Sedat Ergin

Bir parti nasıl kurulur ya da kurulamaz?

7 Temmuz 2021
Girin önce İçişleri Bakanlığı’nın web sitesine ve oradan da “Sivil Toplumla İlişkiler Genel Müdürlüğü”nün sayfasına. “İşlemler” başlığının altında “Siyasi Parti Kuruluşu Nasıl Yapılır?” diye bir bölüm göreceksiniz, tıklayın.

Diyor ki, bu bölümün girişinde İçişleri Bakanlığı: “Siyasi partiler, aşağıda belirtilen ve her birinden beşer adet hazırlanan bildiri ve belgelerin, İçişleri Bakanlığına verilmesiyle tüzel kişilik kazanırlar.”

Altında da bu bildiri ve belgelerin neler olduğunu sıralıyor: Siyasi partinin adı, genel merkez adresi ile kurucuların adı, soyadı, doğum yeri ve tarihi, adresi gibi bilgilerin yer aldığı bütün kurucular tarafından imzalanmış bir bildiri formu, kurucuların parti kurucusu olma şartını taşıdıklarına dair imzalı beyannameleri, kurucuların nüfus kayıt örnekleri, adli sicil belgeleri, parti tüzüğü ve programı...

Hepsi bu kadar... Bakanlığın web sayfasında aktarılan bu bilgiler, 22 Nisan 1983 tarihli 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun partilerin kuruluşunu düzenleyen 8’inci maddesinde yazılanların büyük ölçüde tekrarıdır.

Kanunun aynı maddesinde ayrıca “Bilgi ve belgelerin alındığı anda, İçişleri Bakanlığınca bir alındı belgesi verilir” deniliyor.

Bir sonraki fıkrada da “İçişleri Bakanlığı, kuruluş bildirisi ve alındı belgesinin onaylı birer örneği ile bildiri eklerinin birer takımını üç gün içinde Cumhuriyet Başsavcılığı ile Anayasa Mahkemesine gönderir” diye ekleniyor.

ANAYASA: ‘PARTİLER İZİN ALMADAN KURULUR’

Yasaya bakıldığında, yeni siyasi partilerin kuruluş aşamasının karmaşık olmayan kolay bir bürokratik işlemler dizisi şeklinde düzenlenmiş olduğunu fark etmek mümkündür.

Yasanın bu yönü Anayasa’da hâkim olan bakışın bir uzantısıdır. Anayasa’nın “

Yazının Devamını Oku

AB zirveleri gelip geçiyor, ilişkiler yerinde saymaya devam ediyor

26 Haziran 2021
Her üç ayda bir düzenlenen AB Devlet ve Hükümet Başkanları Zirveleri, Türkiye’ye dönük sonuçları açısından artık anlamlı bir ilerleme göstermeyen rutin bir egzersize dönüşmüş bulunuyor.

Geçen yaz Doğu Akdeniz’de Türkiye ile Yunanistan arasında yaşanan yüksek gerilimin gölgesi altında yapılan ekim ayındaki zirve ve sonrasındaki süreçte, her seferinde kendisini belli ölçülerde tekrarlayan bir kalıp ile karşılaşıyoruz.

Bu zirveleri Türkiye ile AB arasındaki ilişkilerin seyrini gösteren bir barometre gibi alabiliriz. Zirvelerin sonunda açıklanan kararlar da AB cephesinde bu ilişkilerin üç aylık performans değerlendirmeleri şeklinde okunabilir. Bu açıdan baktığımızda, önceki gün ve dün Brüksel’de gerçekleşen zirvede Türkiye-AB ilişkilerinin büyük ölçüde yerinde saydığını belirtmek objektif bir tespit olacaktır.

DOĞU AKDENİZ’DE KURUMSALLAŞAN ÇİZGİ

Son zirve metnini bundan öncekilerle kıyasladığımızda, hiç de azımsanmayacak bir bölümünün “kopyala-yapıştır” yöntemiyle hazırlandığını söyleyebiliriz. Daha önce de karşılaşıldığı üzere, birçok başlıkta aynı terminolojinin tekrarlandığı, aynı formülasyonların, cümle kalıplarının yerleştiği gözleniyor. Sınırlı alanlarda farklılıklar görülüyor ki, AB’nin pozisyonlarındaki kıpırdamaları, değişiklikleri buradan okuyarak yorumda bulunabiliyoruz.

Bu gözle bakıldığında, öncelikle Türkiye’nin tam üyelik hedefine yine atıf yapmayan, buna karşılık Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de tek taraflı hareketlerden uzak durmasını bekleyen, aksi takdirde bunu yaptırım koşuluna bağlayan çizginin artık kurumsallaştığını görüyoruz. Türkiye’ye bir kez daha “AB Konseyi kararlarında belirlenmiş olan koşullara tabi olmak” çerçevesi çiziliyor. Türkiye ile işbirliğini geliştirmeye dönük çalışma ilişkisinin “kademeli, orantılı ve geri çevrilebilir” olacağı hatırlatılıyor.

Tabii Doğu Akdeniz’de gerilimin düşmüş olmasından duyulan memnuniyet ifade edilmekle birlikte, dikkat çekici bir nokta, açıklanan kararlarda Türkiye’nin istekli olduğu “Doğu Akdeniz Konferansı” önerisine bu kez yer verilmemesidir. Bundan, Türkiye’yi Doğu Akdeniz’de enerji denkleminin içine sokacak bu düşüncenin AB’nin gündeminde aşağı sıralara düştüğünü anlamamız gerekiyor herhalde.

KIBRIS’A ARTAN İLGİ

Açıklamada, ayrıca Kıbrıs sorunundaki hassasiyeti yükselmiş bir AB görüyoruz. Kıbrıs’a ilişkin vurguların kuvvetlendiğine, özellikle Maraş’ın statüsünün değiştirilmemesi yönündeki bir beklentinin de metne dahil edildiğine dikkat çekelim. Buradan AB’nin önümüzdeki aylarda Kıbrıs’a özel bir ilgiyle odaklanacağını okuyabiliriz.

Yazının Devamını Oku

SBK meselesinde fotoğraf aslında 2018 sonbaharında ortaya çıkmış, ancak...

25 Haziran 2021
Bu yazıda aktaracağım erişim engelleme kararlarına göz gezdirildiğinde, aslında fotoğraf 2018 yılı eylül ayında büyük ölçüde ortaya çıkmış gibi görünüyor.

Konu, yine Sezgin Baran Korkmaz ve onun ABD Hazinesi’nden dolandırıcılık yoluyla elde edilen haksız kazancı aklamak için bir paravan olarak kullanılması meselesi.

İlginçtir ki, Hürriyet de dahil olmak üzere o dönemde bazı yayın organlarında sözünü ettiğim zaman kesitinde bu konuda bir dizi haber ve yorum çıkmış. Peki çıkmış da ne olmuş derseniz, yanıtlayalım: Bu haber ve yorumlara her seferinde erişim yasağı getirilmiş sulh ceza hâkimlikleri tarafından.

TÜRKİYE’YE KAÇARKEN YAKALANDILAR

Önce konuyu kısaca hatırlatalım. Olayın merkezinde ABD’nin Utah eyaletinin başkenti Salt Lake City’de sahte belgeler düzenleyerek hayali bir ticari faaliyet üzerinden aldıkları parasal teşviklerle ABD Hazinesi’ni 511 milyon dolar dolandıran Jacop Kingston ve İsaiah Kingston isimli iki kardeş ve işbirliği yaptıkları Lev Aslan Dermen (Levon Termendzhyan) var.

Bu şahısların ABD Hazinesi’ni dolandırdıkları suçlamasına dayanan ilk iddianame Utah Federal Savcılığı tarafından 1 Ağustos 2018 tarihinde açıklanıyor. Sonraki süreçte aşama aşama ortaya çıkan yeni delillerle bu paraların önemli bir bölümünün Türkiye’de bulunan Korkmaz’a ve onun şirketlerine transfer edildiği anlaşılıyor. Kingston kardeşler de zaten daha sonra paraların bir bölümünü Korkmaz’a gönderdiklerini itiraf ediyorlar.

İlginç bir nokta olarak, 1 Ağustos 2018 tarihli ilk iddianamede paraların aktarıldığı hesaplar arasında Sezgin Baran Korkmaz’ın isminin baş harflerinden oluşan “SBK Holding USA” isimli bir ABD şirketiyle de karşılaşıyoruz.

Buradaki kritik bir hadise, iddianamenin açıklanmasından üç hafta kadar sonra Kingston kardeşlerin 23 Ağustos 2018 tarihinde Türkiye’ye kaçma girişiminde bulunmaları ve Los Angeles’ta havaalanına giderken yakalanmalarıdır. Aynı gün Dermen de yakalanıyor. Ağustos ayının son haftasında yapılan yargılamada savcılar tarafından mahkemeye sunulan delil dosyalarında bu haksız kazancın Türkiye’ye aktarıldığını gösteren çok sayıda belge gün ışığına çıkıyor.

Şimdi Türkiye’ye geçelim.

Yazının Devamını Oku

Sezgin Baran Korkmaz hakkındaki iddianamelere giden süreç

23 Haziran 2021
Son günlerdeki tartışmaların odağındaki isim olarak beliren Sezgin Baran Korkmaz hakkında yakın zamanlarda biri Türkiye’de diğeri ABD’de hazırlanan iki ayrı iddianameye baktığımızda, kendisinin özellikle ABD bağlantılı suç faaliyetleriyle ilgili pek çok gerçeğin aslında iki yılı aşkın bir süredir açık bilgi niteliği taşıdığını görüyoruz.

Bu aşamada tartışmaları izleyebilmek açısından iddianamelerle birlikte açık kaynaklardan da yararlanarak, Korkmaz dosyasındaki bazı kritik dönemeçlerin altını çizmeye çalışalım. Önce Dışişleri Bakanlığı tarafından ABD’den temin edilerek İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderilen ve iddianamede geniş bir şekilde yer verilen belgelerde karşımıza çıkan tabloya bakalım.

SUÇU İKİ YIL ÖNCE ORTAYA ÇIKMIŞTI

Buradaki anlatımlardan gidilirse, Sezgin Baran Korkmaz’ı çözmek için önce ABD’nin Utah eyaletinde yaşayan Jacob Kingston ve İsaiah Kingston isimli kardeşlere ve onların işbirliği yaptığı Lev Aslan Dermen (Levon Termendzhyan) adındaki işadamı görünümlü şahsa yakından bakmak gerekiyor. Kingston kardeşler, kurdukları bir biyodizel şirketi üzerinden yapmadıkları ticari faaliyetleri sahte belge düzenleyerek gerçekleşmiş gibi gösterip, ABD Hazinesi’nden muhtelif parasal teşvikler alıyorlar.

Suç işledikleri ortaya çıkınca soruşturma açılıyor ve Utah Başsavcılığı bu şahıslar hakkındaki ilk iddianameyi 1 Ağustos 2018 tarihinde açıklıyor. Bu iddianamede, Kingston kardeşler, vergi teşviklerinden yararlanabilmek için teşekkül kurmak suretiyle nitelikli dolandırıcılık yapmak, gerçeğe aykırı belge düzenlemek, kara para aklamak, ulusal ve uluslararası düzeyde kara para aklama faaliyetlerini gizlemek gibi 46 ayrı suç işlemek, ABD Hazinesi’nden toplam 511 milyon dolar haksız kazanç elde etmekle suçlanıyorlar. İddianamede, haksız kazançların bir bölümünü Sezgin Baran Korkmaz ve bağlantılı kişilerin hesapları ile onların şirketlerinin hesaplarına aktardıkları da belirtiliyor.

Kingston kardeşler, yaklaşık bir yıl sonra 18 Temmuz 2019 tarihinde Utah’ta savcılıkla anlaşma yaparak iddianamede kendilerine yöneltilen suçlamaların tümünü kabul ediyorlar. Jacob Kingston, elde ettikleri haksız kazancı, Lev Aslan Dermen’in yönlendirmesi sonucu Türkiye’deki ortaklarına, yani Korkmaz’a aktardıklarını itiraf ediyor.

Dermen, kendisiyle ilgili iddiaları inkâr ediyor, ancak yapılan yargılamada 16 Mart 2020 tarihinde jüri tarafından suçlu bulunuyor. Kingston kardeşler ve Dermen, halen Utah’ta cezaevinde çarptırıldıkları hapis cezalarını çekiyorlar.

Burada kritik tarih, Kingston kardeşlerin 18 Temmuz 2019 tarihinde suçlamaları kabul edip, Korkmaz’ın da kurdukları düzen içinde oynadığı rolü itiraf etmiş olmalarıdır. Yani yaklaşık iki yıl önce Korkmaz, ABD yargısının gözünde Kingston kardeşlerin haksız kazancını aklayan kişi olarak tescil edilmiştir. Bu, kendisi hakkında soruşturma açılmasını beraberinde getirmiştir.

2020 EYLÜL AYI: 

Yazının Devamını Oku

Devletin bilgi alma yetkisinin sınırları nereden geçer?

22 Haziran 2021
SON dönemde Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) verdiği en kritik kararlardan biri, 2018 yılında çıkartılan bir Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nde Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’na bilgi toplama alanında tanınan yetkilerin genişliğine yapılan itirazı reddetmesini konu aldı.

AYM’nin, İletişim Başkanlığı’na “gerekli gördüğü bilgileri” alabilmesi için tanıdığı takdir alanı, önümüzdeki dönemde -kişisel veriler bağlamında- temel haklar alanındaki önemli tartışma konularından birini oluşturması muhtemel görünüyor.

Kararı değerlendirebilmek için önce getirilen düzenleme neydi, kısaca hatırlayalım. Tartışmanın odağında 23 Temmuz 2018 tarihinde çıkartılan (14) numaralı “İletişim Başkanlığı Teşkilatı Hakkında Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi” yer alıyor.

GEREKLİ GÖRÜLEN BİLGİLERİ VERME YÜKÜMLÜLÜĞÜ

 Kararnamenin 17’nci maddesi, Başkanlığın “İşbirliği ve Bilgi Toplama” faaliyetlerini düzenliyor. Tartışmayı yaratan bölüm 17’nci maddenin ikinci fıkrasında karşımıza çıkıyor. Bu fıkrada aynen şöyle deniliyor:

“Başkanlık, görevleri ile ilgili olarak gerekli gördüğü bilgileri bütün kamu kurum ve kuruluşlarından ve diğer gerçek ve tüzelkişilerden doğrudan istemeye yetkilidir. Kendilerinden bilgi istenen bütün kamu kurum ve kuruluşları ile diğer gerçek ve tüzelkişiler bu bilgileri istenilen süre içinde öncelikle ve zamanında vermekle yükümlüdürler.”

Bir sonraki üçüncü fıkrada “Bu şekilde elde edilen bilgilerden ticari sır niteliğinde olanların gizliliğine uyulur” hükmü getiriliyor.

Özellikle iki noktaya dikkat çekelim. Birincisi, talebe muhatap olan kişi ve kuruluşların gerekli bilgiyi vermekle “yükümlü” kılınmasıdır. Gerçek kişiler, yani vatandaşlar ile tüzelkişiler, yani ticari ya da sosyal amaçla bir araya gelmiş kişilerin oluşturduğu örgüt ve kuruluşlar da bilgi verme yükümlülüğü altındadır.

İkincisi, bu bilgiler içinde ticari sırların da olabileceğinin kabul edilmesidir.

Yazının Devamını Oku

Erdoğan’ın NATO söyleminin analizi

19 Haziran 2021
Geride bıraktığımız yıllarda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın izlediği dış politikada en çok tartışma yaratan alanlardan biri Türkiye’nin yörüngesini konu aldı.

Erdoğan’ın Türkiye’yi Batı’dan uzaklaştırarak, dümeni Doğu’ya doğru çevirdiği, Rusya’ya yaklaştırdığı eleştirileri üzerinden yürüdü bu tartışmalar. Rusya’dan S-400 hava savunma sistemlerini alması da bu tezi savunanlar açısından görüşlerinin bir teyidi olarak değerlendirildi.

Türkiye Batı’dan uzaklaşıyor mu? Bu konuda yapılan yorumların, çıkan yazıların şimdiden ciltler dolusu yüklü bir literatür oluşturduğunu söylemek hata olmaz.

Bu durumu bir tarafa not edelim ve şimdi projektörlerimizi geride bırakmakta olduğumuz haftanın başında Brüksel’de yapılan NATO zirvesine çevirelim, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın NATO karargâhında düzenlediği basın toplantısından uluslararası camiaya gönderdiği mesajlara kulak verelim.

NATO ASYA’YA KADAR AKTİF OLMALI

Mesajlarını dinlediğimizde şunu anlıyoruz: Bir kere, bugün dünyanın manzarasına baktığında Erdoğan’ın çıkardığı sonuçlardan biri, NATO’nun ruhu ve işlevselliğiyle ilgilidir. Erdoğan, “Dünyanın içinde bulunduğu manzaranın NATO’nun üzerine inşa edildiği ittifak ve dayanışma ruhunun önemini gösterdiğini” düşünüyor.

Erdoğan’a göre, “Küresel istikrarın korunmasında NATO’nun hem belirleyiciliği, hem de üstlenmesi gereken sorumluluklar artmıştır.”

Bu saptamayı yaptıktan sonra Cumhurbaşkanı, “Üye devletler kurucu ilkelerine sahip çıkmalı ve ittifakı güçlendirmelidir” çağrısında bulunuyor.

Erdoğan

Yazının Devamını Oku

G-7, NATO, ABD-AB açıklamalarından ne anladım?

18 Haziran 2021
Geçen hafta cuma günü bu köşede yayımlanan ve “Biden’ın Avrupa gezisinde demokrasi seferberliği teması ön plana çıkıyor” başlığını taşıyan yazım, ABD Başkanı Joe Biden’ın gezisine kuvvetli bir demokrasi söyleminin damga vuracağını konu alıyordu. Nitekim, Biden’ın temasları sırasında yaptığı konuşmalarda anafikir olarak “demokrasileri toparlayarak harekete geçirme” hedefini tekrarlamasına tanıklık ettik.

Geride bıraktığımız günler Batı dünyasının önde gelen kurumlarının zirve toplantılarına ve ayrıca liderler düzeyinde önemli ikili temaslara sahne oldu. Birbirini izleyen bu toplantılarda ilginç olan bir nokta, zirve toplantılarından sonra yayımlanan ortak açıklamalarda işlenen temalarda büyük ölçüde örtüşmelerin olmasıydı. Sıkça, farklı örgütsel çatılar altından aynı mesajların verildiğini gözledik.

Bugün özellikle dört önemli toplantının sonunda yapılan açıklamalardaki mesajları bu açıdan çok özet bir çerçeve içinde değerlendirmek istiyorum.

80 YIL SONRA GELEN İKİNCİ ATLANTİK ŞARTI

Bunlardan birincisi, geçen hafta perşembe günü Birleşik Krallık’ın güneybatısındaki Cornwall’da ABD Başkanı Biden ile ev sahibi Başbakan Boris Johnson’un imzaladıkları “Yeni Atlantik Şartı”. Bu metnin önemi şurada: İlk Atlantik Şartı, İkinci Dünya Savaşı sırasında 14 Ağustos 1941 tarihinde dönemin ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt ile dönemin Birleşik Krallık Başbakanı Winston Churchill arasında Atlantik Okyanusu’nda Kanada açıklarında bir savaş gemisinde imzalanmıştı. Belge, bu iki ülkenin savaşa ve sonrasına ilişkin temel taahhütlerini duyuruyordu. Bu yönüyle, savaş sona erdikten sonra Avrupa kıtasında ortaya çıkan yeni düzeni şekillendiren fikirlerin ana çerçevesini de çizmişti.

Biden ve Johnson da geçen hafta “Yeni Atlantik Şartı”nı imzaladılar. Bu şart, Roosevelt-Churchill mutabakatından tam seksen yıl sonra ilk metinde ifade edilen kalıcı değerlerin sürdürülmesi, yeni ve eski meydan okumalara karşı korunması taahhüdünü içeriyor. Bir başka deyişle, yeni bildiri, eski mutabakatın, barış döneminde 21. yüzyıl koşullarına göre güncellenmiş bir versiyonu olarak takdim ediliyor.

Bu, aslında son derece yalın bir dille kaleme alınmış iki sayfa tutan bir metin. Demokrasi, kurallara dayalı bir uluslararası düzen, uluslararası sorunlara barışçıl çözüm ilkesi, bilim-teknoloji, güvenlik, kurallara dayalı bir küresel ekonomi, iklim değişikliği ve sağlık olmak üzere sekiz başlık altında bir dizi taahhüt içeriyor.

Bildirinin birinci maddesinde, iki ülkenin demokrasi ve açık toplum ilkelerini, değerlerini ve kurumlarını savunma kararlılıkları ifade ediliyor. Demokrasilerin bugünün kritik meydan okumalarına çözüm bulabildiklerini göstermeleri gerektiği belirtiliyor. Bu paragraftaki en can alıcı bölümlerden biri, “Şeffaflığı savunacağız, hukukun üstünlüğünü yaşatacağız, sivil toplumu ve bağımsız medyayı destekleyeceğiz” ifadesinde karşımıza çıkıyor.

G-7 BİLDİRİsİNDE DEMOKRASİ TAAHHÜDÜ

Yazının Devamını Oku

NATO’nun görev alanı Çin’e doğru uzanırken

17 Haziran 2021
“Çin Halk Cumhuriyeti’nin bir NATO bildirisine konu olacağı o yıllarda asla aklımın ucundan bile geçmezdi” diyor Türkiye’nin bir önceki NATO daimi temsilcisi emekli büyükelçi Fatih Ceylan.

Büyükelçi Ceylan, diplomasi kariyerinin önemli bir bölümünü NATO konuları üzerinde geçirmiş, Türkiye’nin önde gelen NATO uzmanları arasında yer alan bir diplomatımız. NATO ve ilgili konularda çalışmak üzere üç kez Brüksel’de görev yaptı. Merkez görevlerinde de ağırlıklı olarak yine NATO dosyalarına baktı. 2018 yılı sonuna doğru NATO daimi temsilciliği görevinden emekliye ayrıldı.

Bu tecrübesi, Ceylan’ın 1980’li yılların başından itibaren geçen 40 yıllık dönem içinde NATO’nun tehdit algısının evrimini karşılaştırmalı bir şekilde değerlendirebilmesini mümkün kılıyor.

Ceylan, Çin’le ilgili konuların NATO’nun gündemine girmesinin ilk kez 2017’lerin sonunda başladığını belirtiyor, “Daha çok gayri resmi danışmalar sırasında gündeme geldiği oluyordu. Bugün olduğu gibi bir NATO bildirisine girme şeklinde değil” diye konuşuyor.

Ardından “Çin’den vazgeçtik, NATO, Avrupa’nın göbeğindeki Bosna’ya bile uzun süre uzak durdu” diyerek, 1990’lı yılların ilk yarısında yaşanan sorunu hatırlatıyor: “NATO’nun Bosna’daki katliamlara müdahale edebilmesini sağlamakta bile güçlük çekildi. Çünkü bazı üyeler Bosna’yı da NATO’nun görev sahasının dışında görüyordu. NATO’nun müdahalesi ancak 1995 yılında olabildi. Çok uzun bir zaman kaybedildi.”

ÇİN İLK KEZ BİR NATO BİLDİRİSİNDE

2021 yılına gelindiğinde ise geçen pazartesi günü Brüksel’de düzenlenen zirve sırasında yayımlanan metinle, ilk kez Çin Halk Cumhuriyeti’ne bir -bildiri formatı- içinde yer verilmiş oldu NATO tarihinde. Üstelik oldukça geniş bir şekilde. Bundan önce 2019 yılındaki Londra zirvesinde yayımlanan ve bildiri formatında olmayan deklarasyonda Çin’e bir cümleyle değinilmişti.

Bununla birlikte, Çin’in yine de NATO’nun gözünde ana tehdit olarak görüldüğünü düşünmemek gerekiyor. Bildiride kuvvetle vurgulandığı üzere, Rusya NATO açısından birinci tehdit olma vasfını koruyor. Çin için “tehdit” ifadesi kullanılmıyor, ancak yapılan tarifler üzerinden artan ölçüde bir küresel güvenlik sorunu olarak gösteriliyor.

Bildirinin girişteki üçüncü paragrafında “

Yazının Devamını Oku