Sedat Ergin

Gazeteci Altan Öymen siyasetçi Altan Öymen’i nasıl atlattı?

2 Ocak 2021
Bundan 70 yıl önceydi. 12 Aralık 1950 günü Ulus gazetesinin Ankara’da Rüzgârlı Sokak’ın hemen girişindeki iki katlı binasında masasında oturan yazıişleri müdürü Münir Berk, karşısındaki gencin gazeteci olma ısrarı karşısında bu kez kendisine bir şans tanımaya karar verdi. Önündeki telefondan istihbarat şefi İlhan Paniç’i aradı ve “Size Altan Öymen Bey’i gönderiyorum. Genç bir arkadaşımız. Stajyer olarak başlayacak” dedi.

"Altan Öymen Bey”, henüz 18 yaşında bir gençti. Mekteb-i Mülkiye’ye yeni kaydolmuştu. Ancak aklına gazeteci olmayı koymuştu. Defalarca Münir Beyin odasından içeri girip bu talebini açtığında her seferinde kendisinden Şu an müsait değil” şeklinde yanıtlar alıyor, bu yanıtları “Daha sonra olabilir” diye yorumlayıp, bir süre sonra yeniden kapısında beliriyordu.



Münir Bey, 12 Aralık günü genç gazeteci adayının inadı karşısında bu kez pes etti. Sonradan çevresindekilere kararının gerekçesini “Onda fikr-i takip vardı” diye izah edecekti Münir Berk.

“Fikr-i takip” o yıllarda gazeteciliğe başlayanlara öğretilen en temel ilkelerden biriydi. Bıkmamak, bir konuyu ısrarla izlemek... Altan Öymen, geçenlerde Cumhuriyet’ten İpek Özbeye verdiği mülakatta bu olayı aktardıktan sonra fikri takibin önemini şöyle anlatacaktı:

Yazının Devamını Oku

2020'den 2021'e dış politika (4) Erdoğan, Biden’la beyaz sayfa açmak istiyor, ancak...

1 Ocak 2021
2018, rahip Andrew Brunson yılıydı Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerde. İzmir’de delilleri bir hayli sorunlu bir iddianameyle hapse atılan ABD’li evanjelik rahibin tutukluluğu üzerinden yaşanan büyük bir gerilime sahne oldu iki ülke arasındaki ilişkiler. ABD Başkanı Donald Trump, Brunson tahliye edilmeyince Türkiye’yi cezalandırmak üzere ekonomik önlemlere başvurdu, bir dizi yaptırımı devreye soktu. Dolar patladı, Türk ekonomisi gerçekten sarsıldı.

2019 yılında bu kez Rusya’dan S-400 hava savunma sistemlerinin Ankara’ya gelişiyle yerinden oynadı Türk-ABD ilişkileri. Trump yönetimi, tepki olarak Türkiye’yi F-35’lerin ortak üretim sürecinden çıkartma kararı aldı, ayrıca Türk Hava Kuvvetleri’ne teslim edilecek ilk parti 6 F-35 savaş uçağına da el kondu.

2020 yılı ise ABD’nin S-400’lerin alımı nedeniyle Türkiye’yi resmen yaptırım rejimine koyduğu yıl olarak hatırlanacak. Başkan Trump, giderayak verdiği bu onayla, daha önce yaptırımları engelleme yönündeki kararlı tutumundan 180 derece dönerek herkesi şaşırttı.

Aslında buraya kadar olan üç paragraf Türk-ABD ilişkilerinin Başkan Trump dönemindeki genel seyrinde yaşanan başlıca krizlerin olabilecek en kısa özetidir. Tabii, bu dönem içinde Suriye’de ana omurgasını PKK’nın bu ülkedeki uzantısı olan YPG’nin oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri (SDG) isimli örgüte ABD’nin verdiği destekte bir gerilemenin olmadığını da belirtmemiz gerekir.

TRUMP-ERDOĞAN HATTININ İŞLEVİ

Ve sonunda ilişkilerin tarihindeki Trump parantezi de kapanıyor. Bu dönemde karar alma süreci önemli ölçüde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Başkan Trump arasında şahsi düzeydeki yakın ilişkiye dayanan kanal üzerinden yürümekteydi. Bu kanal, rahip Brunson dosyası ya da F-35 yasağı gibi krizlerde sonuç getirmese de, birçok pürüzlü konuda yine de Türkiye’yi koruyan bir supap işlevi gördü. Ancak Son S-400 kararında Trump’ın koruma kalkanı birden çekilmiştir.

Trump döneminde liderler düzeyinde beliren bu yakınlık Türkiye-ABD ilişkisini baskısı altına almaya başlayan olumsuz bir gelişmenin yeterince fark edilmesini önledi. Bu da Türkiye’nin ABD Kongresi’nde adım adım bir yalnızlaşma sürecine girmesiydi. Özellikle İsrail ile ilişkilerin dibe vurmasının da bir sonucu olarak Türkiye’nin bir zamanlar Washington’daki en yakın müttefiki olan Yahudi lobisi de artık Türkiye’nin karşısına geçmiştir. S-400’lerin alımı, Kongre’de son kalan Türkiye destekçilerinin de geri çekilmeleriyle sonuçlandı.

2019 sonuna doğru ABD Kongresi’nde hem Temsilciler Meclisi hem de Senato’da “Ermeni soykırımı” iddialarını destekleyen karar tasarılarının hiçbir ciddi itirazla karşılaşmadan kabul edilmesi, ayrıca Temsilciler Meclisi’nden Barış Pınarı harekâtı nedeniyle ağır bir yaptırım kararının geçmesi, Kongre’de Türkiye ile ilgili rüzgârların artık hangi yönde estiğini gösteren çarpıcı örneklerdir.

YENİ BİR İLİŞKİ FORMATI ŞEKİLLENECEK

Yazının Devamını Oku

2020’den 2021’e dış politika (3) - AB ile ilişkilerde yeni bir başlangıç mümkün mü?

31 Aralık 2020
“Avrupa entegrasyonunun arkasındaki itici güç, devletler arasındaki çatışma dinamiklerinin ortadan kaldırılması hedefi olmuştur. Evrilen sosyal ve siyasi süreçler üzerinden yüzyıllar boyunca Avrupa tarihini şekillendiren de bu çatışma dinamikleridir.”

Makalenin yazarı devam ediyor:

Kuruluşlarıyla birlikte Osmanlı ve Rus imparatorlukları bu denklemin parçası olmuşlardır. Ve bugün de yine, Türkiye ve Rusya Federasyonu ile ilişkilerinde doğru dengeyi bulamadığı takdirde, Avrupa Birliği’nin kıtada istikrara ulaşabilmesinin mümkün olmadığı aşikârdır.”

AVRUPA’NIN İSTİKRARI TÜRKİYE’DEN GEÇER

 En azından giriş kısmı bir tarih profesörünün kaleminden çıktığı izlenimi veren 18 Aralık tarihli bu makalenin yazarı Avrupa Komisyonu Başkan Yardımcısı ve Avrupa Birliği Dışişleri ve Güvenlik Politikaları Yüksek Temsilcisi unvanlarını taşıyan Josep Borrell’den başkası değildir. Avrupa Birliği’nin Dışişleri Bakanı olarak da nitelendirebiliriz Borrell’i.

Kendisi bu göreve ülkesinin dışişleri bakanlığı görevini bırakıp gelmiş bir İspanyol sosyalistidir. Türkiye’ye önyargı besleyen bir siyasi şahsiyet değildir. Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğine de en azından olumsuz bakmadığını söyleyebiliriz.

Verdiği mesaj yeteri kadar açık Borrell’in: AB ile Türkiye arasında istikrarlı bir ilişki tesis edilmediği sürece Avrupa’da istikrarın güvencesi yoktur. Avrupa’nın istikrarına giden yollar aynı zamanda Türkiye’den de geçer...

Kuvvetli siyasi tecrübesine ek olarak, kendisinin üniversitede uçak mühendisliği okuduğunu, daha sonra matematik ve ekonomi alanlarında akademik kariyer yapıp profesörlüğe kadar yükseldiğini hatırlarsak, kurduğu denklemlerde bir hesap hatasının olmadığını düşünmemiz gerekir.

Türkiye üzerinden geçip Avrupa’ya ayak basan mültecilerin yol açmakta oldukları ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasi sorunlar bile tek başına Avrupa’nın istikrarı ile Türkiye arasındaki ilişkinin önemini göstermeye yeterli bir örnek dosyadır.

Yazının Devamını Oku

2020’den 2021’e dış politika(2) - Türkiye’nin ‘sert güç’ kimliği ön plana çıkıyor

30 Aralık 2020
Yakın zamana kadar ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi ve IŞİD’le Mücadele Koordinatörü olarak görev yapan, eski Ankara Büyükelçisi James Jeffrey, geçenlerde Al Monitor’a verdiği kapsamlı mülakatta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı değerlendirirken onun “güç” faktörüne bakışına ilişkin bir dizi tespitte bulunuyor.

Jeffrey, Erdoğan’ı gücün dilini çok iyi okuyan bir aktör olarak görüyor, “Nerede boşluk görürse hemen hamle yapıyor” diye konuşuyor.

Ardından “Son sekiz ayda İdlib’de, Libya ve Yukarı Karabağ’da yaptıklarına bir bakın. Rusya ya da Rusya’nın müttefikleri her üçünde de kaybeden taraf oldular” diye ekliyor.

Buna karşılık, ABD’nin eski Bakü büyükelçilerinden Matthew Bryza ise Kafkasya bağlamında Rusya faktörünü Jeffrey’den biraz farklı değerlendiriyor, en azından Rusya’nın da bu bölgede kazanan taraf olduğunu söylüyor.

Bryza, geçen salı günü Azerbaycan Dışişleri Bakanlığı’nın akademik merkezi olan ADA Üniversitesi’nin düzenlediği toplantıya hitabında “Güney Kafkasya’daki jeopolitiğin değiştiğinibelirttikten sonra, buradaki boşluğu “Türkiye ve Rusya’nın doldurduklarını” söylüyor.

‘TÜRKİYE’YE BOŞLUK BIRAKMAYALIM’ TEMASI

Türkiye’nin jeopolitik boşluklardan yararlandığı teması bir süredir Batılı çevrelerde sıkça karşımıza çıkıyor. Örneğin, Almanya’nın Dışişleri Bakanı Heiko Maas, bu ayın başında ülkesinde yayımlanan “Der Spiegel” dergisine verdiği demeçte, Avrupa ve ABD’nin stratejik olarak yeniden daha yakın çalışması gerektiğini kaydederek şöyle diyor:

Libya ya da Suriye’de olduğu gibi, Rusya ya da Türkiye tarafından doldurulan bir boşluk bırakmamalıyız...”

İlginçtir ki, Rusya cephesindeki bazı kesimlerde de benzer çıkışlara rastlamak mümkün. Rusya’da yayımlanan ve daha çok iş çevrelerine seslenen “

Yazının Devamını Oku

2020’den 2021’e Dış Politika (1) Rusya ile rekabet, çatışma ve işbirliği el ele yürüyor

29 Aralık 2020
Geçen 17 Aralık’ta düzenlediği basın toplantısında bir gazeteci Rusya lideri Vladimir Putin’e soruyor: “Son dört yıl içinde müzakere ettiğiniz dünya liderleri arasında sizin için en zorlu çıkan, ayrıca en kolay anlaşabildiğiniz muhataplarınız hangileri oldu?”

Gazeteci, ardından Merkel, Macron, Trump, Erdoğan ve Lukaşenko isimlerini sıralıyor.

Putin, ismi geçenlerin hepsinin ülkelerinin karşılaştıkları sınamaların üstesinden gelmeye çalıştıklarını belirterek, şöyle diyor:

“İyi bilinen bir deyiş vardır, iyi ya da kötü çıkarlar yoktur, yalnızca ulusal çıkarlar vardır diye... Bu benim için de geçerli. İnsanları da iyi ya da kötü diye ayırmam. Rusya’nın çıkarları açısından en iyi sonuçları elde edebilmek için herkesle çalışırım. Bazen uzlaşma ihtiyacı ortaya çıkar, bazen de aldığınız pozisyondan gerilememeniz gerekir...”

Derken sözü Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a getiriyor Putin ve şöyle konuşuyor:

Cumhurbaşkanı Erdoğan’la belli konularda farklı, zaman zaman da birbirine zıt düşen görüşlerimiz oluyor. Ama verdiği sözü tutan bir adam o. Bir şeyin ülkesinin yararına olduğunu düşünüyorsa da, sonuna kadar gidiyor. Bu, öngörülebilirlikle ilgili bir konu. Kiminle iş yaptığınızı bilmek önemlidir.”

*

Cumhurbaşkanı Erdoğan, geçen cuma günü gazetecilerin kendisine Putin’in “sözünde durmak”la ilgili bu ifadesini hatırlatmaları üzerine şöyle bir karşılık veriyor:

“Putin’le tanıştığımdan bu yana ben de kendisini aynen bu şekilde tanıdım. Gerçekten özü, sözü bir, verdiği sözde duran... İkili ilişkilerimizde gerçekten hiçbir devletle neredeyse bu tür münasebetlerimizi güçlü götürebildiğimiz ülke nadidedir...”

Yazının Devamını Oku

Avrupa Konseyi’nde bir AİHM ihlalinin öyküsü

25 Aralık 2020
Öyle anlaşılıyor ki, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarının uygulanması meselesi önümüzdeki dönemde siyaset ve hukuk çevrelerinin sıcak tartışma konularından biri olarak gündemimize yerleşmek üzeredir.

Bu tartışmaya bakarken, AİHM kararlarının uygulanmasında sorun çıkması halinde Avrupa Konseyi içindeki denetim mekanizmasının nasıl işlediği, ne gibi yöntemlerin kullanıldığını gösteren örneklere göz atmak fikir verici olacaktır. Değindiğimiz tartışma çerçevesinde yakın zamandan verilecek en önemli örnek, Azerbaycan ile Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi arasında Ilgar Mammadov davasında yaşanan çekişme ve uzun bir zamana yayılan bu çekişmenin sonuçlandırılış şeklidir.

AİHM’DE YENİ BİR YÖNELİŞ

Mammadov, Azerbaycan’da muhalif bir partinin kurucuları arasında yer alıp, daha sonra kendi internet sitesinden yayınlar yapan bir aktivist. Kamu düzenini bozduğu, güvenlik güçlerine karşı direndiği, şiddete başvurduğu gibi gerekçelerle 2013 yılında tutuklanarak yedi yıl hapse mahkûm ediliyor.

AİHM, 22 Mayıs 2014 tarihinde Azerbaycan’a Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) iki maddesinden ‘ihlal’ veriyor. Bunlardan birincisi, tutuklamalara ilişkin ‘özgürlük ve güvenlik hakkı’nı düzenleyen AİHS’nin 5’inci maddesidir.

Bir diğer ihlal AİHS’nin ‘kısıtlamaların sınırlanmasına’ ilişkin 18’inci maddesinden veriliyor. Söz konusu madde “Hak ve özgürlüklere bu Sözleşme hükümleri ile izin verilen kısıtlamalar öngörüldükleri amaç dışında uygulanamaz” hükmünü taşıyor.

Bu madde üzerinde özellikle durmamız gerekiyor. AİHM’nin tutuklamalarda amaç dışına çıkıldığı görüşüyle 18’inci madde üzerinden ihlal vermeye başlaması, aslında mahkemenin tarihinde son 15 yıl içinde ortaya çıkmakta olan bir yöneliş. Ancak bugüne dek çok sınırlı durumlarda bu maddeden ihlal kararı çıktı. Mammadov, Batı dünyasının yoğun ilgisi altında bu ihlaller arasında en çok konuşulan dosya oldu. Türkiye’ye bu maddelerden ihlal, bugüne dek Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş dosyaları olmak üzere yalnızca iki kez verildi.

(AİHM, ayrıca Mammadov dosyasında üç yıl sonra 16 Kasım 2017’de ‘adil yargılanma hakkı’na ilişkin AİHS’nin 6’ncı maddesinden de bir ihlal vermiştir.) 

BAKANLAR KOMİTESİ İZLEMEYE ALIYOR

Yazının Devamını Oku

Avrupa ile gelecek tasavvurunda Avrupa Konseyi’nin yeri

24 Aralık 2020
Son dönemde Türkiye’nin Avrupa ile ilişiklerinde yeni bir başlangıç yapmaya hazırlandığı yolunda bir dizi beyana tanık oluyoruz.

Bu yöndeki iyimser beklentiler bir düzlemde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın açıklamalarından kaynaklanıyor. Örneğin, “Kendimizi başka yerlerde değil, Avrupa’da görüyor, geleceğimizi Avrupa ile birlikte kurmayı düşünüyoruz” diye konuşuyor Cumhurbaşkanı Erdoğan. (21 Kasım)

Son AB Zirvesi’nden çıkan kararların Ankara’da resmi düzeyde genellikle -bardağın dolu tarafından- görülüp olumlu tepki alması bu havayı destekliyor. Erdoğan’ın zirveden sonra AB liderleriyle yaptığı telefon görüşmelerindeki mesajlar da yine bu tonu yansıttı.

Cumhurbaşkanı, AB Konseyi Başkanı Charles Michel ile 15 Aralık’taki telefon görüşmesinde kendisine “Türkiye’nin geleceğini AB ile birlikte kurma tasavvurunu” anlatarak, “Türkiye-AB ilişkilerinde atılan her olumlu adımı yeni bir fırsat penceresi olarak değerlendirdiklerini” ifade etti.  

Erdoğan, 18 Aralık’ta Almanya Şansölyesi Angela Merkel ile görüştükten sonra da “Türkiye’nin AB ile ilişkilerde yeni bir sayfa açmak istediğini” belirtti.

AVRUPA İLE YENİ BİR iKLİM Mİ?

Bütün bu işaretleri tamamlayan bir çerçeve içinde bugünlerde Ankara’da Avrupa’ya dönük uzantıları da olan bazı reform hazırlıkları yürütülüyor bir taraftan, demokratikleşme ve yargı alanlarını da içerecek şekilde...

Bu arada, Adalet Bakanı Abdulhamit Gül, “Hâkimlerin vermiş olduğu kararlarda, Anayasa Mahkemesi ve AİHM’nin vermiş olduğu kararlara yönelik bir ihlal söz konusuysa, (durumun) bu ihlali yapan hâkim ve savcıların terfilerinde dikkate alınacağını” söylüyor. (9 Aralık, TBMM Bütçe konuşması)

Hepsini yan yana getirdiğimizde, Avrupa ile ilişkilerde bazı şeylerin değişebileceği yolunda bir görüntü beliriyor.

Yazının Devamını Oku

TSK İdlib’de yeni bir konseptle mevzileniyor

23 Aralık 2020
İdlib’de işlerin nereye gideceği aslında geçen 5 Mart’ta Moskova’da Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Rusya lideri Vladimir Putin arasında varılan mutabakatla büyük ölçüde belli olmuştu.

Bu anlaşma, 17 Eylül 2018 tarihinde yine ikisi arasında bu kez Soçi’de imzalanan bir önceki mutabakatla şekillenen, ancak geçen şubat ayı sonuna kadar süren sıcak çatışmalar sonucu geçersiz hale gelen eski statükonun yerine İdlib’de yeni bir dengenin ortaya çıktığını belgeliyordu.

Önce eski statükoyu hatırlayalım. İdlib, Suriye’deki iç savaşın son aşamasına girilirken ülkenin batısında silahlı muhalefetin kontrolü altında tuttuğu son toprak parçası olarak kalmıştı. Türkiye, Rusya ve İran’ın bir araya geldiği Astana sürecinde, İdlib 2017 yılında ‘Çatışmasızlık Bölgesi’ ilan edildi. Bu çerçevede TSK’nın 2017 Ekim-2018 Mayıs döneminde İdlib’de tesis ettiği 12 gözlem noktası ile çatışmasızlığı denetlemesi öngörüldü. Çatışmalar buna rağmen alevlenince, Erdoğan ile Putin arasında varılan 2018 Soçi Mutabakatı yeni bir ateşkes düzeni getirdi İdlib’e.

Ancak işler planladığı gibi yürümedi. Soçi’de kurgulanan düzen uygulamada bir süre sonra boşlukta kaldı. Esad ordusu, Rus Hava Kuvvetleri’nin güçlü desteğiyle 2019 yazından itibaren başlatılan ve adım adım ilerleyen askeri operasyonlarla, Halep’i güneye doğru başkent Şam’a bağlayan M-5 otoyolunu silahlı muhaliflerden geri almaya başladı. Rejim ordusu, Halep’i batıda Lazkiye’ye, Akdeniz’e bağlayan M-4 karayolunu hedefleyerek kuzeye doğru yaklaşmaya da başlamıştı geçen şubat ayına gelindiğinde.

Kırılma, geçen şubat ayında bir tarafında muhalifler ve Türkiye, karşı tarafında ise rejim ve Rusya’nın yer aldığı bir hatta -M-4 ile M-5’in kesişme noktasındaki- Serakib’de yaşanan sıcak çatışmalarla ortaya çıktı.

Bu sırada İdlib’e ciddi ölçüde asker sevkıyatı yapan TSK da M-4’ün altındaki bölgeye indi. Çatışmalar sürerken 27 Şubat tarihinde M-4 otoyolunun 10 kilometre kadar güneyinde hareket halindeki bir Türk askeri konvoyu Rus ve Suriye savaş uçaklarının birlikte düzenledikleri bir saldırının hedef oldu. Haritada işaretlediğimiz Al Barah yerleşiminin üç kilometre kuzeybatısındaki Balyun’daki bu saldırıda 34 Türk askeri şehit oldu.

Moskova’da imzalanan 5 Mart Mutabakatı, tam o noktada sahadaki fiili durumu dondurdu ve yeni statüko olarak tescil etti.

REJİMİN KUZEYE ÇIKIŞI FRENLENDİ

Bu mutabakatın ana mantığı, A) Kuzeyden güneye inen M-5 otoyolu ile doğusunu olduğu gibi ve batısında daha sınırlı bir alanı rejime bırakırken, B) Doğu-batı aksındaki M-4 otoyolunun üstündeki bölgeyi, otoyolunu ve bu yolun altında en uzak noktasında 20 kilometre derinlik kazanan bir alanı bu aşamada TSK’nın sahadaki askeri varlığı üzerinden muhalefet bölgesi olarak tutmasıdır.

Yazının Devamını Oku