Bunun nedeni Rusya’nın sahadaki askeri varlığı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın harekâtın hedefi olarak açıkladığı Fırat’ın batısındaki Tel Rifat ve Münbiç bölgelerinin durumu Türkiye ile Rusya arasında 22 Ekim 2019 tarihinde imzalanan ikili bir mutabakatta düzenleniyor. Her iki bölgede de Rusların askeri birliği bulunuyor.
Harekât, söz konusu mutabakattaki statükoyu değiştireceği için taraflar arasında öncelikle karşılıklı bir ortak anlayışın oluşması gerekiyor, eğer ilişkilerde büyük bir kriz arzulanmıyorsa.
Ayrıca, bir harekât gerçekleştirilecekse sahada iki tarafın askerlerinin karşı karşıya gelmeleri ihtimalinin önlenmesi de gerekiyor. Suriye’de Fırat’ın batısındaki hava sahasını doğrudan Rusya kontrol ettiği için, harekâtın emniyeti açısından hava sahasıyla ilgili bir düzenlemeye de ihtiyaç var.
RUSYA’DAN ÇELİŞİK SİNYALLER
Rusya’nın, Türkiye’nin bu iki bölgeye harekât niyetleri karşısındaki tutumu başlangıçta bir süre belirsizlik içinde seyretti.
Örneğin, Rusya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Maria Zakharova, 2 Haziran tarihinde yaptığı bir açıklamada, yeni bir askeri harekâta dönük “endişeleri” kayda geçirerek, “Türkiye’nin Suriye’de zaten zor olan durumun tehlikeli bir şekilde kötüleşmesine yol açabilecek eylemlerden kaçınması” beklentisini ifade etti. “Türkiye’nin sınır bölgesinin güvenliğiyle ilgili kaygılarını anlayışla karşıladıklarını” belirtmekle birlikte, çözüm olarak bu bölgelerde güvenliğin Suriye güçlerine bırakılmasını önerdi.
Gelgelelim aynı gün Rus tarafından bir açıklama daha yapıldı. Rusya’nın Ortadoğu’dan sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı Mikhail Bogdanov, TASS Ajansı’nın Türkiye’nin harekât planlarıyla ilgili sorusu üzerine yaptığı bir açıklamada, Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un Antalya’ya geleceğini hatırlatarak kendisine Rus askeri yetkililerin de eşlik edeceğini belirtti.
Bogdanov
Sorun, şikâyetlerin sayısındaki hızlı artış nedeniyle AYM’nin bu başvuruları karşılayabilme kapasitesinin sürekli gerilemesinden, bunun sonucu mahkemenin gündeminde işlem için bekleyen derdest edilmiş dosya sayısının yığılmasından kaynaklanıyor.
Çarpıcı olması açısından rakamlarla göstermeye çalışalım. Mahkemeye 2020 yılında 40 bin 402 başvuru yapılmışken, geçen yıl bu sayı yüzde 65 oranındaki bir artışla 66 bin 121’e yükselmiştir. Gelgelelim yalnızca bu yılın ilk beş buçuk ayında başvuru sayısı önceki gün itibarıyla 62 bin 205’i bulmuştur. Bu yöneliş aynen devam ettiği takdirde yıl sonuna geldiğimizde başvuru toplamının geçen yılın toplamının iki katına çıkması şaşırtıcı olmamalıdır.
Buna karşılık mahkemenin başvuruları karşılama kapasitesi yıllık bazda genellikle 45 bini geçmemektedir. Sonuç, aradaki makasın sürekli açılmasıdır. Kontrol altına alınamadığı takdirde, birinci derece mahkemelerden kaynaklanan uzun yargılama sorununa ek olarak bu kez AYM’deki uzun bekleme sorunu gündemimize girecektir.
BİREYSEL BAŞVURUNUN HEDEFİ SİNEKLER DEĞİL, BATAKLIK
Sorunun çözümsüz kalması, mağdur edildiğini düşünen vatandaşların haklarını arayabilmek için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) gitmeden önce kendi ülkelerinde kapısını çalacakları son bir koruma mekanizmasının da zayıflamasına yol açacaktır.
Peki ne yapılabilir?
Prof. Arslan’ın beklentilerinden biri, ihlallerin doğrudan yasalardan kaynaklandığının tespit edildiği durumlarda yasama organının zaman kaybetmeden gerekli yasal değişiklikleri yaparak bu sorunu gidermesidir.
Bunun dışında başvuruları aşağı çekmenin en etkili yolu sorunun kaynağında önlenmesidir. AYM Başkanı Prof.
Özellikle bu yılın başından itibaren yaptığı konuşmalarda, mahkemenin bireysel başvurulardan kaynaklanan iş yükünün ciddi ölçülerde artmakta olduğu, bu artışın taşınamayacak boyutlar kazanmaya başladığı yolundaki uyarılarını sıkça tekrarlaması bir süredir dikkatimi çekiyordu.
Prof. Arslan’ın 2022 başından itibaren yaptığı ve bu soruna da değindiği muhtelif konuşmalarının üzerinden gittiğimde, karşımda düzenli bir şekilde yukarı doğru tırmanmakta olan kaygı verici bir çizgi belirdi.
AYM Başkanı’nın konuşma metinleri üzerinden bu yönelişe baktığımızda meseleyi şöyle özetleyebiliriz:
14 ŞUBAT: ‘İŞ YÜKÜNDE TEK RAKİBİMİZ AİHM’ (66 BİN)
İçinde bulunduğumuz yıl bu sorunun altını çizdiği ilk konuşmasını 14 Şubat tarihinde İstanbul’da yapıyor Prof. Arslan. Konuşma vesilesi, Avrupa Birliği ve Avrupa Konseyi’nin finanse ettiği “AYM’nin Temel Haklar Alanındaki Kararlarının Etkili Bir Şekilde Uygulanmasının Desteklenmesi” projesi çerçevesinde İstanbul ve çevre illerdeki adli ve idari yargının kıdemli temsilcilerinin bir araya geldiği bölge toplantısı.
Prof. Arslan, hitabında önce AYM’nin 2012 yılında uygulamaya başlanan bireysel başvurunun on yıllık tecrübesi üzerinde genel bir değerlendirme yapıyor. “Bireysel başvuru sistemi iyi işliyor mu?” ve “Haklar standardını yükseltiyor mu?” sorularına bir “uygulayıcı” olarak “olumlu cevaplamak gerektiğini” belirtiyor. “AYM’nin iyi işleyen etkili bir bireysel başvuru sistemini hayata geçirmek için gece gündüz çaba gösterdiğini” anlatıyor.
Bu noktada “bireysel başvuru kurumunu tehdit eden birbiriyle bağlantılı iki önemli tehlike”ye dikkat çekiyor Prof. Arslan. Bunlardan birincisi, her geçen gün artan başvuru sayısıdır. AYM’nin önünde o gün itibarıyla 66 bin başvuru olduğunu, sayının 2022 yılı içinde “maalesef daha da artmasının öngörüldüğünü” ifade ediyor. Bu çerçevede yeni yılın ilk ayında yapılan başvuru sayısının 12 bine yaklaştığını söylüyor.
Burada çok çarpıcı bir saptaması var Prof.
Ülkenin ana muhalefet partisi lideri olan siyasetçinin Alevi kökeninin kendisinin cumhurbaşkanlığı adaylığı ihtimaliyle ilgili tercihlerde aleyhine bir faktör olarak değerlendirilmesi üzerine patlak veren tartışma da böyle bir konu.
Cümleyi kuran kişinin içeriğini onaylamasa da, bir olgu olarak toplumun belli bir kesiminde böyle bir önyargının bulunduğunu belirtmesi bile problemli olan bir bakışı olağanlaştırma tehlikesini içinde barındırıyor. Onu bu söylemin taşıyıcısı durumuna getirebiliyor.
Son hadisede İYİ Parti Ankara Milletvekili İbrahim Halil Oral, yaptığı açıklamada cumhurbaşkanlığı adaylığı konusunda CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun Alevi kökeninin kendisi açısından bir engel olmadığını söylemiştir. Ancak ardından, toplumun “Sünni kesimi”nin Kılıçdaroğlu’nun Alevi kimliğiyle ilgili ‘endişeleri’ni CHP Lideri’nin adaylığı konusunda hesaba katılması gereken bir durum olarak telaffuz etmesi, Oral’ı büyük bir eleştiri dalgasıyla karşı karşıya bırakmıştır.
YAKIN TARİHTEN ÖRNEĞİ VAR
Aslında yakın tarihimizin tecrübesi Alevilik meselesinin seçimlerde pekâlâ konu edildiğini gösteriyor. Çok eskilerde de değil, 2011 seçiminde Kemal Kılıçdaroğlu’nun Alevi kökeni, dönemin başbakanı ve AKP lideri Recep Tayyip Erdoğan’ın seçim meydanlarında süreklilik içinde gündeme getirdiği bir temaydı.
18 Mayıs 2011 tarihinde yayımlanan “Erdoğan ve CHP liderinin Aleviliği” başlıklı yazımızda somut verilere dayanarak Erdoğan’ın 29 Nisan ile 13 Mayıs 2011 tarihleri arasında tam yedi ayrı konuşmasında Kılıçdaroğlu’nun Alevi kimliğini vurgulayan temayı tekrarladığını yazmışım, tarih ve şehirlerin isimlerini vererek.
Bu yazıyı kaleme aldığım gün Erdoğan’ın bizzat sahada izlediğim Malatya mitinginde de aynı durum tekrarlanmıştı. Erdoğan’ın Kılıçdaroğlu’nun mezhebini gündeme getirmesinin hemen ardından meydandan yükselen CHP liderine dönük -biçimini burada tekrarlamayacağım- protestoyu da çok iyi hatırlıyorum.
Geçmişte konunun kendisi tarafından miting meydanlarında bu şekilde işlenmiş olması, önümüzdeki seçimde yeniden gündeme getirilebileceği hususundaki endişelerin de kaynağıdır.
Önceki akşam (perşembe) gazetenin ilk baskısının başlayacağı sırada, saat 20.09’da Rusya Dışişleri Bakanlığı web sitesine koyduğu bir açıklamayla bu yönde bir harekâta karşı olduğunu duyurdu. Rusça açıklamanın diğer dillere çevrilip ajanslar üzerinden yayılması geç saatleri buldu.
RUSYA ELİNİ Mİ YÜKSELTMEYE ÇALIŞIYOR?
Bu açıklamanın zamanlamasıyla ilgili ilginç bir durum var. Şöyle ki, Rusya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Maria Zakharova’nın dün yapacağı basın brifingi aslında hafta başında duyurulmuştu. Açıklama pekâlâ dünkü brifingde duyurulabilirdi. Ancak bu açıklamanın cuma gününe (dün) bırakılmadan önceki gün (perşembe) akşam saatlerinde yapılmasının Rus tarafı açısından ivedilik taşıdığı, Rus Dışişleri’nin bir gün beklemek istemediği anlaşılıyor.
Bunda hangi neden ya da nedenler rol oynamış olabilir?
Rusya, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın harekâtın yapılacağını duyurduğu ısrarlı açıklamalarına sessiz kalması halinde bunun Ankara’ya zımnen onay verdiği şeklinde yorumlanmasının önüne mi geçmek istedi?
Yoksa Rusya, Ankara’dan gelen askeri harekât beyanları nedeniyle Esad rejiminin yaptığı bir başvuru üzerine Şam’daki müttefikine sahip çıktığını göstermek için mi bu yola gitti?
Tabii muhtemel bir faktör daha var. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, önümüzdeki çarşamba günü Türkiye’yi ziyaret edecek. Rus tarafı, ziyaret öncesindeki bu açıklamayla Ankara karşısında elini yükseltip, iki ülke arasında pek çok hassas meselenin müzakere edildiği bir dönemde, harekât başlığını bu bütünün içinde bir pazarlık konusu haline getirmek de istemiş olabilir.
ZAKHAROVA: ‘SINIRI SURİYE
Suriye sınırı boyunca “güvenli bölge oluşturmak için başlatılan çalışmaların eksik kalan kısımlarıyla ilgili yeni adımların yakında atılmasına başlanacağını” söylemişti Erdoğan bu açıklamasında.
Cumhurbaşkanı, daha sonraki günlerde bu temayı ısrarlı bir şekilde gündemde tuttu. Bunu, Türkiye’nin askeri harekâtının hangi noktalara yönelebileceği konusunda Fırat’ın hem batısı hem de doğusundaki belli bölgelere odaklanan yoğun bir tartışma izledi.
Buna karşılık Erdoğan, önceki günkü grup konuşmasında başlangıçta daha geniş bir ölçek üzerinden açıkladığı hedefin menzilini bu kez daraltarak, Fırat’ın batısına odaklandı.
“Güney sınırlarımız boyunca 30 kilometre derinliğinde güvenli bölge oluşturma kararımızın yeni bir safhasına geçiyoruz” dedikten sonra ekledi: “Tel Rifat ve Münbiç’i teröristlerden temizliyoruz. Ardından da aşama aşama diğer bölgelerde aynısını yapacağız.”
Burada dikkat çeken bir nokta, Erdoğan’ın Suriye sınır hattının bütününün kontrol altına alınmasına dönük uzun dönemli hedefi tekrarlamakla birlikte, bu hedefin özellikle Fırat’ın doğusunda kalan bölümünün daha sonra kademe kademe hayata geçirileceğini ifade etmesidir dolaylı bir ifadeyle.
GEÇEN EKİM AYINDAKİ ATMOSFERİ HATIRLAYINCA
Bu tespitin ardından şimdi projektörlerimizi Tel Rifat ve Münbiç’e doğru çevirelim. Ancak bunu yaparken en başta hatırlamamız gereken bir konu var. Aslında her iki bölge de barındırdıkları PKK/YPG unsurları nedeniyle uzun bir zamandır Türk güvenlik makamlarının yakın radar alanı içinde bulunuyordu.
Son olarak geçen ekim ayında Türkiye’nin Tel Rifat’a gireceği yolunda bir atmosfer de belirmişti. Bunu tetikleyen,
Bundan üç yıl önce Çubuk’ta CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun saldırıya uğradığı hadiseden sonra kaleme aldığımız yazımız bu tespit ile başlıyordu.
Kılıçdaroğlu sığındığı evden zorlukla özel harekât polisinin zırhlı bir aracına bindirilerek kaçırılabilmişti. Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar evi kuşatan kitleyi uzaklaştırabilmek için ciddi bir çaba sarf etmişti. Olayların bir an kontrolden çıkması halinde ortalığı kaplayan gerilimin çok farklı bir istikamete yönelmesi işten değildi.
Her halükârda 21 Nisan 2019 tarihinde başkent Ankara’ya 40 kilometre uzaklıktaki Çubuk ilçesinde yaşanabilen bu hadise şimdiden siyasi tarihimizin en vahim sayfalarından biri olarak yer etmiştir.
KARAR NE ANLAMA GELİYOR?
Bu kadar korkutucu bir hadisenin soruşturma süreci ve ardından yargılama aşamasının kamuoyunda hassasiyetle izlenmesi doğaldı. Yargılama sürecinde müşteki durumundaki CHP cephesinden kuvvetli itirazların yükseldiği bir davaya tanıklık ettik.
Örneğin, dava açılırken mağdur taraf olarak Kılıçdaroğlu’nun avukatları, hadisenin bir toplu linç girişimi olduğunu belirterek davanın asliye ceza değil ağır ceza mahkemesinde görülmesini talep ettiler. Keza, Kılıçdaroğlu’na yönelen saldırının “yaralama” değil, “adam öldürmeye teşebbüs” suçuna girdiğini savundular.
Sonuçta tansiyonlu bir ortamda geçen yargılama süreci önceki gün sonuçlanmış ve Çubuk 2. Asliye Ceza Mahkemesi, alınan kararı açıklamıştır. Toplam 67 kişinin yargılandığı bu davada sanıklar en az 7 ay 15 gün ile en çok 8 yıl 6 ay 15 gün arasında değişen sürelerde hapis cezalarına çarptırılmıştır.
Sanıklar hakkındaki cezalar ağırlıklı olarak hürriyeti kısıtlama, bunun yanında adam yaralamaya teşebbüs, suç işlemeye teşvik, kamu görevlisine hakaret gibi muhtelif suçlardan verilmiştir.
ABD’nin Ankara’daki Büyükelçisi James Spain Washington’dan arandı. Gelen telefonda, ertesi günü Başkan Jimmy Carter’dan Devlet Başkanı ve Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Kenan Evren’e yazılmış bir mektubun kendisine ulaşacağı bildirildi.
Başkan Carter, mektubunun Kenan Evren’e, 6 Ekim Pazartesi günü saat 15.00’te NATO Avrupa Müttefik Kuvvetleri Başkomutanı Orgeneral Bernard Rogers’ı kabul etmesinden önce iletilmesini istiyordu. Evren, Rogers’la görüşmeden önce ABD Başkanı’ndan gelen mesajı okumalıydı.
Rogers’ın Evren’e açacağı konuyu hemen öncesinde bizzat kendisi de vurgulayarak, NATO komutanının Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönüşü meselesinde vereceği mesajın ağırlık derecesini yukarı çekmek istiyordu ABD Başkanı.
Büyükelçi Spain, zaman baskısı altındaydı. Randevu başvurusu için pazartesi sabahını beklerse Evren’i Rogers’tan önce görebilmesi tehlikeye girebilirdi. Hemen başvuruda bulundu. Evren’in makamından pazartesi sabahı için randevu verildi. Başkan Carter’ın mektubu da pazar günü öğle saatlerinde ABD’nin Ankara Büyükelçiliği’ne ulaştı.
Pazartesi sabahı Evren’in Genelkurmay’daki makam odasının kapısındaydı. Kendisini karşılayan genç diplomata, Evren’e ne şekilde hitap edeceğini sordu. Eskiden olduğu gibi “Paşam” diye mi hitap etmeliydi? “Devlet Başkanı” şeklinde hitap etmesi gerektiği yanıtını aldı. Evren “Cumhurbaşkanı” hitabını da istemiyordu.
Ve görüşme başladı.
EVREN’İN CARTER’DAN TALEBİ: ‘BİR SÜRE BİZİ ELEŞTİRMEYİN’
James Spain