Sedat Ergin

Sağlık Bakanı Koca’nın doğru bilgi vermek için yaptığı bir davet

22 Aralık 2020
Sağlık Bakanı Dr. Fahrettin Koca, 22 Temmuz tarihinde ‘Twitter’ üzerinden yaptığı bir paylaşımda, günlük vaka tablosu mesajlarında bakanlığının internetteki http://covid19.saglik.gov.tr adresine düzenli olarak yer verdiklerine dikkat çekiyor.

Bakan, internet sitelerinin gördüğü ilgiden çok memnun bu mesajında. “Salgının seyrini gösteren ayrıntılı grafiği; günlük ve haftalık durum raporlarını içeren sayfamız 270 MİLYON KEZ ziyaret edildi” diye yazmış.

Mesajın sonunda Bakan Koca’nın bir daveti var vatandaşlara. Şöyle diyor:

Doğru bilgi için her zaman bekleriz: http://covid19.saglik.gov.tr

BAKANLIK DOĞRU ADIMI ATMIŞTI

Ben de bir gazeteci olarak kendisinin bu davetine sıkça icabet ettim ve her akşam açıklanan turkuvaz tablolara ek web sitesine konan günlük ve haftalık ayrıntılı ‘Durum Raporları’nı dikkatle izledim uzun bir süre.

Türkçe ve İngilizce iki ayrı dilde hazırlanan bu raporlar haziran ayı sonundan itibaren yayımlanmaya başlandı. İlk ayrıntılı günlük rapor 29 Haziran tarihini taşıyor. Sekiz sayfa tutan ilk haftalık rapor ise 29 Haziran-5 Temmuz arası zaman kesitini kapsıyor.

Bu raporların önemli bir yönü, salgınla ilgili bir hayli ayrıntılı veri aktarmalarıydı. Vakaların özellikle yaş gruplarına ve bölgelere göre dağılımlarının verilmesi, ayrıca bölgesel bazda artış ya da düşüş oranlarının gösterilmesi yararlıydı. Raporların bu formatı, salgının 12 bölge üzerinden Türkiye coğrafyası üzerindeki seyrini anlamamızı, nerede ivme kazandığını, nerede gerilemekte olduğunu karşılaştırmalı bir şekilde okuyabilmemizi mümkün kılıyordu.

Şeffaflık yönünde doğru bir adımdı. Ben de bu düşünceyle

Yazının Devamını Oku

Yoksa Brüksel’e giden yollar artık Washington’dan mı geçiyor?

19 Aralık 2020
Bugünlerde Türkiye’nin dış ilişkilerinde hangi konuların, hangi kavramların öncelik kazandığını anlamak için yapacağımız bir araştırma, bizi Türk dış politikası bağlamında en çok kullanılan terimin “yaptırım” sözcüğü olduğu sonucuna götürecektir muhtemelen.

Nasıl götürmesin ki... Geçen hafta AB Zirvesi’nde Türkiye’ye uygulanacak yaptırımların derecesi konusunda Avrupalılar arasındaki çekişmeyi ve ardından mevcut yaptırımların mart ayına kadar sürdürülmesi şeklinde aldıkları kararı izlemekle meşguldük.

Geride bırakmakta olduğumuz haftayı ise ABD Başkanı Donald Trump’ın Rusya’dan S-400 alımı nedeniyle Türkiye’ye uygulanmasına karar verdiği yaptırımlara tepki göstererek geçirdik.

Sonuçta yüzümüzü Türkiye’nin Batı ile ilişkilerine çevirdiğimizde, ister Avrupa cephesine bakalım ister ABD cephesine, farklı gerekçelerle getirilmiş ve farklı alanlarda düzenlenmiş bir yaptırım silsilesi ile karşılaşıyoruz.

Yaptırımların etkisinin şiddetli ya da hafif olmasından daha çok önem taşıyan, Türkiye ile ilişki biçiminde bu gibi zorlayıcı önlemler üzerinden baskı kurma, cezalandırma saiki ile hareket etmenin gerek ABD gerek AB cephesinde yerleşik bir davranış biçimine dönüşmekte oluşudur.

İnsanlar gibi ülkelerin de birbirlerine yaptırım uygulamaları her zaman ilişkilerin dokusunu bozan, olumsuz duyguları tetikleyen, bunları biriktiren bir iklim yaratır. Bu iklim zamanla kamuoylarındaki algıları da bozarak, sıkça yaptırıma neden olan sorunların çözümünü de engelleyen bir işlev kazanabilir.

*

Meselenin üzerinde durmamız gereken bir yönü, Türkiye’nin yaptırım uygulayan ülkelerin büyük bir bölümüyle birden çok uluslararası örgütte ortaklık, müttefiklik ilişkisi içinde olmasıdır. AB bünyesinde yaptırım kartını oynayan ülkeler örneğin Almanya ve Fransa, aynı zamanda ABD’nin başat aktör olduğu NATO içinde de Türkiye’nin askeri müttefiki konumundadırlar.

Bu arada, Batı’daki aktörler ve kurumlar arasındaki iç içelik çerçevesinde en kayda değer yönelişlerden biri geçen hafta Brüksel’de yapılan AB zirvesinde uç vermiştir. AB liderleri, “

Yazının Devamını Oku

S-400 krizine, Yunanistan’daki S-300 modeli üzerinden bir çıkış bulunabilir mi?

18 Aralık 2020
Rusya’dan S-400 hava savunma sistemlerini alması nedeniyle ABD’nin Türkiye’ye yaptırım uygulamasıyla birlikte patlak veren krize, NATO bağlamında tarihi bir perspektiften yaklaşmaya ne dersiniz?

Türkiye’nin 1952 yılında NATO’ya üye olması, Sovyetler Birliği’ni askeri gücünün geniş bir bölümünü bu bölgede tutmak zorunda bırakmıştır. Bu da Orta Avrupa üzerindeki Sovyet baskısını kayda değer bir derecede azaltmıştır. Bu durumun yarattığı önemli bir sonuç var. Şöyle ki, Batı Avrupa ülkeleri, NATO’nun sağladığı bu güvenli ve istikrarlı ortam içinde kendi aralarındaki birliği (AB) inşa edebilme imkânını bulabilmiştir. Batı Avrupa’nın yararlandığı bu güvenlik ve istikrar ortamının yaratılmasında Türkiye yüksek bir askeri külfet üstlenmiştir.

Daha önce NATO’da Türkiye’nin daimi temsilcisi olarak görev yapmış olan üç büyükelçi, son yaptırım krizini değerlendirmek üzere ortaklaşa kaleme aldıkları makalede, Türkiye’nin NATO içindeki güvenilirliğiyle ilgili eleştirilere karşılık verirken öncelikle bu tarihi perspektifle yola koyuluyor. Yazının hemen başında bu yöndeki eleştirilere “sağlıklı bir dozda hakikatin enjekte edilmesi gerektiğini” vurguluyorlar.

Türkiye’nin geçen 70 yıl zarfında ittifak içinde oynadığı rolü ayrıntılı bir şekilde anlatan emekli büyükelçiler, bugün gelinen noktada Türkiye’nin NATO’daki konumunun sorgulanmasına kuvvetle itiraz ediyorlar. Ve “yapıcı” olduğunu düşündükleri önerileriyle bir çıkış yolu gösteriyorlar.

CÖMERT TEKNOLOJİ TRANSFERİ

Türkiye ve NATO: S-400 Atışmasına Çözüm Bulmak” başlıklı bu makale, Avrupa’nın savunma, güvenlik ve strateji konularında uzmanlaşmış önde gelen düşünce kuruluşlarından “Avrupa Liderlik Ağı”nın web sitesinde yayımlandı önceki gün.

Ortak makalenin yazarlarından biri, 2002-2004 yılları arasında Türkiye’nin NATO nezdindeki daimi temsilciliğini üstlenen Büyükelçi Ahmet Üzümcü. İkinci ortak yazar, 2004-2006 yılları arasında NATO’da Üzümcü’nün halefi olarak görev yapan Büyükelçi Ümit Pamir. Türkiye’yi 2013-2018 yıllarında NATO’da temsil eden Büyükelçi Fatih Ceylan grubu tamamlıyor.

Büyükelçiler, mevcut krizin NATO dayanışması içinde tarafların “ver-al” anlayışıyla yaklaşacakları bir çerçevede iki tarafı da tatmin edecek bir uzlaşıyla pekâlâ aşılabileceğini düşünüyorlar.

Önerilen uzlaşının birinci ayağı, Türkiye’nin NATO içinde -denetlenebilir bir şekilde- S-400 sistemlerini aktive etmeyeceği yolunda bir taahhütte bulunmasıdır.

Yazının Devamını Oku

Trump, Biden’ın Türkiye karşısında elini rahatlattı

17 Aralık 2020
Türkiye’nin Rusya’dan S-400 hava savunma sistemlerini satın almasının ABD cephesinde yol açacağı bir “kırılma” galiba eninde sonunda yaşanacaktı. S-400’lerin, ABD’deki karar vericiler ve kanaat önderleri arasında Türkiye’nin stratejik kimliğine dönük tetiklediği tartışma bir tarafa, bu ülkede yürürlükte olan yasalar açısından Ankara ile bir yaptırım krizini doğurması potansiyeli çok güçlüydü.

Zihinleri karıştıran, Başkan Donald Trump’ın uzun bir süre Türkiye’nin S-400 yönelişine ciddi bir öncelik vermemesi, hatta belli ölçülerde Ankara’yı bu tercihinde haklı gördüğü anlamına gelen açıklamalar yapmasıydı. Çünkü bu tutumu, Türkiye’deki karar vericilerde pekâlâ S-400 alımına rağmen ABD ile ilişkilerin bundan fazla etkilenmeden yürütülebileceği, hatta daha da ileri götürülebileceği yolunda bir kanaati güçlendirmiştir.

Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerde karar alma sürecinin önemli ölçüde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Başkan Trump arasında şahsi düzeydeki yakın diyalog üzerinden yürümesi, S-400 meselesinin bu ilişkiler üzerinde yapabileceği hasarın önlenmesini, ötelenmesini mümkün kılıyordu.

Tepede esen bu sıcak hava, en başta Kongre olmak üzere ABD’deki sistemin Başkan Trump’a rağmen S-400’ler nedeniyle Türkiye’nin üzerine gelmeye hazırlandığı, hatta bu yönde fiilen harekete geçtiği gerçeğini değiştirmiyordu.

TRUMP KAYBEDİNCE DENKLEM DEĞİŞTİ

 Donald Trump, 3 Kasım tarihinde yapılan başkanlık seçimini kazanmış olsaydı, yaptırımlarla ilgili başlamış olan hareketliliğin neden olacağı mahzurlar belki bir süre daha baskılanıp ertelenebilirdi. Ama -durum kalıcı bir şekilde böyle sürdürülebilir
miydi- sorusuna olumlu yanıt verebilmek güçtür.

Güçtür, çünkü ABD Kongresi, son dönemde Türkiye’ye yaptırımların bir an önce uygulanması amacıyla yönetimi kaçışı olmayacak şekilde köşeye sıkıştırma stratejisinde adım adım mesafe almaktaydı.

Bu yönüyle Rusya’dan silah alan ülkelere yaptırım öngören CAATSA Yasası hükümlerinin sonunda uygulamaya konmuş olması, aslında bir süredir radarda görünen, yaklaşmakta olan bir durumun kuvveden fiile çıkmasıdır

Yazının Devamını Oku

ABD yaptırımlarında ‘mükemmel fırtına’ erken geldi

16 Aralık 2020
Geçen Çarşamba günü yayımlanan “ABD yaptırımları yaklaşan mükemmel fırtına mı” başlıklı yazımızda, ABD Başkanı Donald Trump’ın Savunma Bakanlığı (Pentagon) 2021 bütçe yasasına konan bir hüküm uyarınca Türkiye’ye 30 gün içinde yaptırım uygulamasını “zayıf bir ihtimal” olarak gördüğümüzü belirtmiştik.

Neyse ki, “Kendisinin her türlü sürprize açık biri olduğu” yolunda bir ihtiyat payı da bırakmışız bu tahmini yaparken.

Türkiye-ABD ilişkisini izleyen birçok gözlemcinin genel beklentisi, başkanlığı süresince Türkiye’ye Rusya’dan S-400 hava savunma sistemleri aldığı gerekçesiyle yaptırım uygulanması konusunda olumsuz bir tutum takınan Trump’ın, bu kararı halefi Demokrat Joe Biden’a bırakmayı tercih edeceği yolundaydı.

Bu beklentiler tutmadı. İşin herkesi şaşırtan tarafı, Trump yönetiminin bu adımı atmak için söz konusu düzenlemeyi içeren Pentagon bütçesinin yürürlüğe girmesini bile beklememesi oldu.

TRUMP 30 GÜNLÜK SÜREYİ BEKLEYEBİLİRDİ

Tahminler -Trump bütçe yasasını veto etsin etmesin- bu yasa bir şekilde önümüzdeki günlerde yürürlüğe girdiği andan itibaren 30 günlük süre içinde bir karar alınacağı yolundaydı. Üstelik, bütçe yasasında getirilen düzenlemenin takvimi, Biden’ın 20 Ocak’ta görevi devralmasına ilişkin takvimle çakışıyor. Yasanın akıbeti henüz belli olmadığından, Trump Beyaz Saray’a veda ettiğinde 30 günlük süre dolmamış da olabilir. Sonuçta Trump, bu el yakıcı dosyayı Oval Ofis’te Biden’a bırakabilirdi.

Öyle yapmadı. Pentagon bütçesini beklemeden, yürürlükte olan ilgili yasa hükmünü uyguladı Başkan Trump. Kısaca ‘CAATSA Yasası’ diye adlandırılan, Rusya, Kuzey Kore ve İran’dan silah alan ülkelere yaptırım uygulanmasını öngören bu yasa 6 Ağustos 2017 tarihinden bu yana yürürlükte.

Özellikle 2019 Temmuz ayında S-400 sistemlerinin dev Rus kargo uçaklarıyla Ankara’daki Mürted hava üssüne gelmesiyle birlikte, CAATSA Yasası’nın uygulanması yolundaki çağrılar da Washington’da kuvvetli bir şekilde duyulmaya başlanmıştı.

Yasanın hükümleri yorum gerektirmeyecek kadar açık. Ancak Başkan

Yazının Devamını Oku

COVID-19’daki vaka–hasta tartışmasında tablo netleşiyor

15 Aralık 2020
Bu köşede bir süredir COVID-19 testi pozitif çıkan herkesi –belirti göstersin göstermesin- kapsayacak şekilde bütün vaka sayılarının açıklanması ve ayrıca bu paylaşımın geriye dönük olarak da yürütülmesi gerektiğini ısrarla gündemde tutmaya çalıştım.

Sağlık Bakanlığı’nın uzunca bir zamandır testi pozitif olanlar içinde yalnızca belirti gösteren vakaları ‘hasta’ başlığı altında duyurması, pozitif çıkan semptomsuz diğer kişilerin sayısını saklı tutması azımsanmayacak mahzurlar içeriyordu. Bu politika en başta, salgının büyüklüğünün, bu çerçevede yarattığı tehdidin derecesinin, işin ciddiyetinin toplum tarafından bütün boyutlarıyla algılanmasını önlüyordu. Çünkü, hasta sayısı genellikle toplam vakaların ancak beşte biri gibi daha küçük bir oranını oluşturuyordu.

Sağlık Bakanlığı’nın önce 25 Kasım tarihinden itibaren hastalarla birlikte vakaları da günlük bazda açıklamaya başlaması ve ardından geçen hafta perşembe (10 Aralık) günü daha önce kayda geçmiş olan vakaların toplamını geriye dönük olarak -belli bir tarihe kadar- kamuoyuna ilan etmesiyle birlikte geldiğimiz noktayı yeniden değerlendirmemiz gerekiyor.

1.2 MİLYONLUK VAKA FARKI

Sağlık Bakanı Dr. Fahrettin Koca, vakaların geriye dönük olarak açıklanacağı yolundaki taahhüdünü yerine getirerek, geçen perşembe akşamı bu konudaki ilk önemli paylaşımı yapmıştır. Şöyle ki, 9 Aralık Çarşamba akşamı açıklanan tabloda ‘toplam hasta sayısı’ 558 bin 517 olarak verildikten sonra, 10 Aralık akşamı ‘toplam vaka sayısı’ (hastaları da içeriyor) 1 milyon 748 bin 567 olarak duyurulmuştur.

Böylelikle, asemptomatik pozitif vakaların da tabloya dahil olmasıyla birlikte, hesaba giren ek vaka 1 milyon 190 bin dolayında olmuştur. Bu farkın büyüklüğü kamuoyunun geniş bir kesimi üzerinde sarsıcı bir etki yapmıştır. Salgının yaygınlığı Türk toplumu tarafından daha gerçekçi bir şekilde algılanmıştır.

Aslında vakaların geriye dönük açıklanması ihtiyacını işlediğim 2 Aralık tarihli yazımda, hasta sayısını dört buçukla çarpmak suretiyle yaptığım hesaplamayla 1 milyon 550 bin gibi bir toplam vaka sayısı tahmin etmiştim. Muhtemelen bunun da üstünde olabileceğini belirtmiştim.

Hesaplamanın esas aldığı zaman aralığını 1 Temmuz’dan başlatmıştım. Hesaplama 30 Kasım’a kadar duyurulmuş olan toplam hasta-vaka sayılarını esas alan bir varsayıma dayanıyordu.

Sağlık Bakanlığı ise önceki akşam (13 Aralık) 1 milyon 836 bin 728 gibi bir toplam vaka sayısı açıklamıştır. 1 Aralık ile 13 Aralık arasındaki yeni vaka toplamı 405 binin üstündedir.

Yazının Devamını Oku

AB ile girilen kısırdöngü nasıl tersyüz edilebilir?

12 Aralık 2020
Avrupa Birliği zirvesinde Türkiye konusunda önceki akşam geç saatlerde çıkan uzlaşı metnini görünce geçen ekim ayının başında düzenlenen bir önceki zirvede alınan kararları ve bunun üzerinde kaleme aldığım değerlendirmeyi bir daha okuma ihtiyacını hissettim.

Yazı 3 Ekim tarihli ve “AB Zirvesi kararlarında bardağın hangi tarafına bakmalıyız” başlığını taşıyor. Bardağın boş tarafı da var, dolu tarafı da...

Galiba önceki akşam alınan kararlar da ana hatları itibarıyla geçen ekim ayında şekillenmiş olan bu denklemi önemli ölçüde tekrarlıyor; bazı yeni unsurlar içermekle birlikte... Bütün mesele, terazinin iki farklı kefesindeki olumlu ve olumsuz unsurlara nasıl bakmamız gerektiği sorusunda düğümleniyor.

En doğrusu, tek bir tarafa odaklanmak yerine ikisini de aynı bütünün parçaları olarak görmek olmalıdır.

*

Buradan hareketle, öncelikle Türkiye ile AB arasındaki ilişkinin işleyişinde kendisini tekrarlayan bir kalıbın yerleşmeye başladığını söyleyebiliriz.

Şöyle bir kalıp: Her zirveden önce gerilim yükseliyor, kriz beklentisi yayılıyor, karşılıklı eleştirilerin dozu yükseliyor, Türkiye son anda bazı sürpriz adımlar atarak müzakereleri etkilemeye çalışıyor, bu arada Türkiye’ye sert yaptırımlar uygulanmasını talep eden AB üyeleriyle Ankara cephesinde yapılan bazı işlere tepki duymakla birlikte bir kırılmanın yaşanmasını da istemeyen üyeler arasında beliren ikilik iyice belirginleşiyor, nefesler tutuluyor ve...

Almanya’nın başını çektiği kanadın ağırlığını koymasıyla Türkiye ile iplerin kopmasını önleyecek bir orta yol formülü bulunuyor. Derin bir nefes alınıyor, biraz daha zaman kazanılıyor.

*

Yazının Devamını Oku

Erdoğan ile Biden’ı bekleyen Kuzeydoğu Suriye ve PKK/SDG gündemi

11 Aralık 2020
Sıcak krizlerin çözümünü, yatıştırılmasını hedefleyen çalışmalarıyla tanınan bir uluslararası düşünce kuruluşu olan ‘Uluslararası Kriz Grubu’nun (ICG) Suriye’de Fırat’ın doğusundaki bölgede ABD’nin askeri müttefiki Suriye Demokratik Güçleri’ni (SDG) konu alan son raporu, bu örgütün taşıdığı PKK genetiği üzerindeki örtüyü kaldırması bakımından önem taşıyor.

Raporun içeriğine girmeden önce ICG’nin (International Crisis Group) 2019’da kaleme aldığı bir başka Suriye raporunda “ABD’nin Fırat’ın doğusunda bir devletçiğin doğumunu gerçekleştirdiği” tezini işlediğini hatırlatalım. 

ICG’nin kısa bir süre önce yayımlanan “SDG Kuzeydoğu Suriye’de kalıcı bir istikrar arıyor” başlıklı son raporu, ABD’de seçimi kazanan Demokrat Başkan Joe Biden işbaşı yapmaya hazırlandığı bir sırada bu ülkenin Fırat’ın doğusundaki müttefiki SDG’nin bir sıkışmışlık içinde bulunduğuna işaret ediyor.

KOBANİ, PKK KADROLARINI KABULLENİYOR

Örgütün PKK ile bağlarının SDG’nin tepe yöneticisi Mazlum Kobani tarafından açıkça kabullenilmesi, bu raporun en çarpıcı yönlerinden biridir. ICG, Kobani’nin kendileriyle yaptığı görüşmede “Suriyeli olmayan PKK eğitimli kadrolar”ın Kuzeydoğu Suriye’deki varlığını ve oynadıkları rolü -geçmişe kıyasla bu kez daha açık bir şekilde- ele aldığına dikkat çekiyor.

Tabii, KobaniSuriyeli olmayanlar” dediğinde, bunu büyük ölçüde SDG kadroları içindeki Türkiye kökenli PKK unsurları olarak anlamalıyız.

Bu yönüyle bakıldığında Kobani’nin bu sözleri, 2015 sonrasında SDG’yi Türk muhataplarına ısrarla terör örgütü PKK’dan ayrı bir kimlik olarak takdim etmeye çalışan ve bu nedenle Ankara ile sürekli bir şekilde çatışan ABD’li siyasetçi, asker ve diplomatların tezlerini geçersiz kılması bakımından kayda değer bir beyandır.

‘SURİYELİ OLMAYANLARI ÜLKEDEN ÇIKARTABİLİRİZ’

 

Yazının Devamını Oku