telaffuz edilen reform hazırlığının gerçekten tarafsız ve bağımsız bir yargı hedefiyle değişim yönünde sahici bir arzuyu mu yansıttığı, yoksa konjonktürün dayattığı bir sıkışıklığı aşmak, zaman kazanmak için başvurulan taktik bir hamle mi olduğuna dair kamuoyunda belirmiş olan soruların yanıtlarının netleşmesi gerekiyor.
GÜL: ‘ADALET
“Bunun aması, fakatı, özel gerekçesi olamaz. Doğru bulmuyorum...”
Çiçek ile dün yargı reformu konusundaki tartışmalar ve kendisinin bu konudaki son beyanlarıyla ilgili sohbet ettik. Bir sorum üzerine konu Alaattin Çakıcı’nın CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nu hedef alan açıklamalarına geldi.
Eski TBMM Başkanı, “Böyle bir hakaret varsa savcılığın zaten kendiliğinden soruşturma açması gerekiyor. Kaldı ki, Kemal Bey’in avukatının da bir müracaatı var” diye konuştu.
KAYIT DIŞI SİYASETİN TEZAHÜRÜ
Çiçek’in bu sözlerinden kısa bir süre önce Çakıcı’nın tehditleriyle ilgili olarak Cumhuriyet Savcılığı’nın soruşturma açtığı AK Parti Grup Başkanvekili Bülent Turan tarafından gazetecilere açıklanmıştı.
Peki, organize suç örgütü lideri olduğu gerekçesiyle yargılanıp 20 yıl hapis cezasına çarptırılan ve infaz yasasında yapılan son değişikliklerden yararlanarak serbest bırakılan bir hükümlünün ülkedeki siyasi tartışmanın bir parçası haline gelmesini Cemil Çiçek nasıl değerlendiriyor?
Çiçek, “Ben senelerdir kayıt dışı siyaset diye bir kavramdan söz ediyorum. Bunun birçok alternatifi var. Bu da sözünü ettiğim kayıt dışı siyasetin bir tezahürüdür” diye yanıtlıyor.
KAYIT DIŞI DİN VE EKONOMİYE DE DİKKAT
Bu ifadeleri Mimar Sinan üzerine bir sanat tarihi seminerinden değil, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın üst düzey bir yetkilisinin geçen pazartesi günü Bakan Michael Pompeo’nun İstanbul’a yapacağı geziye ilişkin basına verdiği resmi brifingden alıntılıyoruz.
ABD’li yetkilinin sözleri, Pompeo’nun önceki günkü İstanbul ziyareti sırasında neden Tahtakale’deki Rüstem Paşa Camisi’ni programına dahil ettiği konusundaki bir soruya yanıt olarak geliyor.
Gelgelim Pompeo’nun Rüstem Paşa Camisi’ne de uğraması, İstanbul gezisinin Washington ile Ankara arasında yol açtığı büyük sarsıntıyı hafifletmeye yetmemiştir. Çünkü, ziyaretin ağırlık merkezini ABD Dışişleri Bakanı’nın Fener Patrikhanesi’ne giderek, burada Rum Ortodoks Patriği I. Bartholomeos ile yaptığı görüşme oluşturmuştur.
Pompeo, ziyareti sırasında kaldığı Çırağan Oteli’nde ayrıca Vatikan’ın Türkiye’deki diplomatik temsilcisi Başpiskopos Paul Russell ile de görüşmüştür. ABD doğumlu olan Russell, Pompeo’nun Boston’dan tanıdığı bir din adamıdır.
POMPEO ANKARA’YI ÇOK KIZDIRDI
Türkiye’ye gelen Batılı devlet adamlarının birçoğunun İstanbul’da Fener Patriği’ni ziyaret etmeleri artık alışılagelmiş bir gelenek olmakla birlikte, Pompeo’nun teması her bakımdan farklıdır. Şu nedenle ki, Pompeo bizzat bu görüşme için Türkiye’ye ayak basmıştır.
Bu yönüyle diplomatik gelenekleri altüst eden, Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerin tarihinde benzerine pek rastlanmayan bir ziyaret olmuştur. ABD Dışişleri’nin bu seyahati ilk kez duyurduğu resmi açıklamasında, Fener Patriği ile görüşmede “Türkiye ve bölgedeki dini meselelerin ele alınarak, ABD’nin tüm dünya genelinde dini özgürlükler konusundaki güçlü duruşunun vurgulanacağı” belirtilmiştir.
Ankara’yı sinirlendiren noktalardan biri, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın ziyareti açıklarken kullandığı bu ifadeler oldu. Dışişleri Bakanlığı, 11 Kasım’da sözcü
Prof. Osman Müftüoğlu, “muhtemel bir tsunaminin patlamak üzere olduğu” yolundaki kaygılarını gizlemedi önceki günkü yazısında. Yeniden kısıtlamalara gidilmesi yönünde bir dizi önlem alınırken, Türkiye’nin büyük ölçüde başa dönmekte olduğu ileri sürülebilir.
Üstelik, Sağlık Bakanlığı’nın veri açıklama yönteminde gittiği değişiklikler salgının geçen ilkbahardaki ilk dönemiyle bugünkü tablo arasında sağlıklı bir karşılaştırma yapabilmemize de izin vermiyor.
Örneğin, ilk dönemde yoğun bakımda tutulan ve ayrıca entübe edilen hastaların toplam sayıları ayrı ayrı verilirken, 29 Temmuz’dan bu yana ‘ağır hasta’ şeklinde farklı bir kategori açıklandığından, bu göstergeleri birbirleriyle kıyaslayamıyoruz.
Keza ilk dönem COVID-19 testi pozitif çıkan bütün vakalar paylaşılırken, artık testi pozitif çıkanlar arasında yalnızca belirti gösterenler ‘hasta’ başlığı altında duyuruluyor. COVID-19 pozitif olup belirti göstermeyenlerin sayısı paylaşılmıyor. Dolayısıyla farklı durumları gösteren ‘vakalar’ ile ‘hastalar’ı kıyaslamak yanıltıcı olabilir.
BİRİNCİ DALGADA EN YÜKSEK VAKA 5 BİN 138 ÇIKMIŞTI
Geçen nisan ayında salgının en yüksek eşikte olduğu 11 Nisan’da bir günde 5 bin 138 vaka açıklanmıştı. Bu, o dönemde kaydedilen en yüksek vaka sayısıydı. Ardından günlük vaka sayılarında sürekli bir düşüş eğrisi gözlenmişti. Buna karşılık temmuz ayında vaka değil hasta sayısı duyurulmaya başlanınca, bu eğrinin sonraki seyrini bilemiyoruz.
Yeni hasta sayısı önceki gün 3 bin 316 olarak açıklanmıştır. Ancak günlük vaka sayısının bunun çok üstünde olduğunu tahmin etmek hiç de güç değil. COVID-19 vakalarının genellikle yüzde 20’si belirti gösterdiğinden, toplam vaka sayısını tahmin etmek için genellikle belirtili hasta sayısı beşle çarpılıyor. Bu yöntemi uyguladığımızda 16 bin 580 gibi tahmini bir sayıya ulaşırız ki, bu da bizi aslında nisan ayındaki zirve eşiği olan 5 bin 138 vaka sayısının çok üstünde bir noktaya taşır. Kaldı ki, bu rakamın daha da yüksek olması muhtemeldir.
Vefat sayılarına bakıldığında, ilk dönemde en yüksek vakanın görüldüğü 11 Nisan günü COVID-19’dan 95 ölüm raporlanmıştı. Önceki akşamki vefat sayısı ise 94’tü. Birinci dalgada bir günde en yüksek vefat sayısı 127 kayıpla 19 Nisan’da kaydedilmiştir.