Bir kere dürtüleriyle hareket eden biriydi. Dürtüleri onu nereye sürüklerse oraya gidiyordu. Dengeli biri değildi. Böyle olmak, görünmek gibi bir derdi de yoktu zaten. Ayrıca, kendisini olgulara, gerçeklere bağlı hissetmek gibi bir taahhütten de yoksundu. Örneğin, kolaylıkla yalan söyleyebiliyordu. Kendisine muhalif gazeteler sıkça konuşmalarından sonra söylediği yalanların sayısına ilişkin istatistikler yayımlıyordu.
İnsanlarla ilişkilerinde rahatsız edici bir ölçüsüzlük sergileyebiliyordu; nezaketten pek nasibini almamıştı. En yakın çalışma arkadaşlarına herkesin ortasında hakaret edebiliyor, mutabık olmadığı, görüşlerini beğenmediği insanlarla ilgili sıkça alaycı, aşağılayıcı bir dil kullanabiliyordu.
Aslında karakterinde vücut bulan ahlaki ölçüler itibarıyla bulunduğu makamı ve o makamın temsil ettiği ülkeyi de sürekli aşağı çekiyordu.
Bir diğer yönü, kurallara sürekli meydan okumasıydı. Kuralları esnetmeye, etrafından dolanmaya açıktı; gerektiğinde işi kuralları tanımamaya kadar götürebiliyordu. Dört yıl boyunca Amerikan sisteminin yerleşmiş bütün geleneklerine meydan okudu, ülkenin köklü kurumlarıyla açıktan kavgaya girişti.
Kural tanımazlığı başkanlığındaki başlıca hasletlerinden biri haline gelmişti. Ama yine de bu kuralsızlığın bir yerde duracağı, bir sınırı geçmeyeceği zannediliyordu ki, o sınırı da geçti...
İhlal ettiği sınır, ABD’nin anayasasıydı.
İMKÂNSIZI İSTEMEK
Bir imkânsızı istiyordu
Bir de Trump’ın olayların patlak vermesinden sonraki sorumluluğu meselesi var. Protesto gösterisi şiddet içeren bir saldırganlık çizgisine kayınca Trump Beyaz Saray’da ne yaptı? Bu kırılma yaşandıktan hemen sonra olayları yatıştırmak için herhangi bir çaba sarf etti mi? Yakın çevresinin onu bu yönde harekete geçirmeye dönük ricalarına ne karşılık verdi? Hangi aşamaya gelindiğinde bir şey yapma ihtiyacını duydu?
Sorular bu şekilde uzayıp gidiyor.
Krizin perde arkasında kalan bu bölümüyle ilgili olarak gün ışığına çıkmakta olan bilgiler, 6 Ocak’ta Beyaz Saray’da çok vahim bir tablonun yaşandığını gösteriyor. Bu tabloda, televizyonun karşısına geçip olayları bir film gibi izleyen bir ABD Başkanı görüyoruz.
KONGRE’DEN GELEN TELEFONLARA ÇIKMIYOR
“The Washington Post” gazetesinin hadiselerin başlamasından sonraki evrede Başkan Trump’ın tutumuna tanıklık eden pek çok kaynakla konuşarak hazırladığı geniş bir haber son derece çarpıcı ayrıntılar içeriyor.
Yaşanan krizin en düşündürücü yönlerinden biri, saldırı sırasında mahsur kalan Cumhuriyetçi Kongre üyelerinin maruz kaldıkları büyük tehlike karşısında yardım istemek ve durumun aciliyetini anlatabilmek için uzun bir süre Trump’a ulaşamamış olmalarıdır. Bu nedenle Başkan’a mesajlarını ailesi ve danışmanları üzerinden aktarabilmişlerdir.
Örneğin, Temsilciler Meclisi’ndeki Cumhuriyetçi üyelerin lideri konumundaki Kevin McCarthy, saldırganlardan saklanmak üzere sığındığı yerden Trump’ın damadı Jared Kushner’la, Senato’nun ağır toplarından Lindsey Graham da Başkan’ın kızı Ivanka Trump’la temas kurmuştur.
“
Keza, “Big tech” diye hitap ettiği Twitter, Google, Microsoft gibi bilgi teknolojileri alanındaki dev şirketler, “Radikal solcular” diye kızdığı Demokratlar ya da en başta yardımcısı Mike Pence olmak üzere “Güçsüz Cumhuriyetçiler” diye aşağıladığı, cesur bulmadığı partisinin bazı kesimleri de değildi...
Trump’ın kızgınlığını hiç sakınmadan ifade ettiği bir kurum daha vardı: ABD Yüksek Mahkemesi (Supreme Court)... Yani bizdeki karşılığı ile Anayasa Mahkemesi...
“Bakın, Yüksek Mahkeme’den de memnun değilim. Benim aleyhime karar vermek hoşlarına gidiyor” diye konuştu Trump.
Ardından ekledi: “Üçünü ben seçtim. Onlar için, özellikle de biri için çok sıkı kavga ettim...”
Trump’ın ülkenin en yüksek yargı kurumundan duyduğu mutsuzluğunun nedeni çok açık. Mahkeme’ye aday gösterip seçtirdiği yargıçların cübbelerini giydikten sonra kendisiyle ilgili bir dosya önlerine geldiğinde aleyhine karar vermelerini bir türlü anlayamıyor. İhanete uğramış birinin ruh hali içinde.
MAHKEMEDEKİ MUHAFAZAKÂR AĞIRLIK
ABD Yüksek Mahkemesi’nin 9 yargıcı var. Mahkemedeki denge, 6 muhafazakâr üyeye karşılık 3 Demokrat üye üzerinden muhafazakâr bir çizgide şekillenmiş bulunuyor. Yargıçlardan ikisi Cumhuriyetçi baba George Bush, biri oğlu yine Cumhuriyetçi George W. Bush, biri Demokrat Bill Clinton, ikisi Demokrat Barack Obama ve son üçü de Cumhuriyetçi Trump tarafından aday gösterilmiş.
Trump
Ancak bugünkü meselemiz 20 Ocak günü ve sonrasında ne olacağı değil. Mesele, takvimin yapraklarında 20 Ocak’a kadar uzanan kısa zaman kesitinin, yani Washington’da son sahnenin nasıl tamamlanacağı sorusunda düğümleniyor.
Tartışılan konu, geçen çarşamba günü düzenlediği mitingde taraftarlarını Joe Biden’ın başkan ilan edilmesini engellemek için Kongre’ye gitmeleri çağrısında bulanarak 6 Ocak felaketine yol açan Başkan Trump’ın, 11 gün daha Beyaz Saray’da oturup oturmaması gerektiği...
*
Washington’daki alevli bir şekilde sürmekte olan bu tartışmaya baktığımızda, birçok seçeneğin konuşulduğunu görüyoruz.
Bunlardan birincisi “azledilme”, yani kendisinin Kongre tarafından görevden alınması seçeneği. Demokrat Parti’nin bazı önde gelen isimleri azil sürecinin hemen başlatılması için harekete geçmiş bulunuyorlar. Cumhuriyetçi Parti içinde son olaylar nedeniyle Trump’a tepki duyan üyelerin de desteğini alarak, azil sürecinin pekâlâ işletilebileceğini savunuyorlar.
Hem Temsilciler Meclisi hem de Senato’yu içeren bu karmaşık sürecin tamamlanabilmesi için yeterli zamanın olduğunu söyleyebilmek doğrusu güç.
Buradan ikinci senaryoya geliyoruz. O da, ABD Anayasası’nın 25’inci ek maddesi çerçevesinde Trump’ın kendi kabinesi tarafından azledilmesi mekanizmasının işletilmesi. Bu anayasa hükmü, Başkan’ın görevi sırasında devre dışı kaldığı hallerde nasıl bir yol izleneceğini düzenliyor.
Bu maddenin dördüncü fıkrası, “
Bu gerçekliğin birçok boyutu var. Öncelikle, bir demokraside halkın seçilmiş temsilcilerinin bir araya geldiği, demokrasinin kalbinin attığı parlamentosunun bir toplantısı kaba güç kullanılarak engelleniyor. Bu yönüyle demokrasinin en temel kurumuna, doğrudan demokrasinin kendisine bir saldırı niteliği taşıyor. Sığınağa kaçmak zorunda kalan Kongre üyelerinin şahsında ABD demokrasisi de bir süre için ancak sığınakta koruma altına alınabilmiştir.
İkinci boyutu, birincisinin türevi aslında. Kesinleşmiş olan bir başkanlık seçimiyle ilgili Kongre’de anayasal gereklilik olarak yerine getirilmesi gereken bir prosedürün tamamlanması engellenerek, seçim sonucuna da müdahale edilmiş olunuyor. Seçmenin iradesinin yansıdığı sandık bir bakıma başaşağı çevrilmiş oluyor.
Meselenin üçüncü boyutu daha az vahim değil. Kongre binasının saldırıya uğraması seçimi kaybetmiş olan ABD Başkanı’nın çağrısı üzerine gerçekleştiriliyor. Kongre’nin hedef olduğu baskının azmettiricisi olan kişi, ABD Anayasası’nı korumak üzere yemin etmiş Başkan’ın bizzat kendisi. Demokrasiye dönük tehdidin, saldırganlığın Washington’daki ayak izlerini sürdüğümüzde, izlediğimiz yol bizi Beyaz Saray’ın kapısına kadar getiriyor.
Hadisenin dördüncü boyutu doğrudan ABD’nin görüntüsünü, dışarıdaki algısını ilgilendiriyor. İşgale uğrayan Kongre binası Amerikan demokrasinin en yüksek sembolüdür. Başkent Washington D.C.’deki konumunda şehrin birçok açısından fark edilebilen yüksek kubbesi ile bu statüsünü hissettirir. Bu görüntüde –ABD’de en son söz bu binadaki seçilmişler tarafından söylenir- mesajı yatar. Bu sembolünün saldırıya uğraması, ABD’nin demokrasi alanındaki üstünlük iddiasının da ciddi bir hasar görmesine yol açıyor. ABD demokrasisinin itibarının bütün dünyanın gözünde çok ağır bir yara aldığı aşikâr.
*
Listeyi uzatabiliriz. Örneğin, Kongre binasından içeri giren bazı Trump fanatiklerinin 1860’lı yıllarda kısa bir süreliğine ABD birliğinden ayrılıp kendi birliklerini kuran güney eyaletlerinin -bugün ırkçı çağrışımlarla hatırlanan- ‘konfedere devletler’ bayrağını taşımaları bile, saldırıyı düzenleyenlerin kafa yapılarını, temsil ettikleri değerleri göstermesi bakımından düşündürücüdür.
Neresinden bakılırsa bakılsın, Trump’ın dört yıl süren başkanlığının sonunda ülkeyi içine soktuğu kaotik durumu bundan daha çarpıcı bir şekilde anlatan bir final olamazdı.Ortak paydalarını kaybeden, kendi içinde bölünmüş, ciddi bir kutuplaşmaya sahne olan, demokrasinin temel kurumlarının saldırıya uğradığı, kural tanımazlığın yaygınlaştığı bir ülke var karşımızda. Siyasi amaçlarla bilinçli bir şekilde izlenen kutuplaştırıcı siyasetlerin, ABD gibi bir ülkeyi bile nasıl kendi içinden çatlatabileceğini göstermesi bakımından göz açıcıdır önceki gün yaşanan hadiseler.
Özetle, Amerika Birleşik Devletleri’nde “
AYM kararının değerlendirmesine girmeden önce kısaca Gezi davasının seyrini hatırlayalım. (1) numaralı sanığın Osman Kavala olduğu, toplam 16 sanığın “hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüs” etmekle suçlandığı iddianame, geçen ay İstanbul Cumhuriyet Başsavcı Vekilliğine atanan, o dönemdeki düz savcı Yakup Ali Kahveci tarafından 19 Şubat 2019 tarihinde mahkemeye sunulmuştu. İstanbul 30’uncu Ağır Ceza Mahkemesi, yargılama sonucunda 18 Şubat 2020 tarihinde Kavala ve Aksakoğlu dahil 9 sanığın beraatına, yurtdışında olan 7 sanığın dosyasının da tefrik edilmesine karar vermişti.
Aksakoğlu, bu davada 1 Kasım 2017 tarihinde tutuklanan Kavala ile birlikte tutuklu yargılanan iki sanıktan biriydi. Sivil toplum alanında çalışan Aksakoğlu, 16 Kasım 2018 tarihinde Gezi olayları soruşturması çerçevesinde gözaltına alınmış, ertesi gün tutuklanmış ve tahliye edildiği 25 Haziran 2019 tarihindeki ilk duruşmaya kadar Silivri Cezaevi’nde tek kişilik bir hücrede tutuklu kalmıştı.
Tutuklanmasından sonra serbest bırakılması için yapılan itirazlar sonuçsuz kalınca, Aksakoğlu 28 Şubat 2019 tarihinde Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuruda bulunmuştu. Avukatları Aslı Kazan ve Serkan Cengiz, hem tutuklamanın hem de delillere erişimin engellenmesinin hukuki olmadığı gerekçesiyle iki hak ihlali ileri sürmüşlerdi.
BARIŞÇIL TOPLANTI DÜZENLEMEK SUÇ DEĞİL
AYM Birinci Dairesi, iki yıla yaklaşan bir incelemenin ardından bu dosya üzerindeki kararını geçen 3 Aralık tarihinde verdi.
Toplam 47 sayfa tutan kararda Aksakoğlu’nun tutuklanmasına neden olan delil dosyası ayrıntılı bir şekilde incelenmiş. Bu çerçevede kararda da vurgulandığı üzere kendisine isnat edilen delillerin hepsi 2013 yılına aittir. Delillerin büyük bir bölümü 2013 Mayıs sonu ve haziran ayı başındaki Gezi olaylarından sonra yapılan telefon dinleme kayıtlarıdır. Bu kayıtların neredeyse tümü Aksakoğlu’nun yürüttüğü sivil toplum faaliyetlerini konu alıyor. Bu arada, Gezi olaylarıyla ilgili bir değerlendirme toplantısına da “kolaylaştırıcı”, yani moderatör olarak katıldığı anlaşılıyor.
Kararda dikkatimi çeken tespitleri şöyle özetleyebilirim:
Gezi olayları sırasında çok sayıda toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenlenmiş, bunların bir kısmının barışçıl bir nitelik taşıdığı Anayasa Mahkemesi kararlarına da yansımıştır. AYM’nin Gezi olaylarıyla ilgili olarak toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkının ihlal edildiğine ilişkin kararları vardır.
Yeni yıla adım attığımız bugünlerde salgının 2021 başı itibarıyla seyrindeki son durumu kısaca değerlendirelim.
Ekim ve kasım aylarında yayımladığımız grafikler COVID-19’a yakalanan hastaların sayısında tehlikeli bir şekilde yukarı doğru tırmanmakta olan bir eğriye işaret ediyordu. Buna karşılık, alınan önlemlerin etkisiyle -tehdit bütün ciddiyetini korumakla birlikte- yeni vaka ve hasta sayılarında son haftalarda belirgin bir düşüşün yaşandığı tespitini yapmalıyız.
EN KÖTÜSÜ 23 KASIM HAFTASI
Günlük ‘hasta’ sayısının özellikle ekim ayının ikinci yarısında birden artış göstermeye başlaması, ardından kasım ayının ilk yarısında artışın sürmesi, 17 Kasım tarihinde açıklanan ilk önlemler dizisini beraberinde getirmiştir. Cumhurbaşkanı
Bugün de belli ölçülerde sürmekte olan bu sorunun temelinde, Ortadoğu’da bütün bölgeye yayılan bir çatışma hattı üzerinden Türkiye’nin açıkça çatışan taraflardan biri konumunda olması yatıyor. Türkiye’nin karşısında Mısır, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) oluşturduğu bir blok yer alıyor. Tabii İsrail de bu cephedeki fotoğrafı tamamlıyor.
Bu çatışma ekseniyle iç içe geçen ikinci sorunlu alan, Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon rezervlerinden yararlanma meselesinde Mısır ve İsrail’in Yunanistan ve Kıbrıs Rum Yönetimi (KRY) ikilisi ile el ele vererek Türkiye’yi dışlayan bir anlayışla birlikte hareket etmeleridir. Burada şekillenen yapılanmaya ABD ve AB de kuvvetli bir destek veriyor, keza Fransa da denklemin içine giriyor. Sonuçta bölgedeki doğalgaz rezervlerinin paylaşımına ilişkin çekişmede Türkiye karşısında geniş bir cephe bulmuş oluyor.
Bu alanlardaki saflaşmalar Libya’da yaşanan iç savaşta da büyük ölçüde tekrarlanıyor. Libya’da sahada Türkiye’nin karşısında Mısır, BAE ve Fransa var, Rusya gibi başka aktörlerin yanı sıra...
Geçen yılki değerlendirmeyi “Bugünden 2020’li yıllara bakarken Türkiye’nin artık bazı ilişkilerini onarmaya, dostlarının sayısını arttırmaya, Batı’ya dönük ana yönelimini göz ardı etmeden dış dünyayla ilişkilerini çeşitlilik ve denge içinde yürütmeye ihtiyacı var” diyerek noktalamışız.
Şimdi bir yıl sonraki duruma bakalım.
ANKARA: BİZİM GÜZERGÂH DAHA VERİMLİ
Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun geçen çarşamba günü gazetecilerle düzenlediği yıllık değerlendirme toplantısının metnini okurken karşıma Doğu Akdeniz meselesinin çıkması şaşırtıcı olmadı. Çavuşoğlu, İsrail açıklarında çıkan hidrokarbonun en verimli ihracat güzergâhının Türkiye olduğunu, buna karşılık Türkiye’nin “EastMed Forumu”ndan dışlandığını belirtiyor ve şunları ekliyor:
“