Sedat Ergin

İdlib’de o zor karar sonunda alındı

23 Ekim 2020
Geçen yıl 23 Ağustos 2019 tarihinde bu köşede yayımlanan “Türkiye’yi İdlib’de Bekleyen Zor Kararlar Var” başlıklı yazım, İdlib’de endişe edilen ihtimalin sonunda bütün riskleriyle Türkiye’nin karşısına çıktığını anlatıyordu.

Hadise şuydu: Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Suriye muhalefetinin kontrolündeki İdlib’in güneyinde M-5 otoyolu üzerindeki Morik yerleşimi civarında kurmuş olduğu (9) numaralı gözlem noktası kuzeyden Suriye ordusu tarafından çevrelenmişti. Askeri noktanın batısı, güneyi ve doğusu bir süre önce zaten rejim birliklerinin kontrolüne geçmişti. Sonuçta buradaki Türk birliğinin dışarı tek çıkış yolu olan kuzeye doğru kara bağlantısı tümden kesilmiş oluyordu.

Tarih 19 Ağustos 2019. Türkiye, ikmal yolunun açık kalmasını sağlamak ve Morik’teki gözlem noktasını takviye etmek amacıyla bir askeri konvoyu M-5 üzerinden Morik’e doğru yola çıkarmıştı ki... Maarat el Numan civarında yol almakta olan Türk konvoyu bir hava saldırısına hedef oldu. Saldırı sonucu konvoyun ilerlemesi durdu.

Sonradan bu hava saldırısını bir Rus savaş uçağının gerçekleştirdiği ortaya çıkacaktı.

Ertesi günü (20 Ağustos) Han Şeyhun kasabası rejim güçlerinin eline geçti.

*

Morik üssü, Türkiye’nin Rusya ve İran’la birlikte yürüttüğü Astana Süreci çerçevesinde 2017 yılında ‘çatışmasızlık bölgesi’ olarak ilan edilen İdlib’de, bu sistemi denetlemek amacıyla kurduğu 12 gözlem noktasından yalnızca biriydi. Bu gözlem noktaları tesis edildiğinde, İdlib bütünüyle silahlı muhalif grupların kontrolündeydi. Sahadaki varlıkları rejimi İdlib’e dönük askeri hamlelerden caydırarak İdlib’de hedeflenen çatışmasızlığı güvence altına alacaktı. 17 Eylül 2018 tarihinde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Rusya Cumhurbaşkanı Vladimir Putin arasında imzalanan ‘Soçi Mutabakatı’ bu düşünce üzerine inşa edilmişti.

Mutabakatın uygulaması, ilk dönem işler iyi gittiyse de, sonradan beklendiği gibi yürümedi. Esad ordusu, Rusya ile tam bir işbirliği içinde özellikle 2019 yazından itibaren M-5 karayolunu rejimden geri almak üzere planlı bir askeri harekâta girişti. Rus Hava Kuvvetleri de bu harekâta fiilen katıldı. Bu stratejide muhalefetten ilk geri alınan yerlerden biri de Morik’teki TSK gözlem noktasının 10 kilometre kadar kuzeyindeki Han Şeyhun kasabası oldu.

Han Şeyhun’un

Yazının Devamını Oku

Vaka sayıları açıklanmasa da diğer göstergeler bir hayli kaygı verici

22 Ekim 2020
Sağlık Bakanlığı bütün ‘vaka’ sayılarını açıklamaktan vazgeçip sadece sayıca çok daha az olan semptom gösteren ‘hasta’ sayılarını paylaşmaya başlamış olsa bile, COVID-19 salgınının seyriyle ilgili açıklanan diğer göstergeler bir araya getirildiğinde, tablodaki yönelişin iyimserliğe izin vermeyen bir çizgide seyrettiğini vurgulamalıyız.

Dünkü yazımız Hacettepe Üniversitesi’nden Prof. Mehmet Ceyhan ile sohbetimize dayanarak Sağlık Bakanlığı’nın açıklamalarından hareketle, duyurulan hasta sayısını 5 ile çarpmak suretiyle bütün vakaların sayısının tahmin edilebileceğini konu alıyordu. Bu çerçevede örneğin geçen pazartesi günkü 2 bin 26 hasta sayısını 5 ile çarptığımızda, günlük 10 binin üstüne çıkan bir vaka toplamı tahminine ulaşıyoruz.

Aslında bu tahmin, bizzat Sağlık Bakanı Dr. Fahrettin Koca’nın bundan bir süre önce COVID-19 testlerinin yüzde 10’unun ‘pozitif’ çıktığı yolundaki açıklamasının işaret ettiği sonuca yaklaşıyor.

Bu yöntemi geçen pazartesi için açıklanan toplam test sayısı 116 bin 249’a uygulayalım. Bu hesaplamaya göre tahminen 11 bin 624 kişinin testinin pozitif çıkmış, yani bu sayıda yeni günlük vakanın kayda girmiş olması gerekir.

Kuşkusuz, bu hesapların hepsi birer tahmini geçmiyor ve arada 1.600’e yaklaşan bir fark söz konusu. Her halükârda vaka sayısının açıklanan hasta sayısının ne kadar üstünde olduğunu göstermesi bakımından yine de fikir verici. Hatta, gerçek vaka rakamının bu tahminlerin de çok üstünde olduğu yolunda kuvvetli görüşlere de rastlamak mümkün. Ne yazık ki, şeffaflık olmadığı zaman muhtelif modellemeler üzerinden yapılan tahminlerle yetinmek durumunda kalıyoruz.

GÜNLÜK HASTA SAYILARI İKİ KAT ARTTI

 Salgının ikinci dalgasının boyutlarını okuyabilmek için başka göstergeler üzerinden devam edelim. Sağlık Bakanlığı 29 Temmuz’dan itibaren ‘vaka’ yerine testi pozitif çıksa da sadece belirti gösterenleri işaret eden ‘hasta’ sayısını açıklamaya başlamıştı. O günü baz alıp bir karşılaştırma yaptığımızda şunu görüyoruz:

29 Temmuz günü paylaşılan yeni hasta sayısı 942’ydi. Daha sonraki haftalarda günlük hasta sayısı düzenli bir şekilde artmış ve ilk kez bu haftanın başında günlük 2 bin eşiğini geçmiştir. Hasta sayısı geçen pazartesi günü 2 bin 26, salı akşamı ise 1.894 olarak açıklanmıştır.

Yazının Devamını Oku

Prof. Ceyhan’la COVID-19’da günlük vaka sayısı tahmini

21 Ekim 2020
Covid-19 salgını ikinci dalgasında yüksek bir eşikte seyrederken, yapılan yöntem değişikliği nedeniyle ne yazık ki ülkemizdeki günlük vaka sayısını –biz vatandaşlar- artık bilmiyoruz.

Bitmedi. Bu sayıyı bilemediğimiz için Türkiye’de bugüne dek kaydedilen COVID-19 vakalarının toplamını da öğrenemiyoruz. Şu nedenle ki, geçen 28 Temmuz’a kadar açıklanan, ‘vakalar’ üzerinden ‘toplam sayı’ydı. 29 Temmuz’dan sonra buna yalnızca ‘hasta’ sayıları eklenmeye başlandığından dolayı ortaya analiz edilebilmesi mümkün olmayan, geçerlilik taşımayan tuhaf bir veri kategorisi çıktı.

DSÖ TABLOSU DA TARTIŞMALI

Sağlık Bakanlığı’nın turkuaz tablosundaki sütunun en üstünde ‘toplam hasta sayısı’ diye yazıyor. Ama öyle değil. Çünkü 28 Temmuz’a kadar olan kısmı belirtili-belirtisiz bütün vakaları içeriyor; 29 Temmuz sonrası ise yalnızca belirtili vakaları. Onlar da ‘hasta’ diye adlandırılıyor.

Peki o zaman bu sayı neyin sayısı? Doğrusu bu sorunun yanıtını bilmek de zor. Ama Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) kendi web sayfasında bu sayıyı hâlâ –eskisi gibi- ‘teyitli vaka’ olarak açıklıyor. Örneğin, DSÖ’nun dünkü ‘Küresel Gösterge Tablosu’nda, Türkiye için 18 Ekim’de ‘teyitli vaka toplamı’ 347 bin 493 olarak veriliyordu.

Sağlık Bakanlığı’nın web sitesindeki ‘COVID-19 Bilgilendirme Sayfası’nda ise 347 bin 493 sayısı dün 18 Ekim tarihi için ‘toplam hasta sayısı’ başlığı altında duyuruluyordu.

‘Hasta’ ile ‘vaka’ iki ayrı durumu anlatıyorsa, bir sayı aynı anda nasıl iki ayrı veri kategorisini gösterebilir? Sağlık Bakanlığı’nınki doğru ise DSÖ’nünki doğru değil. Bu önerme tersinden de geçerli tabii. Aslında gerçek o ki, iki veri de yanıltıcı.

Bu yönüyle gelinen nokta DSÖ’nün inandırıcılığı bakımından da artık ciddi bir soruna dönüşmüş bulunuyor. Şöyle ki,  DSÖ’nün kendi tanımlamasında ‘teyitli vaka’ -klinik bulgulardan bağımsız olarak- COVID-19 testi pozitif çıkmış olan herkesi kapsıyor. Ama DSÖ’nün Türkiye için verdiği ‘toplam vaka’ rakamı, iddia ettiği gibi testi pozitif çıkan herkesi kapsamıyor. Gerçek rakam bundan çok daha yüksek.

GÜNDE TAHMİNEN 

Yazının Devamını Oku

Türkiye’den BM’de Uygur Türkleri konusunda ‘orta yol’ formülü

20 Ekim 2020
Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Genel Kurulu Üçüncü Komitesi’nde Çin Halk Cumhuriyeti’nin Sincan Uygur Özerk Bölgesi’ndeki insan hakları ihlalleriyle ilgili yaptığı eleştirel beyana ilişkin Dışişleri açıklamasının izini sürünce çarpıcı bir tabloyla karşılaştım.

Türkiye’nin BM’deki beyanı bizzat Bakanlık Sözcüsü Hami Aksoy tarafından duyurulmuştu.

Sosyal, kültürel ve insani işlerden sorumlu olan Üçüncü Komite, özellikle insan hakları konuları ele alındığı için BM Genel Kurulu’nun en kritik organlarından biri. Sincan dosyası, bu dönem Üçüncü Komite’de şimdiden en gerilimli tartışma başlıklarından birini oluşturuyor Batı grubu ile Çin Halk Cumhuriyeti arasında.

BATI GRUBU’NDAN SERT ELEŞTİRİSİ

Üçüncü Komite’nin Genel Kurul Başkanı Volkan Bozkır’ın konuşmasıyla açılan 6 Ekim tarihli oturumunda meselenin alevlenmesi, ağırlıklı olarak başını ABD ile AB ülkelerinin çektiği 39 ülke adına yapılan ortak bir tutum açıklamasıyla başlıyor. Bu açıklamayı 39 ülke adına Almanya’nın BM Daimi Temsilcisi Christoph Heusgen okuyor BM Genel Kurulu’nda.

Bu açıklamada, Çin Halk Cumhuriyeti’nde hem Tibet hem de Sincan bölgesindeki dini ve etnik gruplara yönelik “ağır insan hakları ihlalleri”nden duyulan “büyük kaygılar” dile getiriliyor. Sincan’da bir milyondan fazla insanın “siyasi eğitim kamplarında keyfi bir şekilde alıkonduklarıyolunda inandırıcı raporlar bulunduğu belirtiliyor. Din ve inanç özgürlüğü ile hareket etme ve dernek kurma özgürlükleri ve aynı zamanda Uygur kültürünü hedef alan sert sınırlamalardan söz ediliyor.

Açıklamada, Uygurlara ve diğer azınlıklara dönük yaygın gözetim sistemi devam ederken, zorla çalıştırma ve kısırlaştırma dahil zorlayıcı doğum kontrol yöntemleri uygulandığına ilişkin haberlerin artmakta olduğu kaydediliyor. Büyük ölçüde BM İnsan Hakları Konseyi’nin bağımsız uzmanlarının raporlarına dayanan bu açıklama, neresinden bakılırsa bakılsın içeriği itibarıyla ağır bir metin.

İlginçtir ki, bu açıklamanın imzacıları arasında 27 AB üyesinden Yunanistan, Kıbrıs Rum Yönetimi, Macaristan, Çekya, Romanya, Malta ve Portekiz yer almıyor. Ancak Kuzey Makedonya, Bosna-Hersek ve Arnavutluk gibi AB’ye tam üye adayları metne imza atmışlar.

44 ÜLKEDEN ÇİN’E 

Yazının Devamını Oku

Anayasa Mahkemesi’nden önemli bir içtihat

17 Ekim 2020
AYM, oybirliği ile aldığı emsal kararda tecavüz mağduru bir genç kızın kürtaj izninin sürüncemede bırakılmasını ‘hak ihlali’ olarak gördü ve kararında bu duruma yol açan hâkimi sorumlu tuttu.

Bu hafta kaleme aldığım yazıların tümü Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) yakın zamanda aldığı kamuoyunda da tartışılan bazı kritik kararları ve bu çerçevede bireysel başvuru hakkının geleceğini konu aldı.

Haftayı yine AYM’de bireysel başvuru hakkının kullanılmasıyla ilgili bir yazıyla kapatacağız. Ancak yazının AYM ekseninde gündeme gelen siyasi konularla ilgisi yok. Tecavüz mağduru 18 yaşın altındaki bir genç kızın kürtaj olabilmek için verdiği mücadelede başına gelenleri konu alan, geçenlerde kısaca basına da yansıyan bir AYM kararını büyüteç altına yatıracağız bu kez. Bunu yapmaktaki amacımız, AYM’nin vatandaşların kamu otoritesi karşısında uğradıkları her türlü mağduriyet üzerine ‘bireysel başvuru’ yoluyla kapısını çalabilecekleri bir hak arama mercii olduğu gerçeğinin altını çizmek, mahkemenin bu bağlamda üstlendiği yaşamsal role dikkat çekmek. Özetle, AYM’nin işlevini yalnızca bugünkü güncel tartışmaların konusu olan alanlarla sınırlı görmemek gerekiyor.

FOTOĞRAFLA ŞANTAJ YAPILINCA

Bireysel başvurucunun adı dosyadaki gizlilik kararı sonucu ‘R.G.’ olarak geçiyor. R.G., Mersin’in Mut ilçesine bağlı bir köyde yaşayan 7 Ocak 2000 doğumlu, bireysel başvuruda bulunmasına yol açan olaylar meydana geldiğinde 18 yaşından küçük olan bir genç kızdır.

Olaylar R.G.’nin 15 Mayıs 2017 tarihinde Mut Devlet Hastanesi’nde yapılan muayenesinde on hafta üç günlük gebe olduğunun tespit edilmesiyle başlar. Yaşının küçük olması ve birden çok kişiyle birlikte olduğunu söylemesi üzerine konu polise ve ardından Mut Cumhuriyet Başsavcılığı’na intikal eder. Savcılık, R.G.’nin adını verdiği beş kişi hakkında soruşturma açar.

R.G., kimden hamile kaldığını bilmemektedir. Polise verdiği ifadesine göre, 2016 başında tecavüze uğramış, daha sonra çıplak fotoğraflarının ailesine gönderileceği tehdidi karşısında başka bir kişiyle de cinsel birliktelik yaşamak zorunda kalmıştır. Sonraki birlikteliklerinde rızasının olduğunu belirtir. Ancak daha sonra her seferinde fotoğraf tehdidi altında temasa zorlandığını söylemiştir.

R.G.’nin ailesi, aynı gün yaşı küçük olan kızlarını istismar eden kişilerden şikâyetçi olur ve gebeliğin sona erdirilmesi talebinde bulunur. Bu arada R.G., babasından korktuğu, ailesiyle birlikte kalamayacağını belirttiği için Başsavcılık talimatıyla yine aynı gün Mersin Aile ve Sosyal Politikalar İl Müdürlüğü Şiddet Önleme ve İzleme Merkezi’ne teslim edilir.

SULH CEZA HÂKİMİ HER 

Yazının Devamını Oku

Anayasa Mahkemesi tartışmasında bireysel başvurunun geleceği

16 Ekim 2020
Son günlerde siyaset cenahında sıkça Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) yeniden yapılandırılmasıyla ilgili taleplere tanıklık ediyoruz. Bu talepler şimdiden AK Parti ile MHP’nin ortak bir tutumu haline gelmiş bulunuyor.

İktidar blokunda bu yöndeki niyetler açığa vurulunca, bu hedefin hayata geçirilebilmesinin parametrelerine bakmakta yarar var. AYM’nin yeniden yapılandırılması her şeyden önce Anayasa değişikliği gerektiriyor. Çünkü AYM’nin yapısı, kaç üyeden oluşacağı, bunların nasıl seçileceği, nasıl görev yapacakları, mahkemenin görev ve yetkileri gibi başlıkların hepsi, ayrıntılı bir şekilde Anayasa’nın dokuz ayrı maddesinde (145-153) tanımlanmıştır.

Anayasa değişikliğinin referanduma götürülebilmesi için TBMM üye sayısının en az beşte üçünün oyu zorunlu. Bir başka anlatımla, 600 sandalyenin bulunduğu TBMM’de en az 360 milletvekiline ihtiyaç var. AK Parti’nin 291, MHP’nin 48 milletvekilinin bir araya geldiği 339 toplamı, bu eşiğin altında kalıyor. Bu durumda AK Parti-MHP blokunun diğer partilerden, bağımsızlardan destek araması gerekecek ki, mevcut sayısal dengede projenin bu yasama döneminde TBMM’den geçirilebilmesi zor görünüyor.

Böyle de olsa AYM sisteminin değiştirilmesi ileriye dönük bir siyasi hedef olarak gündemden çıkmayacak ve mahkeme bu taleplerin baskısını üzerinde hissedecektir.

AK PARTİ’NİN 2004 REFORMU DÖNÜM NOKTASI

AYM’ye dönük rahatsızlığın önemli bir boyutu, anayasal yargının ‘kuvvetler ayrılığı’ çerçevesinde yürütme erkinin alanını -göreceli olarak- denetleyebilme, sınırlandırabilme gücüyle ilgilidir. Bununla birlikte, mahkemeyle ilgili son dönemdeki şikâyetlerin hatırı sayılır bir bölümünü bireysel başvuru talepleri karşısında verdiği ‘ihlal’ kararlarının oluşturduğu sır değildir.

AYM’nin adil yargılanma hakkı, ifade özgürlüğü, toplanma hakkı gibi başlıklarda verdiği kararlar, önemli ölçüde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) içtihatlarıyla uyumlu bir çizgide şekilleniyor. AYM, bu içtihatları içselleştirilirken kendi özgün içtihatlarını da ortaya koymaktadır.

Buradaki temel konu, AİHM içtihatlarının bugün -siyasiler beğensin beğenmesinler- temel hak ve özgürlükler alanında Türkiye’deki hukuk düzeninin bağlayıcı bir şekilde belirleyici üst normunu oluşturmasıdır. Bu durum, AK Parti’nin reformcu kimliğiyle ön plana çıktığı 2004 yılında CHP ile işbirliği yaparak TBMM’den geçirdiği Anayasa değişikliğinin bir sonucudur.

Meselenin özünde Anayasa’nın 90’ıncı maddesinin sonuna eklenen şu cümle yatıyor: “

Yazının Devamını Oku

Anayasa Mahkemesi’nin hassas dengeleri

15 Ekim 2020
AYM kararlarında güç dengesi Gül döneminde seçilen üyelerle Erdoğan döneminde seçilen üyeler arasında pamuk ipliğine bağlı. ‘Barış İçin Akademisyenler’ kararında 8-8 olan eşitlik, Gül döneminden 1 üyenin emekli olması sonrasında CHP’nin İnfaz Yasası başvurusunda 9’a 7 oldu. AYM’deki oy kalıplarıyla ilgili yerleşik bakışı tersyüz eden bir gelişme ‘Enis Berberoğlu’ kararının oybirliğiyle çıkması oldu. AYM’nin 16 üyesi de ‘hak ihlali’ olduğunu belirtti.

Anayasa Mahkemesi (AYM), Türkiye’de siyaset alanında ve kamuoyunda oldukça sert çizgilere tırmanmış bulunan bir tartışmanın konusu haline gelmiş bulunuyor. AYM’nin aldığı kararlar sıkça siyasi aktörlerin ağır eleştirilerine hedef oluyor. Bu kararlar siyaseti ilgilendiren sonuçları nedeniyle önemli sarsıntılara yol açarken, Enis Berberoğlu kararından sonra görüldüğü gibi yargı alanından meydan okumalarla da karşılaşabiliyor. Ayrıca, bazı durumlarda AYM’nin bir üyesinin yaptığı bir sosyal medya paylaşımı mahkemeyi birden dalgalı suların içine de çekebiliyor.

Özetle, bugünlerde bütün projektörler Anayasa Mahkemesi’nin üstünde.

Bütün bu hareketliliğin gerisinde AYM kararlarının taşıdığı ağırlık yatıyor. Birçok kritik konuda son sözü yüksek mahkeme söylüyor. Mahkeme, iktidarın TBMM’den geçirdiği bir yasayı ya da yasanın bazı hükümlerini Anayasa’ya aykırı bulup iptal edebiliyor. Keza, bireysel başvurularda devletin vatandaşa haksızlık yaptığını tespit edip devleti tazminat cezasına çarptırabiliyor. AYM kararları kesin ve bağlayıcı. Anayasa’nın 153’üncü maddesi “Anayasa Mahkemesi’nin kararları kesindir” diye başlıyor ve şöyle bitiyor: “Anayasa Mahkemesi kararları Resmî Gazete’de hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlar.”

MAHKEMEDEKİ OYLAMA KALIPLARI

Peki, AYM’de bu kritik kararlar nasıl alınıyor? Mahkeme içindeki oylama kalıpları nasıl şekilleniyor. Daha doğrusu, yerleşmiş oylama kalıpları var mı? Yoksa dosyadan dosyaya farklılaşan bir örüntü mü söz konusu? AYM içindeki dengeler nasıl oluşuyor? On Birinci Cumhurbaşkanı Abdullah Gül döneminde üyeliğe gelen AYM yargıçlarının bugün mahkemedeki etkileri ne derecededir? Cumhurbaşkanlığı’na 2014 yılında Recep Tayyip Erdoğan’ın gelmesinden sonraki 5-6 yıl içinde mahkemeye seçilen yeni üyeler kararlarda belirleyici olabiliyorlar mı?

Can alıcı iki soru daha var. Mahkemeye Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından atanmış olup iktidarın beklentisinden farklı yönde oy kullananlar oluyor mu? Keza, Gül döneminde seçilip iktidarla aynı dalga boyunda hareket eden yargıçlar var mı?

Bugünkü yazımızda AYM Genel Kurulu’nun yakın dönemde bazı kritik oylamalarına hâkim olan oy kalıpları üzerinden bu sorulara yanıt aramaya çalışacağız. Beş üyenin katılımıyla alınan bölüm kararlarını bu değerlendirmenin dışında tutuyoruz.

ÜYE SAYISI 16'DAN 15'E DÜŞÜYOR

Yazının Devamını Oku

Anayasa Mahkemesi’nde önemli bir içtihat değişikliği

14 Ekim 2020
Anayasa Mahkemesi, geçenlerde CHP milletvekili Enis Berberoğlu dosyasında oybirliği ile ‘ihlal’ verirken, kamuoyunu yakından ilgilendiren bir başka konuda, CHP’nin infaz düzenlemelerini değiştiren yasayla ilgili ‘şekil’den yaptığı başvuruda bu kez oybirliğinden ayrılarak ‘ret’ kararına yöneldi.

AYM’nin bu kararı önemliydi, çünkü mahkemenin aynı konuda önceki içtihadını 180 derece değiştirmekteydi.

Meseleyi açıklayabilmek için önce geçmişteki içtihadı hatırlayalım. Kısaca “Rahşah Affıdiye bilinen, 2000 yılında çıkartılmış olan infaz sistemindeki değişikliklere ilişkin yasa, ertesi yıl AYM’nin verdiği ilginç bir karara konu olmuştu. AYM, yasanın bazı maddelerini iptal eden, bazı maddeleriyle ilgili itirazları reddeden, sonuçta iptaller nedeniyle kapsamın genişletilmesi sonucunu doğuran bir karar almıştı. Mahkemenin Anayasa’nın ‘eşitlik ilkesi’ne dayandırdığı bu kararı yasanın kapsamı dışında tutulan birçok suç kategorisini de affa dahil etmişti.

CUMHURBAŞKANI SEZER’İN VETOSU

Dönemin koalisyon hükümeti, bunun üzerine yasayı yeniden düzenleyerek TBMM’den geçirmiş, ancak yasa bu kez Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in vetosuna takılmıştı.

TBMM, Sezer’in vetosuna rağmen yasayı aynı haliyle yeniden çıkartınca Sezer Anayasa’nın kendisine verdiği yetkiyi kullanarak yasayı ‘şekil’ yönünden AYM’ye götürmüştü. Sezer’in AYM’ye başvuru gerekçesi, yasa geçerken TBMM’de kullanılan kabul oyları sayısının Anayasa’da af yasaları için öngörülen sayısal eşiğin altında kalmasıydı.

Anayasa’nın 87’nci maddesi, TBMM’nin görev ve yetkilerini sıralarken Üye sayısının beşte üç çoğunluğunun kararı ile genel ve özel af ilanına karar vermeyi” de sayıyor.

AYM, 28 Mayıs 2002 tarihinde ‘oybirliği’ ile aldığı kararda, Sezer’in başvurusunu yerinde bulmuştur. Mahkeme, yapılan infaz düzenlemelerinin af niteliğinde olduğuna kanaat getirerek, Anayasa’nın 87’nci maddesinin öngördüğü beşte üç çoğunluğa ilişkin usul şartının karşılanmadığı gerekçesiyle yasayı iptal etmiştir.

CHP’nin bu yıl AYM’ye yaptığı başvuru da aynı mantığa dayanıyordu.

Yazının Devamını Oku