Sedat Ergin

Başka ülkeler orman yangınlarını nasıl söndürüyorlar?

4 Ağustos 2021
Orman yangınlarının yayılmasıyla birlikte patlak veren yangın söndürme uçaklarıyla ilgili tartışma Türk kamuoyunun en önemli gündem maddelerinden biri haline gelmiş durumda.

Türk Hava Kurumu’nun (THK) elindeki uçakların devre dışı kalmasının da bir sonucu olan bu tartışma, beni benzer coğrafya ve iklim özelliklerine sahip ülkelerde bu sorunla nasıl mücadele edildiği sorusuna yanıt aramaya yöneltti. Açık kaynaklardan yararlanarak, Akdeniz’e kıyısı olan ülkelerde bu felaketle nasıl mücadele edildiğini öğrenmeye çalıştım.

Bunu yaparken iki soru üzerinde odaklandım. Birincisi, mücadelede hangi araçlar, özellikle hangi tip uçaklar kullanılıyor? İkincisi, mücadelenin devlet organizasyonu boyutuyla ilgili. Hangi bürokratik birimler orman yangınlarıyla mücadeleden sorumlu? Daha doğrusu, bu işin patronu kim?

Karşıma şöyle bir tablo çıktı:

İSPANYA: İspanya’da orman yangınlarıyla mücadelede hem Hava Kuvvetleri hem de özel sektörün devrede olduğu ikili bir yapı karşımıza çıkıyor. Hava Kuvvetleri’nin elinde Kanada yapımı Canadair/Bombardier tipi toplam 21 yangın söndürme uçağı bulunuyor. Bu kategoride hem CL-215 tipi eski, hem de CL-415 tipi yeni model uçaklar var. Söz konusu hava unsurları İspanya Hava Kuvvetleri Komutanlığı bünyesindeki 43. Grup sorumluluğu altında bulunuyor.  (İspanya 2 adet CL-415 uçağını dün AB yardımı çerçevesinde Türkiye’ye gönderdi.)

İspanya’da ayrıca AVIALSA isimli özel bir şirketin envanterinde ABD yapımı 9 adet tek motorlu Air Tractor AT-802, 15 adet Polonya yapımı tek motorlu PZL M-18A Dromader ve az sayıda başka uçak tipleri de bulunuyor. Bu şirket, başka ülkelerde açılan havadan yangın söndürme ihalelerine de katılıyor.

PORTEKİZ: Akdeniz’e sahili olmasa da Avrupa’nın güney kuşağındaki bir ülke olarak Portekiz’i de bu kümeye dahil edelim. Portekiz’in yangınla savaş filosunun ana unsurunu 6 adet ABD yapımı Air Tractor AT-802 uçağı oluşturuyor, ayrıca filoda 4 helikopter de bulunuyor. Portekiz’in AT-802 uçağı Agro-Montiar isimli bir özel şirket tarafından uçuruluyor.

Portekiz’in yangınla mücadele yönetiminde özel sektörün rolü baskın görünüyor. Bu arada, Portekiz’deki orman yangınlarında sıkça AB ülkelerinden kuvvetli bir hava desteğinin geldiğini de belirtmeliyiz.

FRANSA:

Yazının Devamını Oku

Kıyamet senaryosu hayatın kendisi olunca

3 Ağustos 2021
Bugün harekât yetenekleri bakımından dünyanın en üstün hava kuvvetlerinden birine sahip olmakla övünüyoruz.

Türk Hava Kuvvetleri genellikle bu kategoride dünyanın ilk beşi içinde kabul ediliyor. Sıkça F-16’ların Kuzey Irak’taki PKK hedeflerini nokta atışlarıyla nasıl etkisiz hale getirdiklerine ilişkin açıklamaları izliyoruz.

Keza, silahlı-silahsız insansız hava araçları teknolojisinde de ülkemizde önemli atılımlar gerçekleştirildi. Türk yapımı SİHA’ların yakın zamanda Libya ve Karabağ’daki savaşlarda sahada alınan sonuca nasıl etki ettiklerini anlatan övgü dolu yabancı analizler, şimdiden ciddi bir literatür oluşturuyor.

Gelgelelim, bu gibi üstünlüklere sahip bir ülke olarak kendi topraklarımızda, batı ve güney kıyılarımızda ortaya çıkan orman yangınlarını havadan süratle etkisiz kılacak imkânlara, araçlara sahip değiliz. Var olduğu varsayılan kapasitenin de vahim derecede yetersiz olduğu tecrübeyle anlaşıldı.

Dört bir cepheye yayılan orman yangınlarına Rusya’dan, Ukrayna’dan, İran’dan ve son olarak bazı Avrupa Birliği ülkelerinden gelen ya da geleceği açıklanan hava desteğiyle müdahale etmeye çalışıyoruz.

Bu işte çok büyük bir terslik yok mu?

*

Buradaki çelişkiye baktığımızda, öncelikle meselenin Türkiye’nin sahip olduğu kaynaklar, beşeri sermayesi ve teknolojik birikimiyle ilgili olmadığını hemen vurgulamalıyız.

Üstelik, Türkiye’nin aslında orman yangınlarıyla mücadele etmeye dönük bir yeteneğe yakın zamana kadar pekâlâ sahip olduğunu da biliyoruz. Çıkan yangınlara Türk Hava Kurumu’nun (THK) elindeki bu iş için özel olarak donatılmış uçaklarla etkili bir şekilde karşılık verildiği günler çok uzakta değil.

Yazının Devamını Oku

Ankara Tunus’ta geleneksel bölge politikasına mı dönüyor?

31 Temmuz 2021
Tunus Meclisi’nin Başkanı Raşid el-Gannuşi parlamentodan içeri girmek istediğinde demir parmaklıklı kapıyı kilitlemiş olan askerler tarafından “Cumhurbaşkanlığının talimatı var, alamayız” diyerek engelleniyor.

Bu görüntüyü izleyince kritik bir soruya yanıt bulmamız gerekiyor. Meşru bir Meclis Başkanı’nın kendi görev mekânına girmesine Cumhurbaşkanı’ndan talimat almış askerler tarafından izin verilmezse, bu fiil bir darbe midir, değil midir?

Gannuşi, kendi cephesinde yanıtı “darbe” olarak veriyor, “Tunus halkının özgürlükleri elinden alınarak saldırıya maruz kaldığını” söylüyor. Ve ekliyor: “Tunus halkı tiranlık dönemlerine dönmeyi kabul etmeyecektir. Özgürlük tehlike altında olduğu müddetçe yaşamanın bir değeri yoktur.

BEYAZ SARAY HUKUKİ MÜTALAA BEKLİYOR

Meclis Başkanı’nın engellenmesinin gerisinde, Tunus Cumhurbaşkanı Kays Said’in geçen pazar gecesi ülke yönetimine el koyması yatıyor. Said, ülkede olağanüstü hal ilan ederek, Meclis’in faaliyetlerini askıya almış, milletvekillerinin dokunulmazlıklarını kaldırmış, ayrıca Başbakan Hişam el Meşişi’yi de görevden almıştır. Gerekçeleri, ülkenin içine girdiği ekonomik ve siyasi krizin yanı sıra COVID-19 salgınının kontrolden çıkmış olmasıdır.

Ve geçen pazar gününden bu yana Tunus Cumhurbaşkanı’nın attığı bu adımın darbe olup olmadığı, anayasanın kendisine bu yetkileri tanıyıp tanımadığı soruları uluslararası alanda da hararetli bir tartışmanın konusudur.

Örneğin ABD cephesinde Beyaz Saray, pazartesi günü Tunus’taki hadisenin bir darbe olarak nitelendirilip nitelendirilemeyeceği hususunda henüz bir tespit yapmadıklarını, önce Dışişleri Bakanlığı’nın hukuki açıdan bir analiz hazırlamasını beklediklerini açıklamıştır.

CUMHURBAŞKANI YARDIMCISI OKTAY: ‘ENDİŞE VERİCİ’

Müdahalenin Türkiye cephesinde nasıl karşılandığı sorusuna gelirsek... Resmi düzeyde yapılan bütün açıklamalar yan yana konduğunda ilginç bir tablo karşımıza çıkıyor.

Yazının Devamını Oku

Bir Anayasa Hukuku profesörü darbe yaparsa

30 Temmuz 2021
Tunus’ta olanları değerlendirebilmek için önce bundan on yıl geriye “Arap Baharı”nın ilk günlerine dönelim. Arap Baharı’nın ilk kıvılcımı 2010 yılı aralık ayında bu ülkede ateşlenmiş, sokaklardan yükselen halk hareketi, Tunus’un mutlak hâkimi Cumhurbaşkanı Zeynel Abidin Bin Ali’yi 14 Ocak 2011 tarihinde ülkeyi terk etmek zorunda bırakmıştı.

Tunus’taki kıvılcım kısa zamanda bütün Arap dünyasına yayılmış, birçok Arap ülkesinde kitlesel gösteriler patlak vermiş, bu süreç yine 2011 içinde önce Mısır’da Hüsnü Mübarek, ardından Libya’da Muammer Kaddafi rejimlerinin çöküşünü getirmişti.

Aradan on yıldan da fazla bir zaman geçti. O günlerde bütün Arap dünyasını demokrasi rüzgârlarının kaplayacağı, Ortadoğu’nun tarihi bir dönüşümden geçmekte olduğu yolunda ortalığı kuşatan anlatılar, tezler bugün sahada yaşanan gerçeklik karşısında, ne yazık ki hükümsüz kalmış durumda.

Geçen yıllar, bölgede darbelerin, hâlâ sürmekte olan içsavaşların yarattığı derinleşen bir istikrarsızlık tablosuna sahne oldu. Bir dizi Arap ülkesinde bu depremle ortaya çıkan fay hatları hâlâ yerine oturmuş değil. Yalnızca Libya ve güney komşumuz Suriye’de sahadaki duruma bakmak bunu görebilmek bakımından yeterli olmalı.

ARAP BAHARI’NIN TEK BAŞARI ÖYKÜSÜ

Bütün bu türbülans döneminde Arap Baharı’nın tek başarı öyküsü olarak kabul edilen istisnası, ilk kıvılcımın çaktığı Tunus olmuştu. Tunus, gerçekten de son on yıl zarfında sancılı olmakla birlikte, demokrasiye geçilmesi, yeni anayasa yazımı dahil olmak üzere bu geçişi mümkün kılacak adımların atılması, kurumların inşa edilmesi sürecinde yabana atılmayacak bir başarı modeli çizdi.

O kadar ki, bütün bölge çalkantılar içinde kaynarken 2015 yılında Nobel Barış Ödülü Tunus’a gitti. Ülkenin demokrasiye geçiş sürecindeki çabalarından dolayı Tunus’un en büyük sendikal örgütü, ticaret ve sanayi odaları birliği, baroları ve insan hakları birliğinin oluşturduğu “Tunus Ulusal Diyalog Dörtlüsü”nün bu ödüle layık görülmesi ülkeye hatırı sayılır bir prestij getirdi.

Üstelik Tunus bu uzlaşı yeteneğini, siyasi kadrolarında bir tarafta Müslüman Kardeşler akımının uzantısı Nahda Hareketi’nin temsil ettiği İslamcı damar, diğer tarafta laik geleneğin kuvvetli olduğu bir güç çekişmesi ortamında sergiledi.

İşte Arap Baharı’nın tek başarı öyküsü olarak görülen Tunus, geçen pazar akşamı ülkenin seçilmiş sivil Cumhurbaşkanı

Yazının Devamını Oku

ABD’de insan hakları eleştirilerinin volümü yükseliyor

29 Temmuz 2021
Geçen haziran ayının ortasında Brüksel’deki NATO zirvesi sırasında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile ABD Başkanı Joe Biden arasında gerçekleşen görüşmenin en dikkat çekici yönlerinden biri, önemli bir bölümünün ikisi arasında yalnızca çevirmenlerin katılımıyla baş başa yapılmasıydı.

Ayrıca, ABD tarafının bazı genel olumlu ifadeler dışında görüşmenin içeriğiyle ilgili genellikle ketum kalması bir başka dikkat çeken noktaydı.

Ardından Biden’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan, görüşmeden iki gün sonra 17 Haziran’da yaptığı bir açıklamada, buluşmanın yalnızca Kabil Havalimanı ve S-400’ler kısmına açıklık getirmişti. Sullivan, iki liderin Türkiye’nin Kabil Havalimanı’nın güvenliğini sağlaması konusunu ayrıntılı biçimde konuştuklarını, bu önerinin hayata geçirilmesi için birlikte çalışma kararı aldıklarını duyurmuştu. Biden’ın danışmanı, S-400’ler konusunda henüz bir çözüm olmasa da bu konuda diyaloğun devam edeceğini eklemişti.

Oysa Sullivan, NATO zirvesi öncesinde Brüksel’e hareket etmeden önce Beyaz Saray’da yaptığı bir açıklamada Biden-Erdoğan görüşmesinin gündemi üzerinde konuşurken, “Değerler ve insan hakları alanındaki önemli görüş ayrılıklarını” da ele alınacak konular arasında saymıştı.

Gelgelelim gerek Sullivan gerek diğer ABD’li yetkililer, Brüksel’deki buluşmadan sonraki açıklamalarında “değerler ve insan hakları” başlığında sessiz kalmıştı. Yönetimin daha önce bu başlıklarda kamuoyuna yüksek sesle konuştuğu hatırlanırsa, farklı bir tutum söz konusuydu.

KAYGILARIMIZI HER DÜZEYDE AKTARDIK

Geçen hafta ABD Senatosu Dış İlişkiler Komitesi’nde düzenlenen Türkiye konulu özel oturumda ABD Dışişleri Bakanlığı Siyasi İşlerden sorumlu Müsteşarı Victoria Nuland’ın yaptığı açıklamalarla birlikte, Brüksel’deki görüşmenin bu bölümünün nasıl geçtiği konusunda bir izlenim edinmek mümkün. Nuland, açıklamaları sırasında diplomatik ifadelerle bu konuların Başkan Biden tarafından dile getirildiğini hissettiriyor.

Nuland, önce Başkan Biden’ın demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğünün desteklenmesini yönetimi açısından -merkezi- bir konu olarak gördüğünü hatırlatarak, sözü Türkiye’ye getirip şunları söylüyor:

Yazının Devamını Oku

ABD’den Türkiye’yi Rusya’dan uzak tutma mesajları

28 Temmuz 2021
Geride bıraktığımız Kurban Bayramı sırasında ABD Senatosu Dış İlişkiler Komitesi’nde düzenlenen Türkiye konulu oturum, ABD ile ilişkilerin seyrini hem yönetim hem de Kongre nezdinde okuyabilmek bakımından oldukça bilgilendirici bir çerçevede geçti.

Toplantı, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile ABD Başkanı Joe Biden arasında geçen ay Brüksel’deki NATO zirvesi sırasında yapılan görüşmenin izlerini sürmek bakımından da önemliydi.

Yönetimi ABD Dışişleri Bakanlığı Siyasi İşlerden Sorumlu Müsteşarı Victoria Nuland’ın temsil ettiği bu oturuma çok sayıda senatörün katılması, son derece detaylı soruların yöneltilmesi, Türkiye dosyasının Senato tarafında yakından ve ciddi bir şekilde izlenmekte olduğunu gösteriyor.

Nuland’ın açıklamalarına bakılırsa, Biden yönetimi, çok karmaşık bir yapıya bürünen Türkiye ile ilişkilerini, gündemdeki meseleleri üç ayrı kategoriye ayırarak yürütmeye çalışıyor.

Birinci grupta, iki ülkenin aynı bakışı paylaştıkları, aynı çizgide politikalar izleyerek iyi bir işbirliği yürüttükleri alanlar var.

İkinci grupta, iki ülkenin aynı mercekten bakmadıkları, ancak aralarındaki bakış farklılıklarını kapatmaya çalıştıkları meseleler bulunuyor. Üçüncü grupta ise ABD’nin Türk hükümeti ile derin görüş ayrılığı yaşadığı sorunlar yer alıyor.

Ayrıca, Biden yönetiminin Türkiye’de demokrasi ve insan hakları alanlarındaki sorunlarla ilgili eleştirilerini ve beklentilerini ayrı bir başlık altında geniş bir şekilde sıralıyor Nuland.

TÜRKİYE’NİN KABİL’DEKİ KATKISI HAYATİ OLUR

Kuvvetli işbirliğinin yürüdüğü birinci kategoride ilk sırada NATO geliyor. Türkiye’nin NATO’nun dünyanın muhtelif yerlerindeki misyonlarına çok önemli katkılar yaptığını belirtiyor

Yazının Devamını Oku

Marmara Bölgesi’ndeki korkutucu çevre kâbusu

22 Temmuz 2021
Son zamanlarda beni en çok etkileyen gazetecilik çalışmalarından biri, Milliyet’ten iki arkadaşımızın Marmara Denizi’nde karşılaştığımız deniz salyası (müsilaj) felaketinin kaynaklarını teşhis etmek üzere Marmara havzasında çıktıkları keşif yolculuğunu anlatan yazı dizileri oldu. Muhabir Cihat Aslan ile foto muhabiri Can Erok’un hazırladıkları dizinin adı yeteri kadar kuvvetli: “Marmara’nın Katilleri”.

Müsilaj hadisesi önemli ölçüde Marmara’ya akan atıklardaki azot ve fosfor gibi besleyici maddelerin tırmandırdığı bir çevre felaketi. O zaman bu sorunun kaynaklarına inmek için Marmara’ya dökülen bütün suyollarının güzergâhlarını izlemek, çayların, derelerin yataklarında yol alırken hangi noktalarında nasıl kirlendiklerini yerinde tespit etmek gerekiyor.

Meslektaşlarımız işte bunu yapmışlar. Bu amaçla Bursa’da Nilüfer Çayı, batısında Balıkesir’de Gönen Çayı, daha batıda Çanakkale’de Biga Çayı, doğuda Kocaeli’nde Tavşanlı (Dilovası) Deresi ve ayrıca İstanbul’da Haramidere, Ayamama ve Kurbağalıdere’yi boydan boya kat etmişler.

Sahadaki bu keşif turları tam yedi gün sürmüş. Yöntem olarak her akarsuyu baştan sona kat etmeyi hedeflemişler. Sıkça arabayla köy yollarına girmeleri gerekmiş. Bazı yerlerde arabadan inip karadan kilometrelerce yürümüşler.

OTOMOTİVDE KULLANILAN BOYANIN RENGİNİ DEREDEN OKUMAK

Cihat Aslan’ın kaleme aldığı yazılarda, kat edilen her akarsuyla ilgili olarak aynı tema karşımızda beliriyor. Akarsu çıktığı yerde içilebilecek kadar temizken, yolculuk ilerleyip kasaba ve şehir merkezlerinden, endüstri bölgelerinden, tarım alanlarından geçildikçe kirlenme kademe kademe artıyor. Buna paralel bir şekilde suyun rengi değişiyor, ayrıca kokmaya başlıyor.

O temiz çaylar, dere suları Marmara Denizi ile buluştukları noktada artık başkalaşmış, koyu renkte farklı bir sıvıya dönüşmüştür. Atıklar muhtemelen bir süre sonra müsilaj şeklinde İstanbul kıyılarında boy gösterecektir.

Meslektaşlarımız, yolculukları sırasında bu çayların geçtikleri köylerde, kasabalarda, şehir merkezlerinde vatandaşlarla da konuşmuşlar. Hemen hemen hepsinde ortak şikâyet konusu, eskiyle kıyaslandığında yaşam alanlarının bir parçası olan bu akarsulardaki temiz sudan bugün yoksun olmaları.

Çarpıcı fotoğraflarla desteklenen yazı dizisinin en çok tekrarlanan teması suyun rengindeki değişimin anlatıldığı bölümler.

Yazının Devamını Oku

Adil Öksüz’ün Akıncı Üssü’ndeki görüntüleri ne anlatıyor?

21 Temmuz 2021
2017 yazında Akıncı Üssü iddianamesi üzerinde bir seri yazı kaleme aldım.

Bu iddianame önemliydi, çünkü Akıncı Hava Üssü 15 Temmuz darbe girişiminin karargâhı olarak kullanılmıştı. Örneğin, kalkışmayı yönlendiren FETÖ’nün sivil imamları Akıncı’da üslenmişti.

İddianame, aynı zamanda Hava Kuvvetleri’nin kalkışmadaki rolüne de odaklandığı için, 15 Temmuz gecesi Türk hava sahası üzerindeki hareketlerin önemli bir bölümünü izleyebilmek bakımından da oldukça bilgilendiriciydi.

Darbe girişimin kilit ismi Adil Öksüz, iddianamede Fetullah Gülen’den sonraki iki numaralı sanıktı ve metinde geniş bir şekilde söz ediliyordu. Kendisiyle ilgili delil değerlendirme bölümünde fotoğrafları da vardı. İlk fotoğraf, Öksüz’ü Pensilvanya’da Fetullah Gülen’in önünde yere diz çökmüş olarak gösteriyordu.

Bir diğer fotoğraf, Öksüz’ün 11 Temmuz 2016 tarihinde, yani darbe girişiminden beş gün önce New York’taki Kennedy Havalimanı’nda pasaport kontrolü sırasında alınmış olan kamera kaydıydı. Bu fotoğraf ABD makamları tarafından Ankara’ya iletilmişti.

İddianamedeki diğer iki fotoğraf ise Öksüz’ü bu görüntüden iki gün sonra ABD dönüşü, 13 Temmuz 2016 günü İstanbul Atatürk Havalimanı’ndan çıkarken gösteriyordu. Bu fotoğraf karelerinde Öksüz’ün yanında davanın üç numaralı sanığı olan bir diğer sivil imam Kemal Batmaz da vardı.

HERKESİN MERAK ETTİĞİ SORU

İddianamede Adil Öksüz’ün 15 Temmuz gecesi Akıncı Üssü’nde olduğu tespiti yer alıyor. Zaten Öksüz kalkışmanın hemen ertesi günü 16 Temmuz’da öğle saatlerinde Akıncı Üssü’nün civarında açık arazide Jandarma tarafından yakalanmış ve ifadesinde orada “arsa bakmakta olduğunu” söylemişti. Gelgelelim Öksüz gözaltına alınmasına karşılık, daha sonra Ankara Batı Adliyesi’nde garip bir şekilde serbest bırakılmış, ardından firar etmişti.

Adil

Yazının Devamını Oku