Toplantının videokonferans üzerinden hazır bulunan iki önemli konuğu vardı: COVID-19’a karşı mRNA aşısını geliştiren, BioNTech’in kurucu ortakları olan Prof. Uğur Şahin ve Dr. Özlem Türeci...
Sağlık Bakanı, kurul toplantısından sonra yaptığı açıklamada, “BioNTech ile 1 milyon dozla başlayan tedarik sürecinde şu an itibarıyla 120 milyon dozluk anlaşma imzalandığını” duyurdu. Koca, bu toplam içinde “6.1 milyon dozun şu ana kadar teslim edilmiş olduğunu” da ekledi.
Prof. Şahin ise açıklamasında varılan mutabakat çerçevesinde “Haziran ayının sonuna kadar 30 milyon doz getirmek, temmuz, ağustos ve eylül ayında 120 milyon dozu tamamlamak istediklerini” belirtti. Prof. Şahin, “Biz gece gündüz çalışacağız Türkiye’ye aşıyı zamanında getirmek için” diye konuştu.
ŞAHİN VE TÜRECİ GÜVEN VERİYOR
Bakan Koca ve Prof. Şahin’in önceki akşam yaptıkları bu açıklamalar, COVID-19’a karşı aşılama kampanyasında Çin Halk Cumhuriyeti kaynaklı SINOVAC aşısının teslimatındaki gecikmeler ve sürekli revize edilen hedefler nedeniyle aylardır yaşanan büyük belirsizliğin ardından ilk kez bu alanda iyimserliğe kapıyı açan bir nitelik taşıyor.
Prof. Şahin ve Dr. Türeci’nin bilim insanı kimliklerinin taşıdığı ağırlık, buluşlarıyla bütün dünyada temayüz etmelerine yol açan yetkinlikleri ve kurucu ortağı oldukları şirketlerindeki profesyonel ölçüleri esas aldığımızda, üstlendikleri bu taahhütleri yerine getirmek için azami çabayı gösterecekleri hususunda kuşku yoktur.
Gerçekten de Çin aşısının gelişiyle ilgili olarak aylardır yaşanmakta olan kafa karışıklığından sonra BioNTech aşısının 120 milyon dozluk bir partiyle devreye girecek olması, aşılama hedeflerine ilişkin denklemde yepyeni bir durumdur. Planlandığı şekilde yürürse, her kişiye iki doz üzerinden hesapladığımızda, 60 milyon insanın aşılanabileceği anlamına gelir. TÜİK’e göre Türkiye’nin nüfusunun 83.6 milyon dolayında olduğu hesaba katıldığında BioNTech’in taahhüdü nüfusun yüzde 72’sine yaklaşıyor.
Dün akşam itibarıyla 12 milyona yakın vatandaşımızın zaten iki doz aşı olduğu da hesaba alındığında, önümüzdeki eylül sonuna kadar hedeflenen toplumsal bağışıklık oranının üstüne çıkılması pekala mümkündür. Yeter ki, BioNTech ile yapılan anlaşma tam anlamıyla hayata geçirilebilsin...
Birleşmiş Milletler tarafından dün öğleyin yapılan paylaşıma göre, Gazze’de 10 Mayıs sonrasında İsrail saldırıları sonucu 75 bin kişi evinden olmuştur. Bu insanların 47 bini okullara, kalanlar ise başka ailelerin yanına yerleştirilmiştir. Saldırılarda 44 okul ve 6 hastane hasar görmüştür. Bir hastane de elektrik kesintisi nedeniyle faaliyet dışı kalmıştır.
Geçen 10 gün içinde Gazze’de ölen Filistinlilerin sayısı 219’a yükselmiştir. Bu toplam içinde 63 ölü, 43’ü erkek, 20’si kız olmak üzere çocuklardır. Ölenlerin 35’i kadındır.
Açıklamada aynı dönemde İsrail işgali altındaki Batı Şeria’da İsrail güvenlik görevlileriyle meydana gelen hadiselerle ölen Filistinlilerin sayısı ise 25 olarak gösterilmişti. Bu toplam içinde kayıplardan 4’ü çocuktur.
BM’ye göre, bütün bu çatışmalar zarfında İsrail tarafında hayatını kaybedenlerin sayısı ise 12’dir.
FÜZE SAVAŞI ÇOCUK ÖLÜMLERİYLE HATIRLANACAK
Kuşkusuz, her kesimden her can kaybı üzücüdür. Ancak yine de BM’nin açıklamasındaki rakamları kıyasladığımızda, İsrail’in Hamas’ın roket saldırılarına verdiği karşılığın muazzam bir orantısızlık içerdiğini vurgulamalıyız. Özellikle çocuk ve kadın ölümlerinin bu kadar yüksek olması karşısında, İsrail’in sivil-askeri hedefler arasında bir ayrım gözetmediği, bu yönüyle askeri harekât tarzının ciddi ölçülerde kuralsızlık içerdiği teslim edilmelidir.
Bu savaştan dünyanın her bir köşesindeki insanların zihinlerine kazınacak olan, İsrail füzelerinin ve bombalarının yıktığı binaların enkazları altından çıkartılan çocuk cesetlerinin fotoğrafları olacaktır. İsrail’in ABD’nin tanınmış haber ajansı Associated Press’in Gazze’de ofisinin bulunduğu binayı da vurması, bu savaşın hep hatırlanacak sembol görüntülerinden bir diğeridir.
Bugün İsrail’de işbaşındaki Başbakan
Netanyahu hükümetinin saldırganlığı bütün dünyada sorgulanıyor. Bu dönemde ABD sivil toplum camiasının içinden gelen ve İsrail devletinin fiillerini geçmişte ırkçı Güney Afrika rejiminin “apartheid” uygulamalarıyla aynı kategoride değerlendiren bir rapor özel bir anlam taşıyor.
Geçen hafta İsrail’e ilişkin yazımızda kısaca değindiğimiz, nisan ayı sonunda yayımlanmış olan bu rapor, ABD’nin insan hakları alanındaki en saygın sivil kuruluşlarından biri olan Human Rights Watch (İnsan Hakları İzleme Örgütü) tarafından kaleme alındı. HRW, dünyanın her bir köşesindeki insan hakları ihlallerini düzenli bir şekilde izleyen bir örgüt.
ABD’deki Demokrat Biden yönetiminin İsrail’i karşısına almaktan çekindiği için yoğun eleştirilere uğradığı bir dönemde, ülkenin en prestijli insan hakları kuruluşlarından birinin İsrail’deki Netanyahu hükümetini rahatsız eden bu raporu hazırlamış olması, her bakımdan kayda değer bir gelişme.
Öncelikle, Amerikan kamuoyunda Filistinlilerin mağduriyetlerinin anlaşılması yönünde bir farkındalığın güçlenmekte olduğunu göstermesi bakımından önem taşıyor. Nitekim, son hadiselerde özellikle yönetimdeki Demokrat Parti’nin içinde İsrail’e karşı eleştirel seslerin artmakta oluşu da, İsrail’in on yıllardır ABD’de yararlandığı dokunulmazlık örtüsünün yavaş yavaş kalkmakta olduğuna işaret ediyor.
GÜNEY AFRİKA’DAKİ IRKÇI REJİM İÇİN GETİRİLEN SUÇ
HRW’nin 218 sayfa tutan raporu “Aşılan Bir Eşik/İsrail Makamları, Apartheid ve Zulüm Suçları” başlığını taşıyor. Uzun yıllara yayılan bir çalışmanın ürünü olan bu rapor, İsrail’in uygulamalarını uluslararası hukukta “İnsanlığa karşı suçlar” başlığı altında tanımlanmış “apartheid” ve “zulüm” suçlarına ilişkin hükümler çerçevesinde değerlendiriyor.
Her iki suçun uluslararası hukukun alanına girmesi bir hayli geriye gidiyor. Özellikle “apartheid suçu” bütün dünyada çok yakından bilinen bir kategori. Güney Afrika’da beyazların siyahlara ve beyaz olmayan diğer etnik gruplara karşı üstün oldukları ideolojisi üzerinden tesis edilen, 1948’den 1994 yılına kadar süren ırkçı apartheid rejiminin uygulamalarına karşı getirilmiş olan bir suç tanımı.
Güney Afrika’da yaşayan siyahlar, bu ırkçı rejim altında on yıllarca ikinci sınıf vatandaş olarak tescil edilerek, beyazlara kıyasla sınırlı haklara ve sistematik bir ayrımcılığa maruz kaldılar.
Ana problemin bir dizi alt denklemi var. Temel güçlük, daha çok coğrafi ölçekte şekillenen alt denklemlerin her birinde aktörler arasında oluşabilen ittifakların bir diğer denklemde kolaylıkla yer değiştirebilmesi.
Suriye’nin bir bölgesinde çıkarları tam anlamıyla örtüşen, kendilerini müttefik olarak gören iki aktör, bakıyorsunuz ülkenin bir başka köşesinde patlak veren silahlı bir çatışmada birbirine hasım kimliklerle cephede karşı karşıya gelebiliyor.
Alt denklemler kendi içlerinde belli ölçülerde tutarlılık gösterse de, sözünü ettiğimiz çelişkiler yüzünden bu kümelerin oluşturduğu ana denklemde tutarlı bir sonuç ortaya çıkmıyor. Daha doğrusu jeopolitik problem kilitleniyor.
TÜRKİYE, ABD İLE İŞBİRLİĞİNE İSTEKLİ
Bu anlattığımız modeli kaba bir genellemeyle Fırat’ın doğusu ve batısı diye de iki bölgeye ayırarak anlatmaya çalışabiliriz. Ama önce bütüne bir bakalım.
Türkiye, aslında başat hedef olarak Esad rejiminin bir an önce gitmesini ve yerine BM Güvenlik Konseyi kararlarında kabul edilen süreçlerden geçilerek oluşturulacak yeni bir yönetimin gelmesini istiyor, bu çerçevede rejime muhalif hem silahlı hem de silahsız gruplara kuvvetli bir destek veriyor.
Bu noktada ana perspektifte, Türkiye genelde Batı dünyası ve ABD’yi yanında buluyor. Türkiye, ABD ile Suriye konusunda yakın işbirliği içinde çalışma isteğini de gizlemiyor. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Suriye krizinin onuncu yıldönümü dolayısıyla geçen 15 Mart’ta Bloomberg’de yayımlanan yazısında, “Biden yönetimi, kampanya döneminde verdiği sözleri tutarak, Suriye’deki trajediyi sonlandırmak ve demokrasiyi savunmak için bizimle birlikte çalışmalıdır” dedi.
Türkiye, ABD ile yakın çalışma beklentisine karşılık, bir taraftan da Suriye’nin bütününde 2017 yılından bu yana Rusya ve İran’la birlikte oluşturduğu Astana süreci içinde ortaklaşa hareket ediyor. Bu üçlü mekanizma, Suriye’ye dönük uluslararası diplomaside Batı’nın hareket sahasını kısıtlayan, ayrıca sahada belli ilerlemeleri sağlayan bir dizi sonuç yarattı geride bıraktığımız dönemde.
Bundan iki hafta önce Dışişleri Bakan Yardımcısı Büyükelçi Sedat Önal’ın gerçekleştirdiği Mısır ziyaretine odaklanmıştık. Geçen hafta başında da Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun Suudi Arabistan’a ziyareti bu yöndeki arayışların son adımı oldu.
Kudüs’teki krizle üst üste gelen bu ziyaret sırasında, Çavuşoğlu 11 Mayıs’ta Riyad’da yaptığı açıklamada görüşmelerin gündemini aktarırken, “İkili ilişkilerimizde neler yapabiliriz, bugüne kadar ilişkilerimizde sorunlu alanlar var ve bundan sonra bunları nasıl çözebiliriz” konusunu ele aldıklarını anlatıyor.
Çavuşoğlu, Suudi mevkidaşı Faysal bin Ferhan ile “İki ülke arasındaki işbirliğini geliştirirken, bölgesel konularda da yine işbirliğini nasıl geliştirebileceklerini samimi, açık bir şekilde görüştüklerini” anlatıyor. Bu açıklamaya göre, bakanlar diyaloğu devam ettirme kararı almıştır.
İLİŞKİLERDEKİ SORUNLU ALANLAR
Dışişleri Bakanı’nın açıklamasının özellikle dikkat çekici kısmı “İlişkilerimizde sorunlu alanlar” ifadesidir.
Nelerdir bu sorunlu alanlar?
Bu meselelerin envanterini çıkartmaya başladığımızda, 2013 yılında Mısır’daki darbeye, iki ülkenin bölgede hasım ittifaklarda yer almalarına ve ardından Suudi Arabistan’ın 2018 yılında Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı’yı öldürmek için İstanbul’daki başkonsolosluğunu bir cinayet mekânı olarak seçmesi hadisesine gidebiliriz. Türkiye’nin bu cinayete gösterdiği kuvvetli tepki de Suudi Arabistan’ın misillemesiyle karşılaşmış ve ilişkiler sert bir türbülansın içine girmiştir.
Özellikle ilişkilerde kötüye gidiş sürecinin ne kadar ciddiyet kazandığını gösterebilmek için bazı rakamlara yakından bakmalıyız.
KOHEN ailesinin oturduğu, İstanbul Şişhane’de Müellif Sokak’taki Çinili Apartman’ın birinci katındaki daire, aynı zamanda evin reisi Albert Kohen’in sahibi ve yayın yönetmeni olduğu, iki haftada bir çıkan “La Boz de Türkiye” (Türkiye’nin Sesi) dergisinin merkezi de sayılırdı. Bu, birinci ve ikinci sayfalarının Türkçe, diğer sayfalarının bir kısmının Ladino (Yahudi İspanyolcası) bir kısmının ise Fransızca yayımlandığı, abonelik sistemiyle yürüyen bir dergiydi. O dönemde İstanbul’daki Musevi cemaati içinde her üç dil de kullanılıyordu. Dergi, o tarihlerde Türkiye’de toplam nüfusu 80-90 bin aralığında (Bugün 15 bin dolayında) tahmin edilen Musevi cemaatine seslenen tek yayın organıydı.
İlk sahibi Türkiye’den Uruguay’a göç edince, dergiyi fiilen yazıişleri müdürlüğünü yürüten, yazıların çoğunu yazan Albert Kohen devralmıştı. Ancak bu geçiş sırasında derginin “La Boz de Oriente” olan adı değişmişti. Çünkü Albert Kohen devir işlemleri nedeniyle gerekli izin için Ankara’ya Matbuat Umum Müdürlüğü’ne gittiğinde, “La Boz de Oriente, Şark’ın Sesi, Doğu’nun Sesi anlamına geliyor. Türkiye Şark memleketi değildir. Niye La Boz de Oriente” uyarısıyla karşılaşmıştı. Albert Kohen de “O zaman -La Boz de Türkiye- yani -Türkiye’nin Sesi- yapalım gazetenin adını” demişti.
Baba Kohen, aslında bankacıydı. İstanbul’daki Selanik Bankası’nın muhaberat bölümünün başındaydı. Dergiyi büyük ölçüde fahri bir uğraş olarak yayımlıyordu. Derginin Karaköy’de küçük bir bürosu bulunmakla birlikte, ana merkezi gerçekte Şişhane’deki evleriydi. Tahrir heyeti, yani yazıişleri kurulu da her pazartesi akşamı düzenli bir şekilde bu evin salonundaki masanın etrafında toplanırdı.
Aralarında şair-avukat
Üstelik ramazan ayında kutsal bir mekânda ibadet etmeye gelen masum insanlara şiddet uygulamak, İsrail devletini yöneten zihniyetin pervasızlığının, cüretinin yeni bir utanç sayfası olarak bütün insanlığın hafızasına kazınmıştır.
Kınamak, “Lanet olsun” demek, “terör” olarak nitelemek... Galiba bunların hiçbiri ekranlarda tanık olduğumuz görüntülerin tetiklediği duyguları, yarattığı tepkileri anlatmaya yetmiyor.
Bu saldırıların, Doğu Kudüs’ün “Şeyh Cerrah” mahallesinde yaşayan bazı Filistinlilerin İsrail mahkemesinin tek taraflı kararları ile evlerinden çıkartılması girişimlerinin yol açtığı hadiselerin bir uzantısı olarak ortaya çıktığını dikkate aldığımızda, durumun vahameti daha da netleşiyor.
Sonuçta dünya gözlerini ne kadar kapatsa da, Filistin meselesi bütün ağırlığıyla bir kez daha uluslararası politikanın merkezine yerleşmiştir.
SERTLİK YANLILARI GÜÇLENİNCE
Krizin kısa dönemdeki ilk sonucu, Hamas’ın Gazze’den İsrail’e roketle yanıt vermesiyle olayların kısa zamanda karşılıklı bir roket savaşına dönüşerek her iki taraftaki sertlik yanlılarının ellerini güçlendirmiş olmasıdır.
Ciddi yolsuzluk suçlamalarıyla köşeye sıkışmış olan, hükümet kurmakta zorlanan Likud Partisi lideri Binyamin Netanyahu, güvenlik meselesinin yeniden ülke gündemini kaplamasıyla birlikte siyasi bekası açısından kendisine azımsanmayacak bir nefes alanı açmıştır.
Keza Hamas, büyük ölçüde alan kontrolüne sahip olduğu Gazze’den gerçekleştirdiği roket saldırılarıyla Filistin cephesindeki bütün inisiyatifi eline alıp başat aktör olarak kendisini tescil ederken, mutedil çizgiyi savunan Filistin Devleti’nin Cumhurbaşkanı
Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek, 2011 yılında “Arap Baharı” depremiyle devrilmişti. Ertesi yıl bu ülkede yapılan seçimde, Erdoğan, bütün ağırlığını “Müslüman Kardeşler Örgütü”nün adayı olarak yarışa giren Mursi’den yana koymuş, hatta kendisinin seçim kampanyasına parti düzeyinde yardımcı da olmuştu.
Erdoğan, Mursi’nin sandıktaki zaferini “Kutlu Doğum” olarak nitelendirmişti. Cumhurbaşkanı, Mursi’nin seçilmesinden sonra 2012 Kasım ayındaki Kahire ziyaretinde yaptığı konuşmada, ilişkilerin yeni dönemine bakarken “Tarihi tekrar mecrasına hep birlikte kavuşturacaklarını” söylemiş, bu hedefi “Medeniyetimizin esaslarıyla buluşmak” şeklinde açıklamıştı.
Erdoğan, Mısır ordusunun 3 Temmuz 2013 darbesini, kendisine çok yakın bir müttefik gördüğü Mursi ile bölgede yürütecekleri işbirliğinin etkisine set çeken bir hamle olarak da değerlendirmişti.
TÜRK HEYETİ KAHİRE’DE
Türkiye’nin Mısır’daki darbeye gösterdiği şiddetli tepki üzerine 2013 yazında patlak veren kriz iki tarafın büyükelçilerini geri çekmeleriyle sonuçlanmıştı. Mısır’da işbaşına gelen askeri rejim Türkiye’yi içişlerine karışmakla suçlayarak Ankara’ya büyükelçisini geri göndermeyeceğini duyurmuştu.
Bu dönemde ortalığı kaplayan sert rüzgârları hatırlayanlar açısından Türkiye’nin günün birinde ilişkileri düzeltmek için Kahire’ye üst düzey bir Dışişleri heyeti göndereceğini düşünmek, o günlerde insanların aklının ucundan bile geçemezdi.
Gelgelelim, sekiz yıl sonra Dışişleri Bakan Yardımcısı Büyükelçi Sedat Önal’ın başkanlığındaki bir heyet, ilişkileri onarma mesajıyla geçen hafta Kahire’de iki gün geçirmiştir.
Yapılan açıklamalara bakılırsa görüşmeler samimi havada ve kapsamlı içerikte geçmiştir. İkili konuların yanı sıra Libya, Suriye, Irak’taki durum ele alınmış, Doğu Akdeniz’de barış ve güvenliğin sağlanması ihtiyacı üzerinde durulmuştur. Açıklamaya göre “