Bu karar, Gezi davasının yeni suçlamalar dahil edilerek ve ayrıca başka davalarla birleştirilerek genişlemesi ihtimaline kapıyı açmıştır.
Kararın ne anlama geldiğini değerlendirebilmek için kısaca öncesini hatırlayalım. Bu davada aralarında Osman Kavala, Mücella Yapıcı, Hakan Altınay ve Yiğit Aksakoğlu gibi isimlerin de bulunduğu toplam 16 sanık İstanbul 30. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılandı. Mahkeme, 18 Şubat 2020 tarihindeki celsede yargılanan 9 sanığın beraatına, yurtdışında olan 7 sanığın dosyasının da ayrılmasına karar verdi.
Ancak aynı gün, Kavala bu kez casusluk suçunu işlediği iddiasıyla başka bir soruşturmadan tutuklandı. Sonradan “casusluk” ve “darbe” suçlamalarıyla açılan iki sanıklı bu davada yargılama geçen 18 Aralık’ta İstanbul 36’ncı Ağır Ceza Mahkemesi’nde başladı. Bu davanın diğer sanığı akademisyen Henri Barkey.
Bu arada, İstanbul 30. Ağır Ceza’nın Gezi davası ile ilgili beraat kararı sonraki aşamada istinaf incelemesi için İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 3. Ceza
Dairesi’nin önüne gitti. Daire,
(İstinaf mahkemesi) de bu beraat kararı hakkında bir dizi gerekçeyle “hükmün bozulmasına” karar verdi.
Şimdi kararın değerlendirmesine geçelim.
İKİ DAVA
Gerçekten de salgının seyri, Koca’nın dikkat çektiği tehlike yönünde bir akış izlemiştir. Başlangıçta mayıs ayında vaka rakamlarının düşme eğilimine girmesi iyimserliğe yol açmıştı. Ancak yaz başında normalleşmeye geçişle birlikte açıklanan sayılarla ilgili çelişkiler bir belirsizliği beraberinde getirdi. Ardından sonbaharda ikinci dalganın tırmanmasına tanıklık ettik.
Bakanın benzetmesinden hareket edersek, gemi bir türlü karaya yanaşamadığı gibi, olası dalgalara yakalanıp kendisini yeniden açık denizde ters akıntıların ortasında sürüklenirken bulmuştur.
NORMALLEŞMEYE SÜRATLİ GEÇİŞ SALGINI TIRMANDIRDI
Türkiye’nin ikinci dalgaya yakalanmasının, başka faktörler de rol oynamakla birlikte, ağırlıklı olarak normalleşmeye yaz aylarında süratli bir şekilde geçilmesinden kaynaklandığını söylemek hata olmaz. Mayıs ayı ortasına doğru AVM’lerin açılması adımından sonra normalleşmeye geçiş tarihi olarak 1 Haziran tarihi esas alınıyor. Nitekim bu tarihte 827 olan günlük vaka sayısı, normalleşmenin hemen ardından 15 Haziran’a gelindiğinde birden 1.592’ye yükselmiştir. Yani, vakalar iki hafta içinde neredeyse iki katına çıkmıştır.
Sonrasında haziran sonuna doğru vaka sayıları yeniden düşüşe geçince bu tablo değişmişti. Oysa bunun kamuoyundan saklanarak başvurulan bir yöntem değişikliği sonucu, testi pozitif çıkan bütün vakalar değil sadece semptomlu hasta sayılarının açıklanmaya başlanmasından kaynaklanan bir yanılsama olduğu çok sonradan anlaşıldı. Vaka sayıları, yeniden resmen açıklandığı 25 Kasım tarihinde birden 28 bin 351 gibi bir eşiğe çıkınca işin ciddiyeti gecikmeli olarak daha kuvvetli bir şekilde algılandı.
Son haftalarda salgınla ilgili rakamlarda gözlenen düşüşle birlikte normalleşmeye doğru harekete geçilmesi yolunda muhtelif kesimler tarafından yapılan bazı çağrılara bakınca, geçen yaz ve sonbaharda yaşanan tecrübelerden gerekli derslerin çıkartılmadığı sonucuna varıyoruz.
SON KISITLAMALAR VİRÜSÜ BASKILADI
Bu değerlendirmeyi yaparken önce Türkiye’nin pandemiyle mücadelesinde içinde bulunduğumuz ocak ayının son haftası itibarıyla nerede durduğumuzun bir fotoğrafını çekmemiz gerekiyor.
Dış dünyaya verdiği mesajlar çok küçük bir yer tuttu Biden’ın konuşmasında. Bu kısa bölümdeki ana vurgu da “ittifakların onarılması” temasıydı.
Şöyle dedi bu bölümde Biden: “İttifaklarımızı onarıp, dünya ile bağlarımızı yeniden kuracağız. Dünün değil, bugünün ve yarının sınamalarına karşılık vermek üzere... Ve yalnızca gücümüzün yarattığı örnek üzerinden değil, ama oluşturduğumuz örneğin gücü üzerinden önderlik edeceğiz. Barış, ilerleme ve güvenlik için güçlü ve güvenilir bir ortak olacağız.”
TRUMP’IN TAHRİBATINI ONARMAK
ABD’nin müttefiklerine ve aynı zamanda dahil olduğu çok taraflı kuruluşlardaki ülkelere giden bu mesaj, Donald Trump’ın başkanlığı döneminde bu örgütlerde yaptığı tahribatın düzeltileceği, yarattığı belirsizliklerin giderileceği taahhüdünü içeriyor.
Trump, ABD’yi başta iklim değişikliği alanındaki uluslararası taahhütlerinden geri çeken, Dünya Sağlık Örgütü’nden çıkaran, NATO gibi ABD’nin başını çektiği bir uluslararası savunma örgütüne bile mesafeli duran politikalar izlemişti.
Yeni Başkan ise geçen dört yıl içinde bir kısmı kopan, bir kısmı gevşeyen, sorgulanan bu bağları yeniden kurma ve güçlendirme yönünde süratli adımlar atıyor.
Biden’ın geçen çarşamba günü Beyaz Saray’dan içeri girer girmez yaptığı ilk tasarruflar çerçevesinde ABD’yi Paris İklim Antlaşması’na geri döndüren ve ayrıca Dünya Sağlık Örgütü’ndeki (DSÖ) üyeliğini yeniden tesis eden kararları imzalaması bu açıdan yeteri kadar anlamlıydı.
KÜRESEL LİDERLİĞİ
Yine bir çarşambaya denk gelen önceki gün Kongre’nin batı cephesi, ABD’nin yeni Demokrat Başkanı Joe Biden’ın teamüllere uygun bir olgunluk içinde geçen ant içme törenine ev sahipliği yaptı. Saldırganların iki hafta önce tırmandıkları duvarların hemen önündeki platformda bu kez Lady Gaga Amerikan milli marşını söylüyordu.
Törenin bitimindeki uğurlama faslında Biden’ın Başkan Yardımcısı Kamala Harris ile Cumhuriyetçi selefi Mike Pence’in Kongre merdivenlerinin önünde eşleriyle birlikte verdikleri görüntü, bütün yaşananlardan sonra, demokratik zarafetin etkileyici bir yansımasıydı.
BÜTÜN AMERİKALILARIN BAŞKANI OLMAK
En son aşamasında demokrasi ve hukukun üstünlüğü tecelli etmiş olsa da, yine de ABD tarihinin en sancılı devir teslim süreçlerinden birine tanıklık etmiş olduk. Donald Trump önceki gün Washington D.C.’den ayrılırken, geride tehlikeli ölçülerde kutuplaşmış, ortak değerleri üzerindeki mutabakatları çözülmüş, inandıkları hurafeler için şiddete başvurmaktan kaçınmayan marjinal grupların ortalıkta kol gezebildiği bir Amerika bıraktı.
Joe Biden’ın önceki gün ant içme töreninde yaptığı konuşma, kendisinin en hayati önceliğinin, şu ana kadar 400 binden fazla Amerikalının ölümüne neden olan COVID-19 felaketiyle mücadeleden sonra, ABD’nin içine düştüğü bu bölünmüşlüğü aşmak olduğunu ortaya koydu.
Kutuplaşmanın yol açtığı gerilimi düşürmek, toplumdaki bölünme hatlarını yumuşatmak, ABD’nin birliğini yeniden güçlendirmek hedefleri, Biden’ın konuşmasının en önemli ağırlık noktalarıydı.
Kendi seçim başarısını ön plana çıkarmaktan çok, toplumun bütün kesimlerine dokunmak istediği kapsayıcı mesajlar verme çabası içinde oldu. “Bütün Amerikalıların başkanı olacağını” vurguladı. Özne olarak birinci tekil şahıs “Ben”den çok, “Biz” vurgusunun duyulduğu bir metindi.
Şurası çok açık. Başkan
Birincisinde, Beyaz Saray’da iki dönemi, yani sekiz yılı tamamlamış olan Ronald Reagan, 1988 yılındaki seçimi Demokrat Michael Dukakis’e karşı kazanan yardımcısı George Bush’a devretti başkanlığı. Dolayısıyla, Cumhuriyetçiler arasındaki bir bayrak teslimi gibi geçmişti bu yönetim değişikliği.
Bende daha çok iz bırakmış olan, 1992 başkanlık seçimi sonrasındaki devir teslim süreci oldu. Seçimi Demokrat aday Bill Clinton Cumhuriyetçi Bush’a karşı kazandığı için Demokratların 12 yıl sonra yeniden iktidara gelmelerinin getirdiği ayrı bir heyecan dalgası vardı. Üstelik başkan seçilen kişi 46 yaşında genç bir siyasetçiydi. Arkansas gibi mütevazı ölçekteki bir eyaletin valiliğinden Beyaz Saray’a geliyordu.
Clinton’ın başkanlık yürüyüşünü eşimle birlikte vatandaşların arasına katılarak izlemiştim.
KÖKLÜ BİR DEMOKRASİ GELENEĞİ
Devir teslim törenlerinin en önemli ritüellerinden biri, yeni başkanın Kongre binasının önünde ABD Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın okuduğu metni tekrarlayarak ant içip ardından konuşmasını yaptıktan sonra Kongre’yi Beyaz Saray’a bağlayan Pennsylvania Avenue üzerinde katıldığı geçit törenidir.
Bu geçit törenleri, ABD demokrasisinin 19’uncu yüzyıldan beri süren en köklü geleneklerinden biridir.
Kongre binasının önünden yola koyulan kortej Pennsylvania Avenue üzerinden kuzeybatı yönünde Beyaz Saray’a doğru yol alır. Kortej, 15’inci Sokak’la kesişme noktasına geldiğinde burada yukarı doğru döner. 15’inci Sokak’ta Hazine Bakanlığı’nın yanından geçip dört blok yukarı çıkan kortej, bu kez sola dönüp Beyaz Saray’ın kuzey cephesinin baktığı yine Pennsylvania Avenue olarak devam eden ana caddeye kıvrılır. Bütün bu güzergah yaklaşık 2.5 kilometre kadar bir mesafe tutar.
İnsanlar, geçit töreni sırasında Pennsylvania Avenue üzerinde caddenin her iki tarafında dizilip, yeni başkan ve ailesine sevgi gösterisinde bulunur. Başkan, törenin bir noktasında eşiyle birlikte aracından inerek yolun kalan kısmını yürüyerek tamamlar. Başkan, bu şekilde halkın içinden geçerek Beyaz Saray’a adım atmış olur.
Türkiye’nin ağırlıklı olarak askeri hamleler üzerinden “sert gücü”nü devreye sokması bağlamında sıkça telaffuz edildi bu kavram.
Bununla birlikte, bu jeopolitik boşlukları doldururken bölgedeki bazı aktörlerle yaşadığı çatışmalar nedeniyle, Türkiye’nin kendisine bitişik coğrafyada, özellikle Doğu Akdeniz’de bazı yapılanmaların dışında kaldığı da bir olgudur.
Bu söylediğimi şöyle açabilirim.
ANKARA-KAHİRE EKSENİ KOPUNCA
Türkiye’nin İsrail ile ilişkileri son 10 yıldır birçok faktörün bileşkesi olarak zaten kötü bir şekilde seyrediyor. Buna uzun bir zamandır Mısır’la ilişkiler de eklendi. General Abdülfettah es Sisi’nin 2013 yılında darbe yaparak seçilmiş Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’yi devirmesinden sonra ilişkilerde patlak veren krizle birlikte Mısır’la köprülerin atılması, Ortadoğu’da bölgesel güç dengesinin üzerine oturduğu zemini ciddi bir şekilde sarstı. İki ülke arasındaki geleneksel yakınlığın uzantısı olarak pozitif bir etki yayan Ankara-Kahire ekseninin negatif bir elektrik yüklenmesi, bölgede bir gerilim alanına yol açtı.
İlişkilerin kötüleşmesiyle birlikte Mısır da “Müslüman Kardeşler” konusunda Ankara’yı suçlayarak, Türkiye’nin bölgedeki etki alanını sınırlandırmaya, çıkarlarına zarar verebileceği her fırsatı değerlendirmeye çalıştı.
Bu durumun olumsuz sonuçlarından biri, özellikle Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon kaynaklarının paylaşımı çerçevesinde yürütülen çalışmalarda Mısır’ın İsrail, Yunanistan ve Kıbrıs Rum Yönetimi ile blok olarak hareket etmeye başlaması oldu. Türkiye’nin Doğu Akdeniz Doğalgaz Forumu gibi organizasyonlardan ve boru hattı projelerinden dışlanması Ankara’nın eleştirileriyle karşılaştı.
BAE’DEN TÜRKİYE
Toplumda aşı olup bağışıklık kazanan insanların sayısının belli bir eşiğe yükselmesiyle birlikte, virüs, nüfuz edemeyeceği bir duvarla karşılaşacak ve başka salgınlarda yaşandığı gibi saldırısında yenik düşecektir.
Savaşın bu evresinde zaman faktörü çok önemli. Virüse karşı başlatılan aşı kampanyasının yüksek bir tempoda ve süreklilik içinde, kesintisiz bir şekilde yürütülmesi gerekiyor.
ENVANTERDE 54.5 MİLYON DOZ VAR
Her savaşa gidilirken orduların ellerindeki silah ve cephanenin envanterinin çıkartılması stratejik planlamadaki en kritik aşamalardan biridir.
Peki virüsle mücadelede aşı aşamasına geçilirken, Türkiye’nin envanteri ne durumda? Resmi açıklamalara göre, şu an itibarıyla 30 Aralık akşamı itibarıyla Çin Halk Cumhuriyeti’nden gelmiş olan 3 milyon doz “Sinovac” aşısı var. Bu arada, yalnızca önceki gün ağırlıklı sağlık personeli olmak üzere 300 bine yakın kişi aşılandığına göre, zaten gelen ilk partinin onda biri bir günde tüketilmiştir.
Peki tedarik hattının bundan sonraki seyri nasıl görünüyor? Sağlık Bakanı Dr. Fahrettin Koca’nın açıklamalarından yola çıkarsak, Çin Halk Cumhuriyeti ile yapılmış olan toplam 50 milyon dozluk bir anlaşma var.
Koca, daha önce aralık ayında muhtemelen 20 milyon, ocak ayında yine 20 ve şubat ayında 10 milyon doz aşı geleceğini açıklamıştı. Ancak bu takvimin aralık ayındaki hedefi tutturulamamıştır. Çin’den 30 Aralık tarihinde yalnızca 3 milyon doz gelmiştir.
Bakan, ayrıca Almanya’daki BioNTech firması ile “
Koca, bu açıklamada aşının “etkinlik ve güvenilirliğini önemsediklerini” belirtiyor, “Çok erken dönemde güvenilirliğini ve etkinliğini bildiğimiz aşılarla hızla başlayalım istiyoruz” diyor.
Anadolu Ajansı’nın geçtiği bu haberde fark edileceği gibi aşıyla ilgili iki vurgu ön plana çıkıyor. Birincisi, “erken dönemde tedarik ve erişim”, ikincisi ise aşının “güvenilirliği ve etkinliği”...
ARALIK AYI tedarik hedefi 20 MİLYON AŞI
Aynı açıklamada aşının tedarik edilmesine ilişkin olumlu haberler de veriyor Sağlık Bakanı. Çin Halk Cumhuriyeti yapımı olan “Sinovac aşısı”nda 50 milyon doz aşı için sözleşmeye imza atıldığını duyurarak, “Aralık ayında asgari 10 milyon olmak üzere ama 20 milyonu hedefliyoruz. Ocak ayında 20 milyonda sorun yok. Şubat ayında da 10 milyon olmak üzere toplam 50 milyon doz için sözleşme imzalandı” diyor.
Koca, Pfizer’in ürettiği “mRNA aşısı” (Almanya’da Dr. Özlem Türeci ve Dr. Uğur Şahin’nin geliştirdikleri aşı) için aralık ayında 1 milyon ve devamında 25 milyona kadar aşının verilebileceği şeklinde görüşmelerin devam ettiğini söylüyor.
Türkiye’de aşıya ne zaman başlanacağı konusunda bir tarih de telaffuz ediyor bu açıklaması sırasında Sağlık Bakanı: “Şu an için sözleşmeye bağlanan 50 milyon aşı için muhtemelen 11 Aralık gibi bu aşı takvimine başlanabilir bir aksilik olmazsa...”
ARALIK AYI İÇİN İLK HEDEF 5 MİLYON KİŞİYDİ
Dün