Sedat Ergin

ABD başkanlık seçiminin sonucu: Bölünmüş bir ülke

5 Kasım 2020
ABD’de önceki gün yapılan başkanlık seçimi, kimin kazandığına ilişkin sonucu ilk günden vermese de, başka bir sonucu bütün berraklığıyla tüm dünyaya gösterdi.

Bu sonuç, Amerika Birleşik Devletleri’nin kültürel, sosyolojik ve siyasi hatlar üzerinden kendi içinde bölünmüş, ortak paydaları zayıflayan bir ülke olduğu gerçeğinin tescil edilmiş olmasıdır.

Demokrat aday Joe Biden’ın Cumhuriyetçi aday Donald Trump karşısında sandıklar açılır açılmaz mutlak üstünlük sağlayacağı bir sonuç, Amerika’da son dört yıldır Trump’ın şahsında temsil ettiği değerler üzerinden kök salmakta olan yönelişin tersyüz edildiği, bu açıdan bir kırılmanın yaşandığı gibi kuvvetli bir mesajla algılanacaktı. Seçim, böyle bir kırılmayı tetiklememiştir. Amerika, içine girdiği bölünmenin her alanda doğurmakta olduğu sonuçları önümüzdeki dönemde yaşamaya devam edecektir.

COVID’DEN ÖLEN 231 BİN KİŞİYE RAĞMEN

Sandıktan çıkan sonuç bazı açılardan özellikle şaşırtıcıdır; en başta da ABD’nin dünyada en çok COVID-19 vakasının yaşandığı ülke olması gerçeği açısından. ABD’de önceki gün itibarıyla 9 milyon 400 bin dolayında vaka kayda geçmiştir. Seçim günü 75 bin kadar vaka raporlanmıştır. Salgında yine önceki günkü rakamla toplam 231 bin kişi hayatını kaybetmiştir.

ABD’nin 20 yıla yayılan Vietnam Savaşı’nda toplam 58 bin kadar askerinin öldüğü hatırlanırsa, bundan yaklaşık dört kat fazla Amerikalı geçen dokuz ay içinde COVID’e kurban gitmiştir. Ancak bu kayıpların yarattığı düşünülen travma dışarıdan tahmin edildiği ölçüde sarsıcı olmamıştır.

Daha önemlisi, Başkan Trump, COVID-19’u yeterince ciddiye almamış, salgına karşı kuvvetli bir mücadele stratejisi ortaya koymamıştır. Trump, kendi ülkesinin önde gelen sağlık otoriteleriyle COVID-19 konusunda polemiğe girip, onların bilimsel görüşlerine meydan okumaktan da çekinmemiştir. Gelgelelim salgın karşısındaki bu sicili seçmen tabanını herhangi bir şekilde etkilememiştir.

‘ÖNCE AMERİKALILARA İŞ’ SÖYLEMİ

Keza

Yazının Devamını Oku

ABD’de Beyaz Saray’ın tel örgüyle çevrelendiği bir başkanlık seçimi

4 Kasım 2020
Hürriyet’in Washington D.C.’deki temsilcisi olarak görev yaptığım 1987 Ağustos ayından 1993 Mart ayına kadar olan dönemde ABD’de iki başkanlık seçimini izledim.

Birincisi, 1988 seçimiydi ve Demokratların adayı Massachusetts Valisi Michael Dukakis’e karşı Cumhuriyetçi aday George Bush kazanmıştı. Bush, buna karşılık bir sonraki 1992 seçimini Demokratların adayı 46 yaşındaki Arkansas Valisi Bill Clinton’a kaybetti.

Her iki seçim de o yıllarda ABD demokrasisine özgü renklilik içinde herhangi bir krize sahne olmadan sükûnet ortamında tamamlandı. Bush görevi sekiz yıl süreyle başkan yardımcılığını yürüttüğü Ronald Reagan’dan devraldığı için, işbaşı yaptığında partiler arası bir iktidar değişimi söz konusu olmadı. Kendisi Beyaz Saray’ı Clinton’a devrederken de sancısız, her bakımdan centilmence bir iktidar değişimi yaşanmıştı.

Hatta Clinton, 20 Ocak 1993 günü Beyaz Saray’a resmen adım attığında Bush’un elyazısıyla kaleme alıp kendisine bıraktığı, “Dear Bill” (Sevgili Bill) diye başlayan son derece zarif bir mektup bulmuştu. O günün tarihini taşıyan mektupta, “Senin başarın ülkemizin başarısıdır. Bütün gücümle yanındayım” diyordu selefi George Bush.

Dün CNN’de başkanlık seçimi nedeniyle Beyaz Saray’ın bütün çevresine 2.5 metre yüksekliğinde bir tel örgü çekildiğini gösteren görüntülerle karşılaşınca, geçmişte izlediğim ABD başkanlık seçimleriyle bugünkü seçim arasındaki sert farkı hissetmemem mümkün değildi.

OLAĞANÜSTÜ HAL GİBİ

Bunun gibi dikkatimi çeken bir başka haber, başta New York ve Washington D.C. olmak üzere ABD’nin birçok kentinde mağazaların ön cephelerinin koruma amaçlı olarak kontrplak panellerle örtülmesiydi.

Benzer önlemlere geçen yaz başında Afrikalı Amerikalı George Floyd’un Minneapolis şehrinde polis tarafından boğazına basılarak öldürülmesi üzerine patlak veren gösteriler ve yağmalama olayları üzerine de başvurulmuştu. Keza Beyaz Saray’ın çevresine tel örgü o zaman da yerleştirilmişti.

Düşündürücü olan, ABD’de birçok şehirde benzer koruma önlemlerine bu kez başkanlık seçimi nedeniyle de başvurulmasıdır. Birçok şehirde, polis önlemleri arttırılırken, bazı eyaletlerde valiler olayların büyüme ihtimaline karşı Ulusal İhtiyat Birlikleri’ni de devreye sokmaya dönük hazırlıklar yürütmüştür. ABD’de neredeyse bir ‘olağanüstü hal’ durumuna girilmiştir.

Yazının Devamını Oku

Türkiye için Trump ya da Biden ne kadar fark eder?

3 Kasım 2020
Bugün yapılacak olan ABD başkanlık seçimlerinin ne şekilde sonuçlanacağı bütün dünya için büyük önem taşıyor.

Her ülkede iktidarlar, siyasi yelpazedeki muhtelif aktörler, sandıktan Cumhuriyetçi ya da Demokrat bir adayın çıkması ihtimallerinin kendi çıkarları, pozisyonları ve beklentileri açısından bir muhasebesini yapmakla meşgul bugünlerde. Bu durum kuşkusuz Türkiye açısından da geçerli.

Öncelikle tek tek ülkelerden bağımsız olarak genel bir tespit yapmamız gerekir. ABD başkanlık seçimi, her şeyden önce üzerinde yaşadığımız dünyayı özellikle iklim değişikliği ve çevre koşulları başlıklarında nasıl bir geleceğin beklediği sorusunun yanıtı bakımından da önemli.

Bunun gibi kimin kazanacağı uluslararası sistemin yapısı ve işleyişi açısından da bir dizi sonuç doğurmaya aday. Trump’ın başkanlığı, ABD’nin içine kapanma eğiliminin daha güçlü hissedileceği, Avrupa’ya ve NATO’ya dönük taahhütlerinin zayıfladığı, dolayısıyla Transatlantik işbirliğinin kurumsal olarak gerilediği, temelinde uluslararası sistemdeki çözülmenin hızlandığı bir dünya anlamına gelecektir.

Hangi adayın kazanacağı birçok uluslararası meselenin geleceği açasından da belirleyicilik taşıyacak. Örneğin Biden’ın seçilmesi halinde, ABD’nin İran’la nükleer anlaşmaya yeniden dönmesi beklenen bir adımdır.

Bunun gibi birçok konu değişiklik potansiyeli barındırıyor. Bu değişikliklerin kayda değer bir bölümü Türkiye’yi de yakından etkileyecektir. Biden seçilirse nasıl bir Suriye politikası izleyeceği Türkiye açısından hayati önemdedir.

*

Bir de ikinci bir kümede toplayacağımız doğrudan ikili düzeydeki muhtemel sonuçlar var. Bunlar, seçilecek başkanın ve getireceği kadroların doğrudan Türkiye’ye ve Türkiye’de işbaşındaki iktidara bakışlarından ve aynı zamanda kişisel düzeydeki ilişkilerden kaynaklanacak olan sonuçlardır.

Trump

Yazının Devamını Oku

Erdoğan Karabağ için Putin’e ikili mekanizma öneriyor

30 Ekim 2020
Dağlık Karabağ’daki Suriyeli savaşçılar meselesi sonunda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Rusya lideri Vladimir Putin arasındaki diyaloğun gündemine yerleşmiş bulunuyor.

Bu konu Erdoğan ile Putin arasında 14 Ekim’de yapılan telefon görüşmesinden sonra Kremlin tarafından özellikle dikkat çekilen bir nokta oldu. Kremlin’den yapılan açıklamada, Dağlık Karabağ konusu görüşülürken Putin’in Erdoğan’a “Ortadoğu’dan gelen savaşçıların askeri harekâtlara dahil olmasından duyduğu ciddi kaygıyı ifade ettiği” aktarıldı.

Ardından iki lider geçen salı akşamı (27 Ekim) ikinci kez görüştüler. Bu görüşmeden sonra Kremlin’den yapılan açıklamaya göre, konu Putin tarafından yine gündeme getirilmişti. Açıklamada, “Rus tarafının çatışmaların sürmesinden ve Ortadoğulu teröristlerin çatışmalara artan ölçüde karışmasından duyduğu derin kaygıyı ifade ettiği” belirtildi.

Kremlin, 14 Ekim’de “savaşçılar” derken, bu kez “teröristler”den söz etmeye başlamış, “ciddi kaygı” yerini “derin kaygı”ya bırakmıştı.

ERDOĞAN DA  KARABAĞ’DAKİ  PKK’LILARI AÇTI 

İlginçtir ki, Cumhurbaşkanı Erdoğan, ertesi gün (28 Ekim Çarşamba) AK Parti’nin grup toplantısında yaptığı konuşmada, Suriyeli savaşçılar meselesinin Putin tarafından görüşmede açıldığını gizleme gereğini duymadı ve aynen şunları söyledi:

Bize diyorlar ki ‘Siz Ortadoğu’dan Suriye’den Azerbaycan’a asker gönderiyorsunuz, yabancı güçler gönderiyorsunuz’ filan felan...”

Erdoğan da Putin’in bu hamlesine PKK/YPG’li teröristlerin Karabağ’da Ermeni ordusu saflarında savaştığını belirterek karşılık vermiştir. Görüşmenin bu bölümünü şöyle aktarıyor Erdoğan:

“Ben de Sayın Başkan’a bir şey söyledim, ‘Şu anda 2 bin civarında istihbari olarak tespit ettiğimiz PKK’lıları YPG’lileri şu anda Ermenistan 600 dolar maaşla oraya aldı, orada savaşıyorlar. Yabancı savaşçılar olarak onlar orada’. ‘Benim onlardan haberim yok’ dedi. ‘Ben şimdi size haber veriyorum’ dedim. Bunun üzerinde durmanız lazım. ‘Bu PKK’lılar, YPG’liler nereden geliyor biliyor musunuz?’ dedim. Suriye’de bunlar çalışıyordu, Suriye’den oraya ithal ve bu konuda da dayanışmamız lazım’. Benim özellikle tabii Sayın Putin’in PKK, YPG bunlara yüz vereceğine ihtimal vermiyorum ama Paşinyan’a bunu söylemesi lazım. Aksi takdirde gereği yapılır.”

Yazının Devamını Oku

Cumhuriyet Bayramı’nı kutlarken Cumhuriyet’in gücüne inanmak

29 Ekim 2020
Bugün 29 Ekim 2020. Bundan tam üç yıl sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 100’üncü yıldönümünü kutlayacağız. Cumhuriyetimizin bir asrı devirmesine fazla bir zaman kalmadı.

Yıldönümleri, kuşkusuz Cumhuriyet’in anlamı ve değeri üzerinde düşünmemiz için yararlı bir vesile oluşturuyor.

En başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere Cumhuriyet’in kurucuları, bir cihan imparatorluğunun çöküşüyle birlikte bir dizi yenilginin ardından ‘yedi düvel’e karşı verdikleri ulusal kurtuluş savaşıyla yoklukların, imkânsızlıkların içinden bir mucizeyi gerçekleştirip yeni bir ülkeyi yarattılar. Cumhuriyet, her şeyden önce o mucizenin adıdır.

*

Cumhuriyet’i ve kazanımlarını değerlendirirken, meseleye öncelikle tarihin akışı içinde Türkiye’nin 20’nci yüzyıla nasıl girdiği ve ardından 21’inci yüzyıla nasıl bir kimlikle adım attığı soruları üzerinden bakmalıyız.

Bu muhasebede Türkiye’yi içinden geldiği İslam dünyasındaki konumu üzerinden okumak çarpıcı sonuçlar verecektir. Bu çerçevede Türkiye’nin bugün 57 üyesi olan İslam İşbirliği Örgütü bünyesinde hangi değerleri ve kurumlarıyla bir istisna oluşturduğu sorusu yeteri kadar açıklayıcı olmalıdır.

Bütün bu ülkeler içinde, Türkiye aynı anda demokrasiyi işletebilen, girişimciliğin önünün açıldığı bir pazar ekonomisini yürütebilen, açık bir toplum yapısını yaşatabilen, bilim, sanat ve kültür alanlarında kaydadeğer sıçramalar kat edebilmiş tek istisnadır.

Tabii istisna olmasına ilişkin tespitimi –yaşanan bütün sorunlara, sıkça karşılaşılan iniş çıkışlara ve giderilemeyen eksikliklere rağmen- diye tamamlayıcı bir ek cümleyle birlikte kayda geçirmem gerekiyor. Ancak burada önemli nokta, yine de Cumhuriyet’in söz konusu problemlerin varlığına rağmen karşılaştırmalı olarak ortaya koyabildiği farktır.

Bu yönleriyle Türkiye Cumhuriyeti, geride bıraktığımız yüzyılda İslam dünyasında gerçek anlamda modernite ile buluşabilen yegâne modeldir.

Yazının Devamını Oku

Türk-Rus ilişkileri bir kez daha stres testinde

28 Ekim 2020
Türk-Rus ilişkilerinde bütün dikkatlerin Dağlık Karabağ’da Azeri ve Ermeni birlikleri arasındaki çatışmalara çevrildiği bir sırada Rusya’nın İdlib’de Türkiye’ye yakın bir silahlı muhalif gruba havadan şiddetli bir saldırı düzenlemesiyle denklemin bir ucu Suriye’ye kaymış oldu.

Rus savaş uçaklarının önceki gün Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) kökenli Feylak eş Şam isimli örgütün sınır bölgesinde Hatay’ın 9 kilometre kadar karşısındaki Duveyle köyünde bulunan eğitim kampına düzenlediği hava saldırısını kastediyoruz. Bu saldırıda 78 kişi hayatını kaybederken, 90 kişi de yaralanmıştı.

Sahadan gelen haberlere bakılırsa, İdlib’deki silahlı muhalif gruplar bu saldırıya dün Esad ordusunun konuşlandığı noktaları hedef alan yoğun bir topçu ve roket atışıyla kuvvetli bir karşılık verdi.

RUSYA CERABLUS’A BALİSTİK FÜZE ATINCA İdlib saldırısı, aslında niteliği itibarıyla yakın zaman kesitindeki bir ilk değildi. Fotoğrafın bütününü görebilmek için İdlib’deki saldırının üç gün öncesine gitmek gerekiyor. Geçen cuma günü Suriye’nin kuzeyinde uluslararası camiada dikkat çekmeyen bir başka hava saldırısı meydana geldi.

Saldırı, Cerablus’un kırsalında Küse yerleşiminin hemen dışında iptidai mazot rafinerileri ve mazot pazarının bulunduğu bir alanı hedef aldı. Suriye İnsan Hakları Gözlemevi (SİHG), patlamalarda yedi sivilin öldüğünü, 20 kişinin de yaralandığını duyurdu. Sosyal medyadaki paylaşımlarda olay yerindeki yanmış akaryakıt tankerlerinin görüntülerine rastlamak mümkün.

Harekâtın nasıl düzenlendiği konusunda çelişik bilgiler var. SİHG, saldırının Rusların Akdeniz sahilindeki Lazkiye yakınlarında bulunan Hmeymim hava üssünden ateşledikleri roketlerle yapıldığını ileri sürdü.

Buna karşılık Anadolu Ajansı, bu konuda geçtiği haberde, saldırının Lazkiye’deki Rus donanmasından iki balistik füze atılması suretiyle düzenlendiğini duyurdu. Bazı haberlerde ise balistik füzelerin daha güneydeki kıyı şehri Tartus’un açıklarındaki bir Rus savaş gemisinden ateşlendiği belirtildi.

FIRAT KALKANI BÖLGESİ HEDEFTE

Hmeymim üssü ile Cerablus arasında 250 kilometre bir mesafe var. Balistik füzeler Tartus civarından ateşlendiyse menzil 280 kilometrenin de üstüne çıkıyor.

Yazının Devamını Oku

İdlib’de kim kimi neden vuruyor?

27 Ekim 2020
Rus savaş uçaklarının dün Suriye’de silahlı muhalefetin önde gelen gruplarından birinin İdlib’deki eğitim merkezini ağır bir insan kaybına yol açacak şekilde vurması, hem İdlib’deki gelişmeler hem de genel Türkiye-Rusya ilişkilerinin seyri bağlamında ele alınmayı gerektiren yeni bir durum yaratmıştır.

Öncelikle, Rusya’nın hedefine koyduğu Feylak eş Şam isimli grubun, İdlib’de önemli bir bölümü Özgür Suriye Ordusu’ndan (ÖSO) gelen silahlı örgütlerin toplandığı Türkiye’nin desteğindeki ‘Ulusal Kurtuluş Cephesi’ içindeki başat aktörlerden biri olduğunu vurgulamalıyız.

Feylak eş Şam, Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyinde 2016’daki Barış Kalkanı ve 2018’deki Afrin harekâtlarına da katılmış olan bir grup. Resmen doğrulanmamakla birlikte, Libya’daki iç savaşta Halife Hafter güçlerine karşı meşru otoriteyi temsil eden Fayiz es Serrac güçlerinin safında mücadele etmek üzere Suriye’den bu ülkeye giden savaşçılar arasında Feylak eş Şam’dan unsurların da bulunduğu yolunda haberlere rastlamak mümkün. Her halükârda, bu örgütü Türkiye’nin Suriye’de sahadaki en yakın müttefiklerinden biri olarak nitelendirmek hata olmaz.

Dolayısıyla, Rusya’nın doğrudan bu grubu hedef alan saldırısının Türkiye’ye dönük mesajlar da taşıdığı şeklinde yorumlanması kaçınılmazdır. Zaten yabancı ajanslar da hadiseyi genellikle ‘Rusya’nın Türkiye’nin Suriye’de desteklediği unsurları vurduğu’ gibi bir açıyla vermeyi tercih etmiştir.

*

Rusya’nın bu saldırısını, özellikle Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Rusya lideri Vladimir Putin’in geçen 5 Mart tarihinde Moskova’da İdlib konusunda vardıkları mutabakat açısından değerlendirmeliyiz. Bu mutabakat sonrasında İdlib’deki durum genel hatlarıyla sakin bir şekilde seyretmişti. Son dönemde Esad ordusunun Rus savaş uçaklarının desteği altında ateşkes rejimini ihlal eden hareketlerine rastlanmakla birlikte, bu ihlaller büyük bir kriz doğuracak eşiğe tırmanmamıştı. Ancak dünkü hava saldırısı İdlib’deki gidişatı ciddi bir şekilde sarsmıştır.

Saldırının Rusya’nın tutumu açısından düşündürücü bir tarafı şudur. Rusya, geçmişte İdlib’de ateşkesi bozan hamlelerini, Türkiye ve İran’la birlikte 4 Mayıs 2017 tarihinde İdlib’e ilişkin çatışmasızlık rejimini tanımladıkları Astana Anlaşması’nın terör örgütlerine karşı istisna getiren hükümlerine dayandırmaktaydı. Aslında Astana Anlaşması, BM Güvenlik Konseyi’nin 2015 yılında Suriye hakkında kabul ettiği 2254 sayılı kararının ilgili bölümlerini aynen almıştı. Astana belgesinin beşinci paragrafında şöyle deniliyor:

Garantör ülkeler, ateşkes rejiminin çatışan taraflar tarafından uygulanmasını sağlamak için gerekli tüm tedbirleri alacağını; güvenli bölgelerin içerisi ve dışarısında IŞİD, El Nusra ve El Kaide veya IŞİD ile ve BM Güvenlik Konseyi tarafından terör örgütü olarak kabul edilen tüm örgütlerle bağlantılı her türlü kişi, grup, oluşum, kuruluşlarla mücadeleyi sürdürmeye yönelik tüm tedbirleri alacağını; şimdiye kadar katılmamış olan silahlı grupların ateşkes rejimine katılmalarını sağlamaya yönelik çabalarına devam edeceğini taahhüt eder.”

*

Yazının Devamını Oku

Bekir Coşkun’a veda etmek

24 Ekim 2020
Özellikle ilk gençlik yıllarına ait hikâyelerini kendisinin ağzından dinlediğinizde onun aslında bir roman kahramanı olduğuna hükmedebilirdiniz.

Ama dikkatli olun, siz onu romanın baş kahramanlığına yerleştirirken, sırf size oyun olsun diye kurguladığınız romanın içinden her an kaçıp gidebilirdi.

Aslına bakarsanız kendisini anlatmaya çok düşkün biri değildi. Eşref saati geldiğinde parça parça anlatırdı ve hepsini yan yana getirip bilmecenin parçalarını birleştirmeye çalıştığınızda karşınıza çıkan kuvvetli ve bir o kadar da renkli hayat öyküsü, hem sizi hayran bırakır, hem de onunla ilgili kafanızın biraz daha karışmasına yol açardı. İleride sizi bekleyen başka sürprizlerin de olduğunu hissederdiniz.

Liseyi bitirdiği dönemde henüz çocuk sayılabilecek bir yaşta Urfa’da her şeyi geride bırakıp neden İstanbul’a gitme kararı almış olabilirdi ki? Uzun bir otobüs yolculuğunun ardından İstanbul’a geldikten sonra bu şehirde tutunmaya çalıştığı günler başlı başına dramatik bir öyküydü. Yaşamını idame edebilmek, ayakta kalabilmek için elindeki tek geçerli araç, icra edebileceği sanatıydı, yani kanun çalmak... Evet, herkes onu kemancı olarak bilir, ama ana enstrümanı kanundu. Beyoğlu’nun arka sokaklarında müzisyenlerin buluştuğu kahvelere giderek iş bulabilmek için şansını deneyecekti.



Nedense İstanbul’da olmamıştı. Daha sonra başkent Ankara’da karar kılacak ve kendisinin ülkenin en tanınmış köşe yazarlarından biri olmasına uzanacak öyküsü burada yeni bir başlangıç yapacaktı. Sonradan İstanbul’a hep mesafeli durmuş, bu şehirde yeni bir hayata başlaması için kendisine açılan kapılardan girmemeyi tercih etmişti. Bana sorarsanız, İstanbul’a güvenmiyordu.

Yazının Devamını Oku