Bunun bir nedeni, görüşmenin büyük bir bölümünün, pek alışık olmadığımız şekilde iki lider arasında baş başa geçmiş olmasıdır. Bakanların ve diğer heyet üyelerinin katıldığı bölüm daha kısa bir zaman tuttu Erdoğan-Biden görüşmesinde.
Kuşkusuz, baş başa görüşmede ikisi arasında geçen konuşmaların içeriğinin en azından belli bir bölümünü, şekillenmiş olabilecek mutabakatların birçok yönünü bugünden bilebilecek durumda değiliz.
Bu güçlüğe katkıda bulunan şu faktör de var: Erdoğan’ın görüşmeden sonra Biden’a kıyasla daha ayrıntılı açıklamalarda bulunmuş olmasına karşılık, ABD tarafı kendi basınına mutad bilgilendirmesini bu görüşmeyle ilgili olarak dün akşam saatlerine kadar henüz yapmamıştı. Biden’ın dün gazetecilere Erdoğan ile konuşmasından memnuniyetini belirtip, “Görüşmeyi size anlatmayı Türklere bırakıyorum” diye konuşması dikkat çekicidir.
Bu çerçevede Beyaz Saray’ın, Biden’ın görüşmede demokrasi ve insan hakları alanlarındaki meseleleri açacağını önceden duyurmuş olduğunu da hatırlatabiriz.
İLİŞKİNİN YENİ FORMATI İÇİN BAŞLAMA VURUŞU
Yapılan açıklamaları esas alarak görüşmeyle ilgili şu gözlemlerde bulunabiliriz.
Bir kere, bu görüşmeyi öncesiyle birlikte değerlendirmek gerekiyor. Brüksel buluşması, Biden’ın geçen 20 Ocak’ta Beyaz Saray’da göreve başlamasından sonra Türkiye ile ABD arasında neredeyse beş aya yayılan bir belirsizlik döneminin ertesinde gerçekleşti. Biden, üç ay kadar Erdoğan’ı aramaktan bilinçli bir tercihle uzak durdu. Bunun gerisinde taktik olarak başlangıçta araya mesafe koyarak, ilişkinin yeni dönemde gireceği dengeyi kendi lehine oluşturma, kendi pazarlık pozisyonlarını kabul ettirme çabası yatıyordu. Ayrıca, bu süre zarfında 24 Nisan’da “Ermeni Soykırımı”nı tanıdığını açıklayarak Türkiye’yi karşısına alacak bir adım da attı Biden.
Erdoğan
Konu dün Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile ABD Başkanı Joe Biden arasında Brüksel’de yapılan ikili görüşmede de gündeme geldi. ABD’nin Afganistan’dan tümüyle çekilmesi ne gibi sonuçlara yol açar? Geride TSK’nın kalması ne gibi riskler yaratır? Türkiye’nin bu riski alması doğru mudur?
Bu gibi konuları Türkiye’de sormamız gereken en önemli isimlerden biri, 2003-2006 yılları arasında NATO’nun Sivil Temsilcisi unvanıyla Afganistan’da görev yapmış olan eski Dışişleri Bakanı ve TBMM Başkanı Hikmet Çetin olmalıdır.
Çetin, bu görevini tamamladıktan sonra 2011 yılında BM’nin Cezayirli eski Afganistan Temsilcisi Lakhdar Brahimi ile ABD’li diplomat Thomas Pickering’in başkanlıklarında “Afganistan: Barışı Müzakere Etmek” başlıklı raporu hazırlayan ekibin içinde de yer almıştı.
Afganistan’da birçok kesimde “Hikmet Ağabey” diye hitap edilen Çetin, görevinden ayrıldıktan sonra da bu ülkeyle temasını kesmiş değil.
TÜRKİYE AFGANİSTAN’I YALNIZ BIRAKMAMALI
Çetin, “Ben Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Afganistan’da görev yapmasından yanayım. TSK’nın Afganistan’a katkı yapmasının büyük yararı olacağına inanıyorum. Türkiye, Afganistan’ı yalnız bırakmamalıdır” diye söze giriyor ve şöyle devam ediyor:
“Kabul edelim ki, Afganistan’da bugünkü durum benim görev yaptığım 2003-2006 dönemine kıyasla çok daha kötü. Bir kere Taliban, Kabil’i hariç tutarsanız araziye büyük ölçüde hâkim durumda. ABD’nin taahhüt ettiği gibi eylül ayında çekilmesiyle birlikte, önümüzdeki dönemde çok sıkıntılı bir dönemin başlayacağını tahmin etmek hiç de güç değil.”
DİKKAT, TALİBAN
Onun 57 yaşında bir kalp krizi sonucu çok vakitsiz ölümüyle sona eren hayatına sığdırdığı “şey”in büyüklüğünü bir yazının sınırları içinde aktarabilmek benim açımdan çok zor.
Bununla birlikte, Hasan Saltık’ı etkileyici bir şekilde anlatan, hakkını layıkıyla teslim eden çok güzel yazılar da okudum; muhakkak bu yazılara atıf yapmalıyım. Bunlar arasında gazetemizin yazarları Doğan Hızlan ve İhsan Yılmaz ile Gazete Duvar’da Murat Meriç’in ve T-24’te Orhan Tekelioğlu’nun yazılarının hep birlikte Saltık’ı anlamak bakımından çok değerli metinler olduğunu düşünüyorum.
Orhan Tekelioğlu’nun yazısında “Böyle insanlar bir armağan gibi hayatımıza gelir ve asla bizi terk etmezler” şeklindeki sözlerinin, Saltık’ı anlatan güçlü bir ifade olduğunu belirtmeliyim.
UÇSUZ BUCAKSIZ
Biden’ın ayrıca Brüksel’de AB liderleri ile buluşmasını da bu yüklü programın önemli bir ayağı olarak görmeliyiz.
Bu yoğun zirveler ve aynı zamanlama içinde yürütülecek ikili görüşmeler trafiği, Batı ittifakının yeni dönemdeki hareket tarzının, bu çerçevede özellikle Rusya ve Çin Halk Cumhuriyeti karşısında izlenecek stratejilerin şekillenmesi bakımından kritik önem taşıyor. Kuşkusuz, burada belirecek yönelişlerin sonuçları her bakımdan Türkiye’yi de yakından ilgilendiriyor.
DEMOKRASİLER GÜCÜNÜ ORTAYA KOYMALI
Bu toplantılar aynı zamanda Biden’ın Batı dünyası kurumları ve liderleriyle başkan kimliğiyle ilk kez buluşmasına sahne olacak. Peki Biden, özellikle G-7, NATO zirveleri ve AB toplantılarında hangi mesajları verecek?
Biden, geçen pazar günü bu gezisiyle ilgili olarak The Washington Post gazetesine yazdığı makalede, Avrupa gezisinin dünya demokrasilerini yeniden bir araya toplamayı, harekete geçirmeyi hedeflediğini belirtiyor.
Biden, yazısında “ABD’nin müttefiklerine ve ortaklarına taahhütlerini yenileyeceğini” belirtikten sonra şunları söylüyor:
“İçinde bulunduğumuz zamanın tanımlayıcı sorusu şudur: Demokrasiler süratle değişmekte olan bir dünyada insanlarımızın dertlerine derman olabilmek için bir araya gelebilirler mi? Geçen yüzyılın önemli bir bölümünü şekillendiren demokratik ittifaklar ve kurumlar, bugünün tehditlerine ve hasımlarına karşı güçlerini, yeteneklerini kanıtlayabilirler mi? Bu hafta Avrupa’da bunu kanıtlayacak fırsata sahibiz.”
Özetle, özellikle
Galiba yalnızca Türk resmi makamları ve kamuoyu değil ama bütün uluslararası aktörler açısından da Türkiye ile ABD arasındaki ilişkinin bu görüşmeden sonra nasıl bir doğrultuya gireceği büyük bir merak konusudur.
ERDOĞAN OLUMSUZ ALGIYI DEĞİŞTİRMEK İSTİYOR
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Başkan Biden ile arasında diyalog kurulamadığı yolundaki algıyı değiştirmeyi, Brüksel’deki görüşmeden bir başarı öyküsü ile ayrılmayı arzuluyor. Dünyanın en büyük gücü ABD’nin yeni lideri ile ilk görüşmesinden samimi fotoğraflar ve olumlu bir bilançonun yarattığı bir rüzgârla ayrılabildiği takdirde, bunu her şeyden önce kendi liderliğinin başarı hanesine yazacaktır Erdoğan.
Ayrıca, Türk ekonomisinin kırılganlıklarını dikkate aldığımızda, Erdoğan ile Biden’ın olumlu bir tablo çizmelerinin piyasalara kuvvetli bir mesaj göndereceği de aşikârdır.
Brüksel buluşmasında bu yönde bir havanın belirmesi sadece içteki durum ve ekonomi açısından değil aynı zamanda Erdoğan’ın dış politikayı rahat bir zeminde yürütebilmesi bakımından da gerekli. Öncelikle, iki ülke arasındaki ciddi anlaşmazlık konularının ele alınabilmesi, bu başlıklarda ilerleme sağlanabilmesi bakımından bu ihtiyaç var.
Fetullah Gülen’in Pensilvanya’da ikamet etmesi ve ABD’nin PKK’nın uzantısı YPG’yi Suriye’de kendisine askeri müttefik seçmesini hemen ilk iki başlık olarak sıralayalım. Bunların dışında Türkiye ile ABD’nin gerçekten de birlikte çalışmaları gereken Afganistan’dan
Libya’ya kadar geniş bir coğrafyaya yayılan uzun bir bölgesel sorunlar gündemi var.
Bu arada, ABD ile ilişkilerin belirsizlik içinde seyretmesinin sonuçları sadece Ankara ile Washington arasında sınırlı kalmıyor. ABD ile işlerin kötü gitmesi, Türkiye’nin dış politikada pek çok alanda manevra sahasını daraltma potansiyeli taşıyor.
Ve geleceği duyurulan yeni video kayıtlarıyla kamuoyunun önümüzdeki günlerde bu çıkışlar üzerinden dalgalanmaya devam edeceğini öngörmek için kâhin olmaya gerek yok.
Yapılan anketlerin nicelik olarak toplumun yabana atılmayacak bir kesiminin söz konusu kayıtlardan haberdar olduğunu göstermesi bu beklentiyi teyit ediyor.
Hadisenin bu yönde ilerlemesi üzerine iktidar partisi önceki gün bir açıklamayla kamuoyu karşısında tutum alma ihtiyacını duymuştur. AK Parti Grup Başkanvekili Bülent Turan, “Yanlış yapan hele ki bizim partimizden varsa, bunu ayıklamak, temizlemek bizim görevimiz. AK Parti’nin hatası varsa bireysel olarak bunun gereğini AK Parti yapmak durumundadır, yaparız” diye konuşmuştur.
Turan, buna karşılık İçişleri Bakanı Süleyman Soylu hakkındaki iddialarla ilgili TBMM Komisyonu kurulması önerisine kapıyı kapalı tutmuştur. Gerekçesini “Biz, Meclisimizi, mafya liderlerinin, Twitter köşelerinin, kahvehane ağzının gündemiyle değerlendirmeyiz” sözleriyle açıklamıştır.
Gelgelelim “10 bin dolar alan siyasetçi” tartışmaları sorulduğunda, “Hukukun gereği neyse yapmak lazım. 10 bin dolar ya da başka bir şey, elde ne varsa ortaya konmalı. Kimin elinde bilgi belge varsa savcılarla paylaşmalı” diyor AK Parti temsilcisi.
AK PARTİ GRUP BAŞKANVEKİLİNİN MESAJI NEREYE GİDİYOR?
Neresinden bakılırsa bakılsın AK Parti’den gelen bu açıklama, bir “yanlış” ihtimalini dışlamadığı ve bu yanlış ortaya konduğu takdirde gereğini yapma taahhüdünü içerdiği için not edilmelidir. En azından ortaya çıkmış olan bir sorunun varlığını görmezden gelme çizgisinden ayrılan bir tutumdur. Öyle anlaşılıyor ki kamuoyunun geniş bir kesiminde eleştirel seslerin yükselmeye başlaması, AK Parti yönetimini tutumunu gözden geçirmeye yöneltiyor.
Ayrıca, geçmişte bu “
Ama dün ülkemizin jeoloji alanındaki önde gelen bilim insanlarından Prof. Naci Görür ile yaptığım sohbette aldığım notlar üzerinden giderken, ben parantezi 10 bin yıl kadar öncesinden açıp bugüne getiriyorum. Öncesindeki milyonlarca yılı bu aşamada parantezin dışında tutuyorum.
Tabii 10 bin yıl önce dediğimiz zaman, yerkürede denizlerin seviyesinin bugüne kıyasla 120 metre kadar daha alçakta olduğu bir zaman kesitinden söz ediyoruz. Kara parçalarını kaplayan buzulların henüz büyük ölçüde çözülmediği bir çağdayız.
Bugünkü Marmara havzası, denizlerden izole edilmiş küçük bir oksinik göl konumunda. Yani oksijen azlığı söz konusu bu gölde. Keza Karadeniz de bir göl. Bugünkü İstanbul Boğazı ise kıvrımlı bir akarsu vadisi görünümünde. Kuzey Ege’de bir deniz yok henüz.
VE MARMARA DOĞUYOR
Akademik kariyerinin önemli bir bölümünü Marmara Denizi’nin zemininin jeolojik yapısını inceleyerek geçiren Prof. Görür’ün anlatımına göre, işte bu zaman eşiğinde buzulların erimeye başlaması ve bunun sonucu olarak denizlerin seviyesinin yükselmesi bu tabloyu yavaş yavaş değiştiriyor. Akdeniz’in suları yükselmeye, Çanakkale Boğazı’ndaki vadiden geçmek suretiyle Marmara havzasına doğru ilerlemeye başlıyor. Havzadaki gölün Akdeniz’in sularını almasıyla bugünkü Marmara Denizi’nin oluşumu gerçekleşiyor.
Marmara’nın suyunun İstanbul’daki vadiyi doldurmasıyla İstanbul Boğazı da oluşuyor. Bu oluşum tamamlandığında zaman sayacına bakarsak tahminen bugünün 7 bin 300 yıl kadar öncesindeyiz.
Tüm bu noktada Prof. Görür’ün dikkat çektiği bir husus var. İstanbul Boğazı ile Karadeniz arasında o dönemde 100 metre kadar bir kod farkı var. Bu nedenle Boğaz’ın suları aşağıda kalan Karadeniz gölüne yüksekten Niagara’dan 33 kat daha güçlü bir şelale olarak akıyor, büyük bir gürültüyle.
Hatta bu sırada meydana gelen doğa olayı gölün civarında yaşamaya başlamış olan insanların Mezopotamya’ya doğru kaçmalarına da yol açıyor. Bu doğa olayının “
Denizde büyük ölçüde kirli su ve tarımsal-endüstriyel atıkların etkisiyle oluşan mikrobiyolojik varlıklar, adeta dev bir organizma halinde sahillerimizi basarak bazı noktalarda insanların denize çıkışını engelliyor.
Suyun üstünde karşımıza çıkan görüntü, bu mikrobiyolojik varlıkların dikey bir hareketle dibe doğru ilerleyerek özellikle derin sulara ve deniz yatağına yayılmasının bir uzantısı. Aslında denizin altındaki başkalaşımla ilgili kuvvetli bir uyarı bu yaşadığımız.
Günlerdir Marmara’nın birçok noktasında sahili kuşatan bu bu tuhaf hadiseyi şaşkınlık içinde izliyoruz. Hepimizi daha da çok şaşırtan, deniz salyasının suyun altındaki derinliklerde ne kadar geniş bir alana nüfuz etmiş olduğu gerçeğidir. Bunu balıkadamların yaptıkları kayıtlardan, çektikleri fotoğraflardan görebiliyoruz. Yayıldığı, kapladığı yerlerde hayatın başkalaştığını, yavaş yavaş sona erdiğini, bütün bir ekosistemin tahrip olduğunu öğreniyoruz.
Bundan önce ülkemizde tanık olduğumuz çevre felaketlerine hiç benzemiyor. Marmara’yı böyle bir kabusun rehin alması çocukluğumuzda belki bir öyküde, yaratıcı bir film senaryosunda karşımıza çıkabilecek bir kurgusal gerçeklik olabilirdi. Ama deniz salyasının sahilleri basarak insanları kıyılara hapsetmeye başlaması 2021 yılı Türkiye’sinde kurgu değil gerçeğin kendisidir.
MARMARA’NIN ALTINDA HAYAT BİTİYOR
Meselenin garip olan tarafı şurada. Bu felaket bir günde aniden ortaya çıkmamıştır. Deprem, jeoloji biliminin tespitleri içinde geleceğini tahmin ettiğimiz ancak zamanını öngöremediğimiz bir olaydır. Her zaman bir baskın halinde kendisini gösterir. Oysa müsilajın oluşumu öyle değil. Bu konudaki bütün açıklamaları okudukça karşımızda beliren korkutucu tablonun aslında yeni olmadığını anlıyoruz. Kendisini göstere göstere gelmiş ve hükümranlığını yaymış Marmara’nın dört bir köşesine.
Bandırma 17 Eylül Üniversitesi Denizcilik Fakültesi Dekanı Prof. Mustafa Sarı, bizzat yaptığı dalışlarda karşılaştığı görüntüleri anlatırken, müsilajın kıyıdan başladığını, 5 metreden itibaren yoğunlaştığını, 18 metreden sonra maksimum yoğunluğa ulaştığını anlatıyor.
Prof.