Bu jestle başlayan hareketlilikte, işlerin PKK lideri Abdullah Öcalan’ın önceki gün örgüte kendisini feshetmesi çağrısında bulunduğu bir noktaya kadar evrileceğini o an kimse tahmin edebilir miydi?
*
Kuşkusuz, dünyanın en tehlikeli ve kanlı terör örgütlerinden birinin kurucu liderinin, artık terörden vazgeçilmesi gerektiğini söyleyip örgüte kendisini tasfiye etmesi çağrısında bulunmasının anlamını, önemini vurgulamaya gerek olmamalıdır.
En acımasız şiddet yöntemlerine başvurmaktan çekinmemiş, on binlerce insanın ölümüne, yaralanıp sakatlanmasına, toplumda büyük acıların yaşanmasına yol açmış, Türkiye’nin kaynaklarını tüketmiş bir örgütten söz ediyoruz.
PKK’nın ilk terör eylemi olan 1984 yılındaki Eruh baskınını başlangıç olarak alırsak, Öcalan, geçen 40 yılı aşkın sürenin azımsanmayacak bir kesitinde Türkiye’nin terör tehdidi altında yaşamasının baş sorumlusudur.
Önceki günkü çağrısı ile birlikte başlayacak süreç gerçekten terörün tümüyle bitmesiyle sonuçlanacaksa, bu gelişme tarihsel bir kırılma olarak kayda geçecektir.
Öcalan, açıklamasında yaptığı özeleştiride, teröre başvurmasının gerekliliği konusunda kendine göre bir dizi gerekçe ileri sürüyor. Bu gerekçeleri anlatırken, kullandığı yöntemin neden olduğu büyük maliyetin insani boyutu ile ilgili herhangi bir ifadenin yer almaması, yaptığı çağrının temel bir eksikliği olarak görülebilir.
Ancak böyle de olsa, gelinen noktada meseleye yine de olumlu yönünden bakmak durumundayız. Barışa şans tanımak, her zaman en başta gelen önceliğimiz olmalıdır.
Akşam saatlerinde başlayan bu saldırıda, İdlib’de M-4 otoyolunun 10 kilometre kadar güneyinde Balyun köyü civarında intikal halindeki bir Türk askeri konvoyu hedef alınmıştı.
Savaş uçaklarının saldırısı üzerine, konvoydaki askerler araçlarını terk edip çevredeki evlerde, binalarda mevzi alıp savunma düzenine geçmişti. Uçaklar birbiri ardına gerçekleştirdikleri saldırılarla bu kez askerlerin mevzi aldıkları yapıları bombalamıştı.
Bu saldırılarda toplam 34 Türk askeri hayatını kaybetmiş, ayrıca çok sayıda asker yaralanmıştı.
*
Konunun en rahatsız edici taraflarından biri, Türk askeri konvoyunun İdlib’de saldırıya uğradığı yoldan geçeceği bilgisinin, iki ülkenin askeri makamları arasında işleyen haberleşme mekanizması üzerinden önceden Rus askeri makamlarına iletilmiş olmasıydı.
İntikal halindeki askeri birlik, Türkiye, Rusya ve İran arasındaki Astana mutabakatıyla ‘çatışmasızlık bölgesi’ ilan edilen İdlib’de, TSK’nın bu mutabakat çerçevesinde kurduğu askeri gözlem noktalarına takviye yapmak üzere görevlendirilmişti.
Bir bu kadar düşündürücü yönü daha var olayın. İlk sortilerden hemen sonra Rusya tarafına saldırının durdurulması yolunda yapılan uyarılara rağmen, saldırı devam etmişti.
Üstelik, bu sırada Rusya Cumhurbaşkanı
Nasıl görülmesin ki?
Birleşmiş Milletler’de ABD, Rusya, Belarus ve Kuzey Kore’nin el ele tutuşacaklarına, Avrupa ülkelerinin de blok halinde bu grubun karşısında duracağına, buna karşılık İran ile Çin Halk Cumhuriyeti’nin de bu çekişmede çekimser kalacaklarına kim inanırdı?
Değineceğimiz olaylar, işlerin iyice çığırından çıktığı bir dünyada, ABD ile Rusya’nın işbirliği yaparak Avrupa’yı aralarında sıkıştırmalarının anlatıldığı renkli bir film dizisi olabilirdi, usta bir senaristin yaratıcılığının eseri olarak.
Çoğumuz, ne kadar gerçekçi görünmese de “film işte...” diyerek, ilgiyle izleyebilirdik Hollywood yıldızlarının rol aldıkları bu diziyi. Muhtemelen de eğlenceli bulurduk.
Yakın zamanda ancak kurgu olarak tasarlanacak bir anlatı, gerçek olmuştur önceki gün BM’nin New York’taki merkezinde.
BM’DE KIYASIYA DİPLOMASİ SAVAŞI
Konuya girerken önce zamanlamanın altını çizelim. Önceki gün, Rusya lideri Vladimir Putin’in kararıyla Rus ordusunun Ukrayna’yı işgalinin üçüncü yıldönümüydü.
Rus tanklarının doğu sınırından Ukrayna’ya girmesiyle başlayan, 7 milyon dolayında Ukraynalının ülkesini terk etmek zorunda kalmasına ve on binlerce insanın ölümüne yol açan bu savaşta tam üç yıl geride bırakılmış bulunuyor.
ABD’nin liderliğini yüklendiği Batı dünyası adına kâğıt üstünde savunulan ne kadar kural, değer ve ölçü varsa, hepsi Trump’ın bir şok dalgası halinde yaptığı hamlelerle yerle bir olmuş durumdadır geçen üç haftayı aşkın süre içinde.
Çok kısa bir zaman zarfında küresel ölçekte bu kadar büyük bir depreme yol açabildiğine göre, kendisinin aynı davranış kalıbıyla yola devam etmesi durumunda bizi ne bekliyor?
Böyle devam ettiği takdirde, üzerinde yaşadığımız dünya Trump’ın başkanlığının dördüncü yılının sonuna gelindiğinde belki de bazı yönleriyle tanıyamayacağımız, bugünkünden farklı bir yer olacaktır.
KANADA’YI BİLE KIRIP DÖKÜNCE...
Trump’ın 20 Ocak’ta göreve başlamasından sonraki hareket tarzını ve bunun tetiklediği sonuçları üç başlıkta ele alalım.
Birinci grupta, Trump’ın sorun olarak gördüğü konulara yaklaşımında doğrudan ABD’nin üstünlüğü iddiasından hareket edip, güce dayanarak, baskı, tehdit, ‘zor kullanma’ yoluyla sonuca gitme anlayışı karşımıza çıkıyor. Bunu yaparken yerleşik bütün kurallara meydan okuyor.
Panama Kanalı’nı bağımsız bir ülke olan Panama Cumhuriyeti’nden gerekirse zorla geri alma hedefini açıklaması, NATO üyesi Danimarka’ya bağlı olan Grönland’a el koyacağını duyurması ve bir başka NATO müttefiki olan Kanada’dan, egemen bir ülkeden “ABD’nin 51’inci eyaleti” diye söz etmesi, bu kategorideki örnek durumlar olarak sıralanabilir.
Bu tartışmada Kanada özellikle önem taşıyor. Kanada, NATO müttefikliği bir tarafa, kuzeyindeki sınırdaşı olarak herhalde ABD’nin en yakın, en dostane ilişkilere sahip olduğu ülkedir. ABD ile Kanada arasındaki ilişki çok özeldir.
Hartum’da yüzbinlerce insanın en önemli beslenme kaynağı, “çorba mutfakları” olarak adlandırılan, insanlara ücretsiz çorba dağıtılan mekânlar. New York Times’ın haberine göre, bu mutfaklar Hartum’da tam 816 bin insanı doyuruyor.
“Doyurmaktaydı...” diye bitirmek bu cümleyi daha doğru olacaktır. Çünkü bu mekânların işlevi artık büyük ölçüde geçmiş zamana ait bir faaliyeti anlatmaktadır.
Donald Trump’ın geçen 20 Ocak’ta başkanlık koltuğuna oturmasından hemen sonra Hartum’daki bu mekânların çoğunda çorba dağıtımı durmuştur.
Bunun nedeni, Trump’ın icraatının ilk adımlarından biri olarak, ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı’nın (USAID/US Agency for International Development) faaliyetini askıya almasıdır.
*
Sudan’da insani yardımlar alanında istisnai bir mesai sergileyen “Acil Yardım/Müdahale Odaları” (Emergency Response Rooms) isimli sivil toplum inisiyatifinin sözcüsü Hajooj Kuka, ABD fonlarının kesilmesiyle birlikte bu mekânların faaliyetlerinin önemli ölçüde durma noktasına geldiğini anlatıyor.
Kuka, Trump’ın kararı sonrasında ocak ayı sonu itibarıyla başkent Hartum’da gönüllülük üzerinden bu hizmetin verildiği 634 mekândan 434’ünün kapanmış olduğunu ve her gün bu sayının arttığını belirtiyor.
“
Suriye’de gelişmeleri sahadan anlık duyuran “syria.liveuamap.com” sitesinde paylaşılan video kayıtlarında, yeni Suriye Ordusu unsurlarının uzun bir konvoy halinde Afrin’e doğru intikallerinin görüntülerini izlemek mümkündü.
Suriye’nin yeni Cumhurbaşkanı Ahmed eş Şara’ya bağlı “Genel Komutanlık” birliklerinin Afrin’e girmesi, Suriye’de yeni bir dönem başlarken, önümüzdeki aylarda, yıllarda tarafların önüne gelecek olan pek çok meselenin de habercisidir.
*
Söylediğimizi biraz açalım.
Hatırlanacaktır, Türkiye 2018 yılının ilk çeyreğinde PKK’nın Suriye’deki uzantısı YPG’nin önemli bir askeri varlığa sahip olduğu Afrin bölgesine Suriye Milli Ordusu (eski adıyla ÖSO) unsurlarıyla birlikte kapsamlı bir askeri harekât düzenlemişti.
20 Ocak-24 Mart 2018 tarihleri arasında Hatay’a bitişik olan Afrin bölgesinde gerçekleştirilen “Zeytin Dalı” harekâtı, YPG unsurlarının buradan çıkmasıyla sonuçlanmıştı.
Aynı harekâtın bir sonucu olarak Afrin ve çevresinde yaşamakta olan çok sayıda Kürt aile de bu bölgeden ayrılmak, Tel Rifat başta olmak üzere çevredeki başka merkezlere göç etmek durumunda kalmıştı.
Geçen yedi yıl içinde bu bölgede sahada güvenliği Türkiye’nin himayesindeki SMO unsurları sağlamaktaydı.
Belki bu cümlenin sonuna “kafasındaki oyun planına göre...” diye bir ekleme de yapmak gerekebilir...
Bu mesele, önümüzdeki dönemde Suriye’de kurulacak yeni devletin yapısında ve şekillenecek toplum düzeninde “Şeriat” kurallarının herhangi bir rol oynayıp oynamayacağı sorusu ile ilgilidir.
Eş Şara, bu mesele kendisine sorulduğunda, her seferinde aynı pozisyonu tekrarlıyor. Bu gibi konuların ileride yeni anayasa ve yasalar hazırlandığında açıklık kazanacağını, kendisinin bu metinleri sonuçlandırdıkları şekliyle uygulamak durumunda olacağını söylüyor.
*
Selefi kökenden geldiği dikkate alındığında, konunun kendisine ısrarla sorulmasının nedenleri de anlaşılabilir.
Eş Şara, önce ABD’nin 2003 yılında Irak’ı işgali sonrasında Ebu Muhammed el Colani kod adıyla bu ülkeye giderek, Irak El Kaidesi saflarında ABD’ye karşı savaşmıştır. Daha sonra, 2011 yılında Suriye’ye dönerek, burada El Kaide’nin El Nusra Cephesi olarak adlandırılan kolunu kurmuştur.
Ardından, 2016 yılında El Kaide’den koparak Heyet Tahrir eş Şam (HTŞ) örgütünü kurarak İdlib merkezli bu silahlı muhalif grubun komutanlığını üstlenmiştir.
El Kaide’den kopması, HTŞ’nin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin terör örgütleri listesinden çıkarılması için yeterli olmamıştır. Güvenlik Konseyi, El Kaide’nin devamı olduğu gerekçesiyle HTŞ’yi listede tutmaktadır.
Bu başlık, aslında Trump’ın meselelere bakışını ve yönetim tarzını genel çerçevesiyle bilen herkesin üzerinde birleşeceği bir beklentiyi anlatıyordu. Tedirginliğin, endişenin baskın olduğu bir beklentiyi.
Ancak geçen iki buçuk haftalık süre içinde ABD cephesinde yaşananlara bakınca, bu başlığın durumun ciddiyetine dikkat çekmek bakımından belki de yetersiz kaldığını kabul etmeliyim. Türbülansa bu kadar kısa sürede ve bu kadar sert bir şekilde girileceği galiba tahmin edilmiyordu.
*
Seçim kampanyası döneminde Trump’ın yönetime geldiği takdirde izleyeceği dış politikaya ilişkin bir dizi genel tahmin yapılmakla birlikte, kendisinin geçen kasım ayında seçimi kazandıktan sonra dile getirdiği bazı görüşler yine de şaşırtıcı nitelikteydi.
Örneğin, NATO üyesi Kanada’yı ABD’nin 51’inci eyaleti yapmaktan, Panama Kanalı’na el koymaktan söz ediyordu.
Trump’ın başkanlık koltuğuna oturduktan hemen sonra Gazze’de yaşayan Filistinlileri Ürdün ve Mısır’ın alması gibi bir öneriyle ortaya çıkması, kendisinin ne kadar aykırı çizgilere kayabileceğinin bir diğer işareti oldu.
Buna karşılık, Gazze’ye el koyarak bu toprakları ABD’nin “sahipliğine” geçirmekten söz edebileceği, burada “Ortadoğu’nun Riviera’sını yaratmak”, yani Gazze’yi Akdeniz’de Fransa ve İtalya sahillerindeki lüks turizm bölgelerine çevirmek gibi bir hedefe yönelebileceği, galiba kimsenin aklının ucundan bile geçmemişti.
Önümüzdeki dönemde başka bir ülkenin toprakları üzerinde Las Vegas benzeri bir projeyle ortaya çıkması da şaşırtıcı görülmemelidir.