Sedat Ergin

Salgında her gün bir İzmir depremi oluyor, farkında mıyız?

17 Kasım 2020
Sağlık Bakanlığı, geçen temmuz ayının sonunda COVID-19 vakalarının yeniden kötüleşme yönelişine girdiği sırada birden ‘yoğun bakım’da tutulan ve ‘entübe edilen’ hastaların sayılarını açıklamayı kesmiş ve bu iki kategori yerine ‘ağır hasta’ başlığı altında yeni bir göstergeye ilişkin verileri paylaşmaya başlamıştı.

Resmi rakamlara göre, 28 Temmuz günü COVID-19’dan yoğun bakımdaki hastaların sayısı 1.280 ve bunlar arasında entübe edilmiş olanların sayısı ise 403’tü. Ancak 29 Temmuz günü 542 olarak verilen ‘ağır hasta’ sayısı ile yetinmemiz gerekti.

Kamuoyuyla veri paylaşımına ilişkin yöntem ne kadar değiştirilse değiştirilsin gerçek yine bir şekilde kendini gösteriyor. Önceki akşam Sağlık Bakanlığı tarafından yapılan paylaşıma göre, 29 Temmuz’da 542 olan ağır hasta sayısı 3 bin 439’a çıkmıştı. Bu durumda yaklaşık dört aylık bir süre içinde ağır hasta sayısının altı kattan da fazla arttığı sonucuna varıyoruz.

Yazıda yer verdiğimiz grafikte ağır hastaların haftalık ortalama sayılarına baktığımızda bu göstergenin son dönemde ne kadar kuvvetli bir artış eğrisi çizdiğini görebiliriz. Özellikle 26 Ekim, 2 Kasım ve 9 Kasım’da başlayan haftalarda, yani son üç hafta boyunca ağır hastaların sayısında düzenli bir şekilde sert artışlar yaşandığını vurgulamalıyız.

Ayrıca, tam bir ay öncesine baktığımızda 12-18 Ekim haftasında 1.422 olan haftalık ortalama ağır hasta sayısının geçen hafta 3 bin 201 e çıkmış olması bir ay içinde iki katından fazla bir yükselişe işaret ediyor.

GÜNLÜK HASTA SAYISINDA 3 BİN EŞİĞİ AŞILDI

Sağlık Bakanlığı uzunca bir zamandır günlük ‘yeni vaka’ sayısını açıklamayı kestiği için son günlerde vakaların tırmanışa geçmesi gerçeği karşısında günde ne kadar vatandaşımızın COVID-19’a yakalandığını ne yazık ki bilemiyoruz.

Tek bilebildiğimiz, COVID-19 testi pozitif çıkan ve belirti gösterenlere ilişkin ‘yeni hasta’ sayısıdır ki, o da Türkiye’de tespit edilen günlük toplam vakaların çok altındadır. Çünkü, testi pozitif çıkanlar belirti göstermiyorsa, taşıyıcı olmalarına ve bakanlığın sistemi içinde tedaviye alınmalarına rağmen sayıları gizli tutuluyor.

Önceki gün açıklanan ‘yeni hasta’ sayısı 3 bin 223’tü. Geçen haftanın önemi, bu sayının ilk kez 3 bin eşiğinin üstüne çıkmış olmasıdır. Yeni hasta sayısı, ilk duyurulduğu 29 Temmuz tarihinde 942 idi.

Yazının Devamını Oku

Mesut Bey'in ardından (2) - Mesut Yılmaz’ın tarihteki yerine adil bakabilmek

14 Kasım 2020
Mesut Yılmaz’ın siyasi serüvenini tek bir yazının sınırları içine sığdırıp değerlendirebilmek çok zor.

Onun yakın tarihte oynadığı rolü bütünlüğü içinde yerli yerine oturtmak çok katmanlı bir çabayı gerektiriyor.

Öncelikle, 1990’lı yıllarda Türkiye’de siyasetin akışında, birçok kritik gelişmenin arkasında Mesut Bey’in kararlarının, yaptığı hamlelerin izleriyle karşılaşıyoruz. Bu yıllar, siyasi istikrar anlamında Türkiye’nin genellikle krizler içinde savrulduğu bir dönemdir.

Bu arada, Mesut Bey’e ilişkin bir analizi yalnızca kendisinin 1990’lı yıllardaki rolüyle sınırlı tutmak da haksızlık olur. Bu dönemin ardından AB’ye tam üyelik müzakerelerindeki rolü üzerinden Türkiye’nin 2000’li yılların başlarındaki yönelişine yaptığı etkiye de kuvvetli bir projektör tutmak gerekir.

1991’DE ERKEN SEÇİM KARARI

Türkiye’de 1990’lı yıllarda siyasetin başat oyuncularından biridir Mesut Bey. Siyasi yolculuğundaki ilk büyük dönüm noktası 1991 yılında çekişmeli bir kongrede ANAP genel başkanlığına seçilip başbakanlığı üstlenmesidir. Üstelik, ANAP içinde Turgut Özal ile arasına bir mesafe koyarak, kendisini farklı bir kimlikle tanımlayarak bunu yapmıştır. Özalın reformcu çizgisini korumakla birlikte bazı şeyleri ondan farklı yapacağını taahhüt ederek o göreve gelmiştir.

Siyasi hayatının kritik bir kararı ANAP liderliğini üstlendikten sonra 1991 Ekim ayı için erken seçim çağrısında bulunmasıdır. Bu kararı DYP-SHP koalisyonunu işbaşına getirirken, kendisini de ana muhalefet lideri konumuna düşürmüştür. Mesut Bey, sonradan bu kararını hatalı bulduğunu söylemiştir. Ancak seçimin bir yıl sonra zamanında yapılması Süleyman Demirel’in DYP’sine doğru başlamış olan hareketliliği frenleyebilir miydi, bu da şüphelidir.

ÇİLLER-YILMAZ KAVGALARI

Aslında 1990’lı yıllarda Türkiye’de siyasetin ana akışını belirleyen çerçeve, 12 Eylül darbesinin 1980 öncesinin siyaset kadrolarını yasaklaması sonucu hem merkez sol hem de merkez sağda nehrin yatağının dağılmış olmasının yarattığı tahribattır.

Yazının Devamını Oku

Mesut Bey'in ardından (1) - Gazetecilerle ilişkisi hep çekişmeli oldu

13 Kasım 2020
Gazetecilerle siyasetçilerin ilişkilerinin nasıl olması gerektiği basın tarihi kadar eski bir sorudur.

Bu sorunun yanıtı bitmeyen bir tartışmanın da konusudur. Geleneksel bakış, gazetecilerin siyasetçilerle her zaman mesafelerini korumaları gerektiğini belirten ödünsüz bir çizgiyi savunur.

Teorik olarak doğrusu bu olabilir. Ancak hayatın akışı her zaman bu çizgiyi izlemez. Siyasetçi de gazeteci de insandır. Ve iki insanın bir araya geldiği her ortamda insanlara dair bir durum, durumlar vardır. Bu iki insandan biri hedefleri doğrultusunda giden, siyasi çıkarlarına odaklanmış bir siyasetçi, diğeri ise görevi onu izlemek olan ve gözü haberden başka hiçbir şey görmeyen bir gazeteci ise aralarındaki ilişki –ne kadar yakın olsalar da- dört mevsimin bütün iklim koşullarına açık olacaktır.

Siyasetçi ile gazetecinin tanışıklığı uzun bir zamana yayılmışsa, görevleriyle aralarındaki dostluğun çatışabildiği durumların yaşanması eşyanın tabiatı gereğidir. Eski başbakanlardan Mesut Yılmaz’ın yakın bir zamandaki ölümü, beni bu düşünceler üzerinden eskilere giden hukukumuzun bir muhasebesine yöneltti.

VİYANA’DAKİ SERT ÜSLUP

Benim Mesut Bey’le ilk temasım olumsuz tonda geçen bir konuşmayla başladı. Cumhuriyet gazetesinin Ankara bürosunda diplomasi muhabiri olarak görev yaptığım 1986 yılı eylül ayında dönemin başbakanı Turgut Özal’ın Viyana’da katıldığı, Avrupa Demokrasi Birliği’nin (EDU) düzenlediği ‘Avrupa Muhafazakâr Parti Liderleri Konferansı toplantısını izlemekle görevlendirildim. Özal, 19-20 Eylül 1986 tarihlerindeki bu toplantıda Avrupa’nın önde gelen merkez sağ liderleriyle buluşacaktı.

Özal’ın Viyana heyetindeki isimlerden biri ANAP’ın kurucularından olan ve 1983 seçimlerinden hemen sonra ilk kabinesinde basından sorumlu devlet bakanlığı görevine getirdiği Mesut Yılmaz’dı. O dönemde Dışişleri Bakanlığı’na baktığım için karşılaştığım, tanıdığım bir siyasi değildi kendisi.

Gazeteci olarak görevim, Turgut Bey’in katıldığı toplantıda neler konuşulduğunu öğrenmekti. Toplantıdan sonra otelin lobisinde Mesut Yılmaz’ı gördüm. Yanına giderek kendimi tanıttım ve toplantının nasıl geçtiğine ilişkin bir-iki soru sordum.

O anı çok iyi hatırlıyorum. Bana “

Yazının Devamını Oku

Azerbaycan 1990’ların başında neden kaybetti, 2020’de neden kazandı?

12 Kasım 2020
Sovyetler Birliği’nin dağılması sürecinde 1991 yılında bağımsızlığını ilan eden Azerbaycan’ın kendisi gibi bağımsızlığını yeni kazanan Ermenistan karşısında özellikle 1992-1993 yıllarında uğradığı askeri yenilgiler o döneme tanıklık edenlerin hafızalarından çıkmış değildir. Yaşanan çatışmalar olmakla beraber, pek çok kasaba, köy ciddi bir direniş gösterilmeden, muharebeye girilmeden terk edilmiştir.

Yenilginin çok temel bir nedeni vardı. Yaklaşık 70 yıl Sovyet sistemi altında yaşamış olan Azerbaycan’ın organize bir şekilde gelen silahlı Ermeni gruplarına ve Ermenistan ordusuna karşı direnç gösterecek, savaşabilecek güçte düzenli bir ordusu yoktu. Sonuç, ‘Dağlık Karabağ Özerk Bölgesi’ dahil Azerbaycan topraklarının yüzde 20’ye yakın bir bölümünün Ermenistan’ın işgali altına girmesi, evlerini terk etmek zorunda kalan 1 milyona yakın insanın kendi ülkesinde göçmen durumuna düşmesi olmuştur.

Bundan 30 yıl sonra Azerbaycan ordusu, Ermenistan ordusuna karşı giriştiği ve geçen pazartesi gece yarısı ilan edilen ateşkese kadar toplam 44 gün süren bir askeri harekâtla 1990’lı yılların başında kaybettiği toprakların önemli bir bölümünü geri alırken sahada mutlak bir üstünlük sergilemiştir. Rusya’nın son anda ağırlığını koyması sonucu ateşkes ilan edilmeseydi, muhtemeldir ki Azerbaycan ordusunun sahadaki ilerlemesi, toprak kazanımları devam edecekti.

Azerbaycan ordusunun otuz yıl sonra sahada bu farkı yaratabilmesinin gerisinde hangi nedenler yatıyor? Geçmişte Ermenistan karşısında yenilgiye uğrayan Azerbaycan hangi faktörlerin bir araya gelmesiyle bu kez hasmı karşısında kazanan taraf olabildi?

YENİDEN İNŞA EDİLEN ORDU

 Kuşkusuz, bir dizi neden söz konusu. En başta da Azerbaycan’ın bu kez iyi eğitilmiş, disiplinli profesyonel bir orduya sahip olması geliyor. Ancak Azerbaycan Silahlı Kuvvetleri’nden söz ederken, bu yeni ordunun neredeyse sıfırdan inşa edilmesinde Türkiye’nin oynadığı hayati rolün de vurgulanması gerekiyor.

Özellikle 1992, 1993’te sahadaki seri yenilgilerin travması o dönemde yalnızca Azerbaycan’da değil, Ankara’da da yaşanmıştı. Daha o zamanlarda Cumhurbaşkanlığı makamında oturan Turgut Özal’la başlayan, halefi Süleyman Demirel ve bütün hükümetlerce benimsenen bir devlet politikası devreye sokulmuştur. Bu politikanın hedefi, Azerbaycan’ın genç bir devlet olarak ayakları üzerinde durabilmesi için öncelikle güçlü profesyonel bir orduya sahip olmasıdır.

Bu milli politikanın hayata geçirilmesi muhtelif düzlemlerde yürümüştür. İlk dönemde öncelikli atılan adımlardan biri Türkiye’den gönderilen emekli ya da muvazzaf askeri danışmanlar üzerinden Azerbaycan ordusunun yeniden organize edilmesi faaliyetine başlanmasıdır.

PİYADE, TOPÇU İHTİSAS EĞİTİMLERİ TÜRKİYE’DE

Yazının Devamını Oku

Karabağ Mutabakatı’nda Azerbaycan, Rusya ve Türkiye kazançlı tarafta

11 Kasım 2020
Dağlık Karabağ ve çevresinde yaklaşık bir buçuk aydır sürmekte olan savaş Rusya Cumhurbaşkanı Vladimir Putin’in pazartesiyi salıya bağlayan gece yarısı duyurduğu açıklamayla son buldu. Yapılan ateşkes anlaşması, Güney Kafkasya’da yeni güç dengesinin Ermenistan’ın kayıpları çerçevesinde bu kez Azerbaycan lehine şekillendiği, ancak Rusya’nın da baskın bir şekilde bölgeye iyice yerleştiği bir döneme kapıyı açtı.

Dağlık Karabağ ve çevresinde yaklaşık bir buçuk aydır sürmekte olan savaş Rusya Cumhurbaşkanı Vladimir Putin’in pazartesiyi salıya bağlayan gece yarısı duyurduğu açıklamayla son buldu. Yapılan ateşkes anlaşması, Güney Kafkasya’da yeni güç dengesinin Ermenistan’ın kayıpları çerçevesinde bu kez Azerbaycan lehine şekillendiği, ancak Rusya’nın da baskın bir şekilde bölgeye iyice yerleştiği bir döneme kapıyı açtı.

Ortaya çıkan sonucun bir muhasebesini yaptığımızda şu gözlemleri öne sürebiliriz:

1) PUTİN’İN TUĞRASI: Çatışmalar sahada kritik bir eşiğe geldiği noktada Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev ve Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan ile müzakereleri bizzat yürütüp uzlaşı zeminini yaratarak, ayrıca bizzat varılan mutabakatı açıklayarak hadiseye tuğrasını vuran kişi Rusya Cumhurbaşkanı Vladimir Putin olmuştur. Rusya lideri, bu hamleleriyle Güney Kafkasya bölgesinde nâzım rolü oynayan aktörün kendisi olduğu yolunda kuvvetli bir mesaj vermiş oluyor.

2) RUSYA BÖLGEYE YERLEŞTİ: Rusya’nın rolü yalnızca varılan mutabakatın şekillenmesiyle sınırlı kalmadı. Rusya, aynı zamanda ilan edilen ateşkesin ve bölgede kurulan yeni düzenin sahadaki başat denetleyicisi konumuna da geçti. Dağlık Karabağ’daki cephe hattı ve Laçin koridoru boyunca Rus Barış Gücü olarak 2 bine yakın asker ve 90 zırhlı personel taşıyıcı ile konuşlanacak olması bu durumun altını çiziyor. Rusya, anlaşmazlığın çözümü üzerinden Güney Kafkasya’daki ağırlığını arttırarak askeri gücüyle bölgeye tam anlamıyla yerleşmiştir. Kremlin, böylelikle, sahada barışı gözetmenin yanı sıra bölgedeki güç dengesi ve denkleme dahil olan bütün ülkelerle ilişkileri açısından önemli kaldıraçlara sahip olacaktır.

3) YA RUSYA AĞIRLIĞINI KOYMASAYDI?: Bundan önce Rusya’nın devreye girdiği iki ateşkes denemesi de sonuç getirmemişti. Rusya’nın ateşkes için sonuç alabilmesi, Ermenistan’ın Dağlık Karabağ’da sahada askeri yenilgisinin kesinleştiği, Şuşa’ya Azerbaycan bayrağının dikildiği, özerk bölgenin başkenti Hankendi’nin düşme menziline girdiği, Ermenilerin kontrolündeki Hankendi ile Ermenistan arasındaki bağlantının koptuğu bir kırılma noktasında olmuştur. Rusya ağırlığını koymasaydı ve Azerbaycan ilerlemesini sürdürseydi sahadaki durum muhtemeldir ki, Hankendi’nin de düşmesiyle sonuçlanabilirdi. Paşinyan, daha fazla zararı göze alamayacağı bir noktada ateşkese razı olmak zorunda kalmıştır. Muhtemelen Rusya da Ermenistan’ın sahada daha fazla gerilemesini uygun bulmamıştır.

4) PAŞİNYAN İÇİN ZOR DÖNEM: Kuşkusuz, uğradığı kayıpların ardından ateşkesi kabul etmek zorunda kalması, iki yıl önce büyük bir halk hareketi ile iktidara gelen ve Batı’ya dönük bir vizyona sahip olan Paşinyan’ın siyasi gücüne, prestijine ciddi bir darbe vurmuştur. Erivan’da şimdiden patlak veren hadiseler bundan sonrasında Paşinyan’ı Ermenistan’da zor bir dönemin beklediğine işaret ediyor. Rusya’nın, Batı yanlısı gördüğü ve güven duymadığı Paşinyan’ın bu süreç içinde sıkışmasından bir rahatsızlık duyması beklenmemelidir. Aksine, Kremlin’in Azerbaycan’ın güçlenmesi çerçevesinde Paşinyan ve Ermenistan karşısında elindeki kartları güçlenmiştir.

5) AZERBAYCAN KAZANÇLI, TOPRAKLARINI KURTARDI: Varılan mutabakatla bu krizden en kazançlı çıkan aktör Azerbaycan’dır. Bu ülke, 1990’lı yılların başında çıkan çatışmalarda yalnızca ‘Dağlık Karabağ Özerk Bölgesi’ içinde Türk nüfusun yoğun olduğu Şuşa gibi yerleşimleri değil, aynı zamanda Karabağ’ın dışında kalan, bu bölgeye bitişik çok geniş topraklar da kaybetmişti. Azerbaycan, geçen bir buçuk ay içinde bu toprakların bir bölümünü savaşarak zaten geri almıştı. Bunlar Karabağ’ın güneyinde İran sınırına bitişik ya da çevresindeki Zengilan, Kubadlı, Cebrayil ve Fuzuli rayonlarıdır (idari bölge). Ermenistan işgalinin halen sürdüğü 3 rayon daha var. Bunlar, Karabağ’ın doğusundaki Ağdam ile batısı ve güneybatısındaki Kelbecer ve Laçin rayonlarıdır. Ermenistan, varılan mutabakata göre 15 Kasım’a kadar Kelbecer’den, 20 Kasım’a kadar Ağdam’dan ve en geç 1 Aralık’ta Laçin rayonundan çekilecektir. Sonuçta Ermenistan, ağırlıklı olarak 1992-1993 döneminde işgal ettiği bütün Azerbaycan topraklarından çıkmış olacaktır. Bu toprakların kendisine “iade edilmesi” Azerbaycan için çok büyük bir başarıdır.

6) ‘KAÇKINLAR’A DÖNÜŞ KAPISI AÇILDI:

Yazının Devamını Oku

Şuşa'nın alınışıyla Güney Kafkasya'daki jeopolitik denklem tersyüz oldu

10 Kasım 2020
Dağlık (Yukarı) Karabağ, geçen eylül ayından bu yana Türkiye’nin dış politika gündeminde en üst sıralarda yer alıyor. Önceki gün Dağlık Karabağ’daki Şuşa kentinin Azeri ordusunun denetimine geçmiş olması, Güney Kafkasya’daki jeopolitik denklemi tersyüz etmiş bulunuyor.Önümüzdeki dönemde uzun bir süre Karabağ’ı tartışmaya devam edeceğiz. Ancak bugünü anlayabilmek için önce biraz gerilere gitmemiz gerekiyor. Tarih boyunca hiçbir zaman durulmamış bir bölgeden söz ediyoruz. Özellikle Dağlık Karabağ, Ermenilerle Azeriler arasında süregelen bir çekişmenin alanı.

Azeri birliklerinin Şuşa’yı işgalden kurtardığı haberlerini okuyunca, Nuri Paşa’nın komutasındaki İslam Kafkas Ordusu’nun 1918’de, yani yüzyıl önce Suşa’da kendisine katılan yerli birliklerin desteğiyle Hankendi’yi Ermeni gruplardan geri alıp Karabağ’da Azerbaycan’ın egemenliğini tesis ettiğini hatırlayabiliriz. Kızıl Ordu’nun 1920’de Kafkasya’yı işgaliyle Karabağ’daki çekişme de dondurulmuştur.

Sovyet Rusya’nın bulduğu çözüm Azerbaycan toprakları içinde kalan, Ermenistan ile sınırdaş olmayan, Azerilerin yanı sıra kuvvetli oranda bir Ermeni nüfusun da yaşadığı Yukarı Karabağ’a özerklik statüsü verilmesi olmuştur. 1924’te egemenliği Azerbaycan’da kalmak üzere (haritada sınırları kırmızı çizgilerle gösterilen) ‘Özerk Karabağ Yukarı Bölgesi’ ilan edilir. Özerk bölgenin başkenti de Türk nüfusun baskın olduğu Şuşa’dan, bu şehrin hemen kuzeyindeki Hankendi’ye taşınır. Ermeniler, bu şehri Stepanakert olarak adlandırıyor.

SOVYETLER BİRLİĞİ DAĞILINCA KARABAĞ DA KARIŞTI

Sovyetler Birliği’nin 1936 ve 1977 anayasaları Yukarı Karabağ’ın Azerbaycan’a ait olduğu hükmünde bir değişiklik yapmamıştır. Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecine girmesiyle birlikte Azeriler ve Ermenilerin Karabağ’la ilgili karşılıklı hak iddiaları sıcaklığından hiçbir şey kaybetmemiş bir halde yeniden su yüzüne çıkıp bütün Güney Kafkasya’yı içine alacak bir çatışmayı tetiklemiştir.

Ermenilerin ağırlıklı olarak söz sahibi konumda bulunduğu Yukarı Karabağ’daki Özerk Yönetim, Sovyetler’in çözülmesiyle birlikte bünyesindeki Azeri unsurları da büyük ölçüde tasfiye etmiştir. Ardından Karabağ Özerk Yönetimi’nin Ermenistan’ın cesaretlendirmesiyle 31 Ağustos 1991 tarihinde tek taraflı bağımsızlık ilanı, zaten başlamış olan çatışmaların tam anlamıyla açık bir savaşa dönüşmesine yol açmıştır.

1994 başına kadar devam eden çatışmalarda Ermeni gruplar, Dağlık Karabağ’da Türklerin nüfus olarak ağırlıklı olduğu başta Şuşa olmak üzere önde gelen yerleşim merkezlerinin tümünü ele geçirmiştir. Ancak Ermeniler, bu noktada durmayıp Karabağ Özerk Bölgesi’nin sınırlarını çevreleyen Azerbaycan topraklarının batıda, doğuda ve güneyindeki çok geniş alanları da işgal etmiştir. Bu askeri operasyonlar Karabağ’daki silahlı Ermeni gruplarla Ermenistan ordusu tarafından birlikte yürütülmüştür.

Savaşın sonucu A) Dağlık Karabağ’ın tümüyle Ermenilerin kontrolüne geçmesi, B) Ermenistan’ın doğuya doğru genişleyerek fiilen Karabağ ile birleşmesi, C) İki tarafın birbirine eklemlenmesiyle ortaya çıkan bu yapının güneyde İran sınırına doğru büyümesi, aynı zamanda D) Karabağ’ın doğusundaki Azerbaycan toprakları üzerinde de genişlemesi olmuştur.

Yazının Devamını Oku

Biden kesinleşirse çalkantılı bir geçiş dönemine hazır olalım

7 Kasım 2020
ABD’deki başkanlık seçiminin seyrine baktığımızda önümüzdeki günlerde, haftalarda ve aylarda bugüne dek hiç karşılaşmadığımız türden hadiselere tanıklık etmemiz galiba şaşırtıcı olmayacak.

Son anda çok büyük bir sürpriz yaşanmadığı ve sandıklardaki son yönelişler doğrultusunda Demokrat aday Joe Biden’ın galibiyeti kesinleştiği takdirde önümüzdeki döneme ilişkin bir dizi ihtimal üzerinde durabiliriz.

Bunlardan birincisi, yapılan sayımlarda Biden ipi önde göğüslese bile, seçimin nihai sonucunun kesinleşmesinin zaman alabilecek olmasıdır. Başkan Donald Trump’ın ekibinin şimdiden bazı eyaletlerde ya da belli seçim bölgelerinde tamamlanmış sayımların iptal edilip yeniden sayım yolunun açılması için hukuki kanallardan yürüttüğü girişimler resmi sonucun açıklanmasını geciktirebilecektir.

Bundan yirmi yıl önce 7 Kasım 2000 tarihinde yapılan ABD başkanlık seçimlerinde Florida eyaletinde yaşanan tecrübe bu dönemin pekâlâ çok sıkıntılı olabileceğini gösteriyor. O dönemde Florida’da ortaya çıkan kilitlenme nedeniyle ne Demokrat aday Al Gore ne de Cumhuriyetçi aday George W. Bush, 538 üyeli Seçiciler Kurulu’nda başkan seçimi için gerekli 270 eşiğini tutturamamış ve nihai sonucun belli olması Florida’dan gelecek habere kalmıştı.

İki tarafın avukat orduları arasında yürütülen hukuk mücadelesinde karşılıklı itirazlar üzerinden eyaletteki birçok seçim bölgesinde yinelenen sayımların uzamasıyla süreç tam bir belirsizliğe girmiş, ABD beş hafta süreyle yeni başkanının kim olacağını öğrenememişti. Ardından bir başvuru üzerine ABD Anayasa Mahkemesi’nin 12 Aralık 2000 tarihinde aldığı bir kararla sayım durdurulmuştu. Bu noktada Bush’a 2 milyon 912 bin 790, Gore’a ise 2 milyon 912 bin 253 oy çıkmıştı. Aradaki fark 537 oydu. Cumhuriyetçi aday Bush 537 farkla Florida seçimini kazanarak bu eyaletin 29 delege kontenjanıyla Seçiciler Kurulu’nda 271’e gelmiş ve böylelikle ABD Başkanı olmuştu.

YA TRUMP YENİLGİYİ KABUL ETMEZSE

Burada kritik mesele, Biden’ın başkanlığının kesinleşmesi halinde Başkan Trump’ın yenilgiye çatışmacı bir stratejiyle karşılık vermesidir. Seçim günü gece yarısı “Hile yapıldı” şeklindeki çıkışı, önceki günkü basın toplantısında suçlamalarını tekrarlayarak “seçimin çalınmasına izin vermeyeceklerini” söylemesi, Trump’ın geçiş döneminin yumuşak bir zeminde yürütülmesine yanaşmayacağını gösteriyor.

ABD’deki teamül seçim sonuçlarının belli olmasıyla birlikte resmi süreçlerin tamamlanmasını beklemeden kaybeden tarafın kamuoyuna bir konuşma yaparak durumu “kabul ettiğini” belirtip çekilmesidir. Trump’ın ise izleyeceği kutuplaştırma stratejisiyle uyuşmazlık çıkartarak, en azından ilk aşamada böyle bir adımı atmayacağı anlaşılıyor. Bu arada, fanatik taraftarlarının “seçimin Demokratlar tarafından çalındığı” gerekçesiyle sokağa dökülerek yapabilecekleri taşkınlıklar ve bunun tetikleyeceği karşı tepkilerle ABD’de kaotik bir ortamın belirmesi ihtimali birçok insanı kaygılandırıyor.

BIDEN’LA DEVİR TESLİM 

Yazının Devamını Oku

ABD seçiminin dip dalgaları ve beyazların azınlığa düşme kaygıları

6 Kasım 2020
ABD demokrasisinin en önemli zafiyetlerinden biri seçimlere katılım oranının eskiden beri düşük olmasıdır. Amerikan halkının sayıca azımsanmayacak bir kesimi geleneksel olarak sandık karşısında kayıtsızdır. Seçme hakkına sahip vatandaşların katılımı üzerinden yapılan hesaplamalarda, sandığa gidenlerin oranının genellikle yüzde 50-55 bandında seyretmesi sıkça karşılaşılan bir durumdur.

Bu ülkede 1950 sonrasındaki seçimlere baktığımızda en yüksek oran Demokrat John F. Kennedy’nin seçildiği 1960 seçiminde kaydedilmiştir. Katılım yüzde 62.8’e çıkmıştır. Sonraki seçimlerde hiçbir zaman bu eşik geçilmemiştir. Son 2016 seçiminde ise nadir rastlanan bir şekilde oran yüzde 59.2’ye yükselmiştir.

Geçen salı günü yapılan seçimin sayım işlemleri sonuçlanmadığından katılım oranını henüz bilmiyoruz. Bir önceki 2016 seçiminde 230.9 milyon seçmen içinden toplam 136.6 milyon katılım olmuştu. Katılım oran yüzde 59.2’ydi. Geçen salı günü seçmen sayısı 239 milyon dolayında hesaplanmıştı. Dün öğle saatleri itibarıyla 143 milyondan fazla oy sayılmış ve yüzde 60 eşiğine çoktan gelinmişti. Sayım bittiğinde bu oran daha da yükselecektir.

TRUMP OYUNU 5 MİLYONDAN FAZLA ARTTIRDI

Buradaki artış yalnızca Cumhuriyetçi aday Donald Trump’ın yeniden seçilmesini önlemek isteyen insanların sandıklara yığılmasından kaynaklanmıyor. Trump da sandıklarda 2016’ya kıyasla yabana atılmayacak oranda bir artış sağlayabilmiştir. Trump, 2016 seçiminde 62.9 milyon oyla sandıktaki oyların yüzde 46.09’unu almıştı. Trump için dün akşam saatleri itibarıyla 68.5 milyon oy sayılmıştı. Oran olarak yüzde 47.8’e çıkmıştı. Bu, Trump’ın seçmen sayısında 5.6 milyonluk bir artış anlamına geliyor.

Buna karşılık 2016 seçiminde Demokrat aday Hillary Clinton 65.8 milyon oy alırken (yüzde 48.18), geçen salı günü Demokrat aday Joe Biden oy sayısını –dün akşam itibarıyla- 72.2 milyona çıkartmıştır. (Yüzde 50.4) 6.4 milyon dolayında bir artış söz konusudur. Unutmayalım ki, bu sayılar nihai durumu göstermiyor.

Amerikan basınında yayımlanan yorumlarda yanıtı aranan soru, Trump’ın geçen dört yıl içinde yaşanan bütün çalkantılara ve COVID-19 salgınında 230 binden fazla insanın hayatını kaybetmesine rağmen, nasıl olup da bu artışı sağlayabildiğidir.

BEYAZLARIN YÜZDE 57’Sİ TRUMP’A OY VERDİ

New York Times’ta dün yayımlanan, ‘Edison Research’ adlı bir araştırma kuruluşu

Yazının Devamını Oku