Ağırlamanın en üst düzeyde sergilendiği devlet ziyaretlerinden, kısa süreli çalışma ziyaretlerine kadar değişebilen farklı programlar ve protokol dereceleri uygulanagelmiştir bu görüşmelerde.
Beyaz Saray buluşmalarının önemi, Türkiye-ABD ilişkilerinin -ne kadar sorunlar olsa da- yolunda gittiğini, iki tarafın da bu bağlara değer verdiğini vurgulayan simgesel bir yönünün bulunmasıdır.
Tabii, dünyanın en güçlü ülkesinin başkentinde en önemli kararların alındığı Beyaz Saray’ı ziyaret etmek, her seferinde Türk liderlerin de önemsediği bir siyasi temas olmuştur; hem Türk kamuoyuna hem de uluslararası camiaya verdiği mesajlar bakımından...
Demokrat Biden’dan önceki Cumhuriyetçi Donald Trump, daha da öncekiler Demokrat Barack Obama, Cumhuriyetçi George W. Bush, Demokrat Bill Clinton, Cumhuriyetçi (baba) George Bush, Cumhuriyetçi Ronald Reagan’ın başkanlık dönemlerinde bu gelenek hep karşımıza çıkıyor.
Hatta 1989-92 yılları arasında görev yapan George Bush, kendi döneminde hem Cumhurbaşkanı Turgut Özal hem de Başbakan Süleyman Demirel’i kabul etmiştir; ikisi arasında bir dengeyi tutturabilmek için...
Joe Biden, başkanlığı döneminde bu yerleşmiş geleneğin istisnası olmuştur.
9 MAYIS İÇİN DAVET GELMİŞTİ
Geleneğin bozulmasının nedenlerine gelince...
Aslında büyük ölçüde selefi Cumhuriyetçi Donald Trump’ın başkanlığının son zamanlarında uç vermiş olan Yunanistan’la yakınlaşma sürecinin, Biden döneminde siyasi ve askeri alanlarda atılan adımlarla baskın bir çizgi haline gelerek Washington ile Atina arasındaki ilişkileri bir üst düzleme taşıdığı söylenebilir.
TÜRKİYE İLE YAŞANAN OLUMSUZLUKLARA PARALEL GİDEN SÜREÇ
Kabul edelim ki ABD’nin Yunanistan ile girdiği yakınlaşma, özellikle Türkiye’nin 2019 yılında Rusya’dan S-400 hava savunma sistemleri almış olmasının ABD ile ilişkilerinde yol açtığı zemin kaybına paralel giden bir sürece işaret ediyor.
Bunun üzerine daha Trump zamanında Türkiye’nin ‘beşinci nesil’ F-35 savaş uçağı programından çıkarılması, daha sonra CAATSA yaptırımları kapsamına alınması gibi adımların neden olduğu olumsuzluklar, Biden döneminde Türk-ABD ilişkilerine iyice hâkim olmuştur.
Ayrıca, ABD’nin Suriye’de PKK’nın bu ülkedeki uzantısı YPG’yi kendisine askeri müttefik olarak seçmiş olmasının yarattığı kronik sorun, buna ek olarak Türkiye’nin PKK ile mücadele bağlantılı gerekçelerle İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya üyelik başvurularını bir süre veto etmesi, bu ilişkilerin yönetimini daha da zorlaştırmıştır.
ABD’nin Türkiye ile ilişkileri bütün bu sıkıntılar içinde seyrederken, Yunanistan ile ilişkileri pürüzsüz bir zeminde irtifa kazanmaya devam etmiştir.
DEDEAĞAÇ ABD’NİN DOĞU AKDENİZ’DE EN ÖNEMLİ LOJİSTİK ÜSSÜ
Geçen dönemde ABD-Yunanistan yakınlaşmasının en kayda değer göstergelerinden biri, Türkiye sınırına 25 kilometre uzaklıktaki Dedeağaç limanının kapasitesinin güçlendirilmesi çalışmalarına hız verilmiş olması ve ABD’nin 2021 yılında buraya büyük bir askeri yığınak yapmaya başlamasıdır. Dedeağaç, ABD’nin Doğu Akdeniz’deki en önemli lojistik üssüne dönüşmüştür.
Böylelikle, Biden’ın başkanlığı sırasında, Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerde sorunlarla kaplı, birbirini izleyen iniş çıkışlarla yol alınan bir dönem de geride kalmış oluyor.
Geçen dört yılın üzerinden gittiğimizde, Biden’ın genel çizgisi itibarıyla Türkiye karşısında mesafeli durmayı tercih eden bir başkan profili çizdiği yerinde bir tespit olacaktır.
Ancak bu mesafeye karşılık, Başkan Biden, ABD’nin stratejik çıkarlarının gerektirdiği durumlarda kritik dosyalarda her zaman Türkiye ile diyaloğa girmiştir. Bu dosyalar önce Afganistan olmuştur, daha sonra Ukrayna ve NATO genişlemesi gibi başlıklar...
ÜÇ AY SONRA GELEN TELEFON RANDEVUSU
Tabii mesafeden söz ederken daha en başta çok sıkıntılı bir başlangıç yaşandığını hatırlayalım. Biden’ın 20 Ocak 2021 tarihinde göreve başlamasından sonra kendisini kutlamak için telefonda görüşmek isteyen dünya liderlerine hangi sırayla geri döndüğü, yeni başkanın önceliklerini göstermesi bakımından fikir vericiydi.
Burada Biden’ın Erdoğan’ı, Beyaz Saray’a adım attıktan üç ay sonra 23 Nisan 2021 tarihinde aramış olması, bu mesafeyi koymak istediğinin bir işareti olarak görülmüştür o dönemde bütün gözlemciler tarafından.
Aslında bu tutumu, bir bakıma Biden’ın 3 Kasım 2020 tarihinde yapılacak başkanlık seçimine adaylığını açıkladıktan sonra New York Times’a verdiği ve Erdoğan hakkında bir hayli eleştirel ifadelerle konuştuğu mülakatta yansıttığı bakışın da bir uzantısıydı. Bu mülakat gazetede 17 Ocak 2020 tarihinde yayımlanmıştır.
BIDEN’DAN 24 NİSAN’DA
Bu açıdan baktığımızda, geride bıraktığımız 2024’ün Fidan’ın bu çizgisinin Türkiye’nin dış ilişkilerinde belirgin bir şekilde yerleşmeye başladığı, kendisinin gerek kamuoyunun gerek uluslararası alandaki muhataplarının karşısına güçlenen bir profille çıktığı bir yıl olarak geçtiği söylenebilir.
Genel hatlarıyla soğukkanlı, hamasetten uzak duran, savunduğu pozisyonları büyük ölçüde bir mantık örgüsüne dayalı tezler üzerinden formüle ederek, muhatapları ile müzakereleri bu çerçeveye çekmeye çalışan bir diplomasi tarzından söz ediyoruz.
*
Fidan’ın geçen yıl içinde ele aldığı kritik konulara baktığımızda, Türkiye’nin İsveç’in NATO üyeliğine vetosunu kaldırmasına giden süreçte ABD’den F-16 savaş uçaklarının alımının olumlu bir şekilde sonuçlandığı dosyada, ABD’li mevkidaşı Antony Blinken ile yürüttüğü müzakereler önemli başlıklardan biridir.
Bunun gibi, ABD ile ilişkilerde S-400 meselesiyle de bağlantılı olarak F-35 alımının önünün açılması ve Türkiye’nin CAATSA yaptırımlarından çıkartılması konularında formül arayışlarına girişilmişse de, Fidan’ın “ayak bağı” olarak nitelediği bu dosyada henüz bir sonuç alınamamıştır. Muhtemelen bu sıkıntılı dosyanın aşılabilmesine ilişkin arayışlar yeni Trump yönetimini bekleyecektir.
İsrail’in Gazze’de yürüttüğü soykırım nedeniyle İsrail’e karşı uluslararası bir seferberliğin yürütülmesi hedefi, Fidan’ın 2024 yılı boyunca süreklilik içinde en temel meşguliyetini oluşturmuştur.
*
Bu değerlendirmede, kendisinin Dışişleri’nin başına, tam 13 yıl süreyle Milli İstihbarat Teşkilatı’nı yönettikten sonra gelmesinin yarattığı bir sonucun da altını çizmeliyiz. Geniş tecrübeye dayanan bir istihbaratçı bakışının, belli ölçülerde diplomasi alanındaki mesaisine de taşınması bir bakıma kaçınılmaz bir durumdur.
Tabii tarih bir yana, Panama Kanalı’nın bugün Çin Halk Cumhuriyeti tarafından işletilmekte olduğunu söylemek gibi güncele ilişkin olarak da karşınıza çıkabiliyor Trump’ın zihin dünyasındaki problemli durumlar.
Trump’ın son dönemdeki açıklamalarındaki sorun keşke yalnızca cehaletle, bilgisizlikle sınırlı olsaydı. Ana mesele, kendisinin Beyaz Saray’da göreve başlama tarihi yaklaştıkça, artık doğrudan başka ülkelerin egemenliklerini, toprak bütünlüklerini hedef alan bir çizgiye doğru kaymakta oluşudur.
Geçen salı günü düzenlediği basın toplantısında tekrarladığı üzere, Panama Kanalı’nı yeniden ABD’nin kontrolüne almak için gerekirse askeri güce başvurma seçeneğini saklı tutuyor Trump. Kanalın Başkan Jimmy Carter döneminde 1977 yılında Panama’ya devredilmiş olmasını büyük bir hata olarak görüyor.
Ama bir bu kadar dikkat çeken konu, Trump’ın açıkça Kanada’nın ABD’nin 51’inci eyaleti olması ve ayrıca Atlantik Okyanusu’nun kuzeyinde, Danimarka’ya bağlı olan Grönland’ın da ABD’ye dahil edilmesi gerektiğini savunmasıdır.
Trump, geçen salı günü bu görüşlerini bir kez daha kayda geçerken, gazetecilerin soruları karşısında Grönland konusunda askeri güç kullanma seçeneğini dışlamadı. Neyse ki, Kanada’ya dönük hedefine ekonomik yöntemler kullanarak ulaşabileceğini düşünüyor.
*
Ağzından çıkan sözlere baktığımızda, ilk bakışta şaka yapıyor gibi görünüyor ama gerçeğin bizzat kendisi karşımızda duruyor.
Kanada ve Grönland örnekleri özellikle önem taşıyor. Çünkü, her iki örnekte de Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü, yani NATO’ya üye olan ülkelerin toprakları söz konusu.
Rejimin çöküşü, Suriye’de ve bölgede bugünden kestiremeyeceğimiz kısa, orta ve uzun vadeli sonuçları açısından devasa bir kırılmayı gösteriyor.
Her yeni yılın başında yaptığımız üzere Suriye ile ilişkilerde geçen bir yılın bütününü değerlendirdiğimizde, yaşanan bu büyük depremin ışığında oldukça ironik bir tabloyla karşılaşıyoruz.
Yılın son ayında meydana gelen dramatik değişikliğin öncesinde 2024’ün ilk 11 ayına baktığımızda, bu dönem boyunca Ankara’nın Beşar Esad ile ilişkileri normalleştirme arayışlarının ön plana çıktığını, ancak barışma çabalarının her seferinde nafile bir şekilde sonuçlandığını görüyoruz.
*
Türkiye’nin 2010’lu yılların önemli bir kesitinde Mısır, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri gibi kilit Arap ülkeleriyle yaşadığı büyük kopmanın ardından bu ilişkileri 2020’li yılların başlarında normalleştirip düzene sokmasıyla birlikte, Arap dünyasında bu sürecin açık kalan tek halkasını Suriye ile ilişkiler oluşturuyordu.
Aslında ilk olarak 2023 yılı Suriye ile ilişkilerin düzeltilmesine dönük bir dizi görünür hamleye sahne oldu. Rusya’nın arabuluculuğu üzerinden atılan adımların sonucu, 2023’ün ilk yarısında Ankara ile Esad rejimi arasında Rusya ve İran’ın da katıldıkları dörtlü formatta dışişleri, savunma bakanları ve istihbarat başkanlarının bir araya geldikleri bir dizi toplantı gerçekleşti.
Bunlar arasında en çok dikkat çekeni, 14 Mayıs 2023 seçimlerinden tam dört gün önce 10 Mayıs tarihinde Moskova’da Türk, Rus, Suriye ve İran Dışişleri Bakanları arasında yapılan ortak toplantıydı.
Bu arayışların 2023 seçiminin hemen öncesine rastlaması, yapılan hamlelerin kampanya döneminde yakıcı bir mesele haline gelen Suriyeli sığınmacılar konusunda kamuoyuna, seçmenlere mesaj verilmesi niyetleriyle ilişkilendirilmesine de yol açtı.
BRICS, yani üye ülkelerin isimlerinin ilk harfleriyle (B) Brezilya, (R) Rusya, (I) Hindistan, (C) Çin Halk Cumhuriyeti ve (S) Güney Afrika’nın başını çektiği ülkeler grubunun oluşturduğu uluslararası yapılanmadan söz ediyoruz.
Uluslararası sistemde ABD’nin başını çektiği Batı dünyasına ekonomik ve siyasi alanlarda karşı bir ağırlık oluşturmak üzere yola çıkan BRICS, en son 2023 yılının sonunda İran, Mısır, Etiyopya, Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan’ın da katılımıyla BRICS (+) olmuştur. Suudi Arabistan üyelikle ilgili onay sürecini henüz tamamlamış değildir.
*
İşte Türkiye’nin bu örgütlenmede nasıl bir yer alacağı meselesi, yalnızca Türk kamuoyunda değil, aynı zamanda dış dünyada da yakından izlendi geçen yıl.
Farklı kıtalarda birçok ülkede düşünce kuruluşlarında, akademik çevrelerde, medyada belirgin bir ilgiye konu oldu bu başlık. Türkiye-BRICS ilişkisi üzerine kaleme alınan haber, yorum ve analizlerin yüklü bir külliyat oluşturduğunu söylemek abartı olmaz.
Konuyla ilgili tartışma -NATO üyesi Türkiye’nin yönünü mü değiştirdiği, yüzünü doğuya mı çevirdiği- gibi sorulara odaklandı. Sıkça “Türkiye ne yapmak istiyor?” diye soruldu.
Tartışmanın yoğunluğu şunu da gösterdi. Dünya karşısındaki tercihlerinde en ufak bir değişiklik ihtimalinin bile bu kadar hareketliliğe yol açması, Türkiye’nin küresel konumunun, bulunduğu coğrafyada işgal ettiği stratejik mevkiin ne kadar önem taşıdığını göstermesi bakımından kayda değerdir.
*
Her seferinde benim açımdan en zor başlığı Türkiye’nin AB ile ilişkileri oluşturuyor.
Meselenin zorluğu, konuların karmaşıklığından, anlaşılabilir hale getirilmesinde karşılaşılabilecek sıkıntıdan kaynaklanmıyor. Tam tersine, hiçbir şeyin ilerlemediği, her konunun birbirini tekrarlayan söylemler üzerinden kilitlenmiş bir şekilde devam etmesinden kaynaklanan bir güçlük bu.
Aylarca kamuoyuna ‘hareketlilik’ gibi yansıyan bazı çalışmaların da aslında hiçbir yenilik getirmeden ortada kalması, yürütülen mesainin hatırı sayılır bir kısmının beyhude çabalarla geçtiğini gösteriyor.
*
Türkiye’de 14 Mayıs 2023 tarihinde yapılan seçimden hemen sonra haziran ayında düzenlenen AB zirvesinde, Türkiye ile ilişkilerde yola nasıl devam edilebileceği konusunda AB Komisyonu’na yeni bir çalışma yürütülmesi yolunda verilen talimatın akıbeti bu çerçevede örnek verilebilir.
AB liderleri, bu raporu hazırlamak üzere Komisyon’un bir önceki Dışişleri ve Güvenlik Politikaları Yüksek Temsilcisi Josep Borrell’i görevlendirmişti.
Borrell, aslında pek çok çevrede yetersiz, zayıf bulunan raporunu beş ay sonra 2023 yılı kasım ayında AB’nin siyasi kanadına sunmuş, AB zirvesi ise bu raporun görüşülmesini 2024 yılına ertelemişti.
Borrell