Bugün koronavirüs salgını karşısında Türkiye’nin test yapma kapasitesini nasıl bir zaman serisi içinde güçlendirdiği meselesini açık kaynaklar üzerinden analiz edeceğim.
ÖNCE YALNIZCA ANKARA DEVREDEYDİ
Yeni virüsün Çin Halk Cumhuriyeti’nin Vuhan şehrinde ortaya çıktığının ocak ayı başında öğrenilmesiyle birlikte, Türkiye oldukça erken bir tarihte 10 Ocak’ta Bilim Kurulu’nu oluşturarak salgın ihtimaline karşı önlem hazırlıklarına başladı. COVID-19 ile mücadelenin en etkili yöntemlerinden biri mümkün olduğunca çok test yapmak. Bu şekilde virüse yakalananlar erkenden saptanıp tecrit edilirken, hem tedavilerine başlanmış oluyor, hem de salgının başkalarına bulaşmasının önüne set çekiliyor.
Şubat ayının sonuna gelinirken İran’da ve Avrupa ülkelerinde koronavirüs kaynaklı ölüm vakaları birbiri ardına patlak vermeye başlamıştı. Bu noktada COVID-19 testleri Türkiye’de yalnızca Ankara’da Sağlık Bakanlığı’na bağlı Halk Sağlığı Genel Müdürlüğü Ulusal Viroloji Referans Laboratuvarları’nda (eski Hıfzıssıhha Merkezi) yapılmaktaydı. Bu merkezdeki ilk test 20 Ocak’ta yapılmıştır.
İSTANBUL’DAN ÖNCE ERZURUM DEVREYE SOKULDU
Türkiye’de COVID-19 testi yapmak üzere devreye sokulan ikinci merkez aynı genel müdürlüğe bağlı Erzurum’daki Halk Sağlığı Laboratuvarı olmuştur. Bunun nedeni, virüsün birden İran’da yayılma eğilimine girmesidir. İran’daki ilk vakalar Kum kentinde 19 Şubat tarihinde kayda girmiştir. Türkiye, dört gün sonra 23 Şubat’ta İran’a karayolu ve demiryolu kapılarını kapatmış, aynı gün THY’nin bu ülkeye bütün uçuşlarını durdurma kararı almıştır.
Bir gün sonra da 24 Şubat’ta Erzurum’daki laboratuvar devreye girmiştir. Bu noktanın altını özellikle çizmeliyiz. Çünkü şubat ayının son haftasına girildiğinde Sağlık Bakanlığı’nın COVID-19 tehdidine karşı savunma hattını kurarken virüsün ilk atağını öncelikle doğudan, İran üzerinden yapmasını beklediğini, bu nedenle de Erzurum’daki laboratuvarı hazırladığını görüyoruz.
Sağlık Bakanı
Şevket Süreyya Aydemir’in Atatürk’ü konu alan ünlü ‘Tek Adam’ kitabında Meclis’in açılışını anlattığı özellikle şu cümleler Milli Mücadele’nin ne kadar mütevazı koşullarda başladığını göstermesi bakımından çok çarpıcıdır:
“Salona mektep sıraları yerleştirilmiştir. Karşı cepheye bir kürsü ve konuşma yeri yapılmıştır. Ankara’nın mahalle kahvelerinden getirilen iki asma lamba Meclis tavanının münasip yerlerinden sarkıtılmıştır.”
Aydemir, aynı bölümde kürsünün arkasındaki duvarda “Arapça ancak manalı” bir levhanın asılı olduğunu da yazar. Bu, Hazreti Muhammed’in “İşlerinizde meşveret (istişare) ediniz” hadisidir. Daha sonra bunun yerini Türkçe “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” yazılı bir levha alacaktır.
Vekiller, ertesi günü yaptıkları toplantıda Milli Mücadele’nin önderi Mustafa Kemal Paşa’yı Büyük Millet Meclisi Başkanı olarak seçerler.
MİLLİ MÜCADELE MECLİS İLE EL ELE YÜRÜDÜ
Topraklarının önemli bir bölümü, hatta başkenti işgal altındaki bir ülkede bağımsızlık mücadelesi için yola çıkılırken, bu hareketin henüz düzenli ordusu bile kurulamamışken önce Büyük Millet Meclisi’nin ilan edilmesi, ardından mücadelenin liderinin seçimle Meclis başkanlığı görevini de üstlenmesi Türkiye’nin kuruluş öyküsünün ayırt edici yönlerinden biridir.
Mustafa Kemal’in ‘başkomutanlık’ görevine de daha sonra yine bu Meclis tarafından getirilmesi aynı temanın akışını tamamlayan bir diğer kayda değer adımdır. Milli Mücadele, gücünü muhtelif faktörlerin yanı sıra halkın iradesinin tecelli ettiği Meclis’in meşruiyetine dayanmaktan da almıştır.
Meclis’in kuruluşu, kurtuluş hareketinin yönetici kadrolarının bütün dünyaya büyük bir özgüvenle bir meydan okumalarıydı. Önlerinde onları bekleyen çok uzun, çok zorlu bir yol vardı ve karşılarında seferber olmuş gücün büyüklüğüne bakıldığında neredeyse imkânsız gibi görünen bir davanın peşine düşmüşlerdi.
Bu, Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) ölçütleri çerçevesinde hangi bulgulara dayanan ölüm vakalarının COVID-19 tanısıyla raporlanacağı meselesi.
Raporlama konusunun neden önemli olduğunu anlatmama gerek yok herhalde. Her şeyden önce toplumun doğru bilgilendirilmesi açısından önemli bu konunun düzgün bir şekilde yürütülmesi. Sağlık Bakanlığı ve hastanelerdeki kayıtların düzgün bir şekilde tutulması, bu alanda uluslararası standartların yakalanması bakımından gerekli. Ve bütün bunların bir bileşkesi olarak, doğru veriler üzerinden en isabetli politikaların tespit edilip uygulamaya konabilmesi bakımından da raporlamanın ciddi bir şekilde ele alınması şart.
Ve tabii bu zorlu dönemi bütün bir ülkenin dayanışma içinde atlatabilmesinin vazgeçilmez bir gereği olan toplumsal güven duygusunun güçlü tutulması bakımından da kuşkusuz önem taşıyor.
SAĞLIK BAKANI NE DEDİ?
Bu konudaki tartışma önce Türk Tabipleri Birliği’nin (TTB) muhtelif açıklamalarıyla gündeme girdi. TTB, Dünya Sağlık Örgütü’nün COVID-19’dan kaynaklanan ölümlerin raporlanmasında ‘U07.1’ ve ‘U07.2’ olmak üzere iki kod önerdiğini, Türkiye’deki raporlamada ise bu kodlardan yalnızca birinin kullanıldığını, diğeri kullanılmadığı için ölüm sayısının az gösterildiğini ileri sürüyor. TTB, bu görüşünü birliğe bağlı hekimlerden, yani sahadan gelen bildirimlere dayandırıyor.
Konu Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın geçen cuma günkü basın toplantısında da gündeme geldi. “DSÖ’nün iki kod kullandığı, Türkiye’nin ise tek kod kullandığı için rakamların eksik iletildiğine” ilişkin iddialar hatırlatılarak kendisinin görüşü soruldu.
Sağlık Bakanı, verdiği yanıtta önce DSÖ yöneticilerinin Türkiye’deki vaka ve ölüm rakamlarının şeffaf bir şekilde açıklandığı yolundaki beyanlarına atıf yaparak şunları söyledi:
“
Geçen hafta sonu pazar akşamı Türkiye’de tanı konulmuş vaka toplamı 86.306’ya gelmişti. Bu haftanın ortasında 100 bin eşiğini geçmemiz şaşırtıcı olmayacaktır.
Türkiye, teşhis edilmiş COVID-19 vakalarının sıralamasında geçen hafta Çin Halk Cumhuriyeti ve İran’dan sonra dokuzuncuydu. Buna karşılık gelinen noktada iki basamak yukarı çıkmıştır. Bu sıralamada Türkiye’nin hemen üstündeki altıncı sırada yaklaşık 125 bin vaka ile Birleşik Krallık, onun da üstünde 146 bin kadar vakayla Almanya yer alıyor.
VAKALARDA 7’NCİ, ÖLÜMLERDE 12’NCİ SIRADA
Türkiye’deki vaka toplamının düzenli bir şekilde artmakta oluşu kuşkusuz son derece sıkıntılı bir durum. Bununla birlikte, her gün binlerce yeni insana COVID-19 teşhisi konmasının yarattığı korkutucu tabloyu kısmen dengeleyen bir faktör var. O da açıklanan ölüm olaylarının, özellikle Batı Avrupa ülkelerinin büyük bir bölümüyle kıyaslandığında, vaka toplamı içinde -bütün artışa rağmen- düşük bir oranda seyretmesidir.
Türkiye, bu virüsün yol açtığı insan kayıplarını gösteren küresel sıralamada bir süredir 12’nciliğe yerleşmiş gibi duruyor. Kayıp sayısının o anki vakaların toplamı içindeki oranının bu aşamada yüzde 2.3 olması, Türkiye’yi COVID-19 kaynaklı ölüm hadiselerinin yoğunluğunda en tepedeki ülkelerin altındaki bir kümeye sokuyor.
Bu noktada İtalya’da tespit edilen her 100 vakada 13.2 gibi yüksek bir ölüm oranıyla karşılaşıyoruz. İspanya 10.3, Fransa ise 12.8 gibi oranlarla yüzde 10 hattının üstünde seyrediyorlar. İran, vaka sayısında Türkiye’nin gerisinde kalmakla birlikte, toplam 5.118 ölümle bu kategoride Türkiye’nin bir hayli üstündedir. İran’da toplam vaka içinde ölüm oranı yüzde 6.2’dir.
ARTIŞ ORANLARI HIZ KESİYOR
Geçen haftanın gelişmelerini değerlendirirken özellikle altını çizmemiz gereken bir nokta var. Vakaların toplamda kayda değer bir şekilde artmasına karşılık, yine de gözlenen artış oranının önceki haftalara kıyasla biraz daha hız kesmiş olmasıdır. Türkiye, 30 Mart-5 Nisan haftasını 27 bin, 6-12 Nisan haftasını yaklaşık 57 bin ve geçen haftayı da 86 binin üstünde vaka toplamıyla kapatmıştır. 30 Mart-5 Nisan döneminde hafta içinde vaka sayısı 2.5 kat artarken, bunu izleyen 6-12 Nisan haftasında 1.8 kat artmış ve geçen hafta da bu artış oranı 1.4 kata düşmüştür.
Koca, 13 Mart tarihinde ikinci bir vakanın tespit edildiğini duyurduğunda, hastanın ilk vakanın takip çevresinden olduğunu belirtti. Aynı gün aynı aile çevresi içinden üç kişinin testinin de pozitif çıkmasıyla hepsi de Avrupa kaynaklı toplam vaka sayısı 5’e yükselmiş oldu.
Böylelikle, Türkiye’de COVID-19 ile -tespit edilebilen- ilk temasın doğrudan Çin üzerinden kurulmadığı, virüsün Avrupa üzerinden aktarmalı bir şekilde geldiğini anlıyoruz.
SUUDİ ARABİSTAN, ABD VE ÇİN FAKTÖRLERİ
Sonraki günlerde karşılaşılan yeni vakalarla virüsün kaynağı çeşitlenmeye başladı. Örneğin, Sağlık Bakanı, 15 Mart tarihinde yeni bir vakayı açıklarken “Umreden... son bir haftada dönen bir yurttaşımızın testi maalesef pozitif çıktı” diye konuştu. Projektörler bu kez Avrupa’dan Suudi Arabistan’a döndü.
Ancak Bakan’ın 16 Mart’ın ilk saatlerinde paylaştığı ve aslında 15 Mart’ın dökümünü verdiği tweet mesajı vakaların kaynağının ABD kıtasına da uzandığını gösteriyordu. Koca, 12 yeni vaka tespit edildiğini, toplamın 18’e çıktığını söyledi. Bu 12 vakanın dağılımında Avrupa’dan gelen 7, ABD’den ise 3 kişi vardı. Ayrıca birinci vakanın temas çevresinden 2 kişi daha pozitif çıkmıştı.
Şimdi Koca’nın 16 Mart gecesi saat 23.49’da paylaştığı o günün son tweet mesajına bakalım. “Bugün 29 yeni tanı kondu” diyor Koca ve toplamın 47’ye çıktığını belirterek ekliyor: “Son 29 vakanın tamamı doğrudan veya dolaylı olarak ABD, Ortadoğu ve Avrupa temaslıdır, 3’ü umreden döndü. Yurtdışı teması risk olmaya devam edecek...”
17 Mart tarihinde 51 yeni vaka tespit edildi. Koca, 18 Mart’ın ilk saatlerinde gece yarısı düzenlediği basın toplantısında Türkiye’nin COVID-19’dan (17 Mart tarihli) ilk ölüm vakasını duyurdu, “Koronavirüsle mücadelemizde bugün ilk kez bir hastamı kaybettim. Kendisi 89 yaşındaydı, virüsü Çin temaslı bir çalışanından aldı” diye konuştu.
Görüleceği gibi başlangıç döneminde Avrupa, ABD, Suudi Arabistan ve Çin kaynaklı vakalarla karşılaşıyoruz.
10 Mart tarihindeki ilk koronavirüs tanısı Sağlık Bakanı Fahrettin Koca tarafından ertesi günü 11 Mart tarihinde kamuoyuna duyurulmuştur. Bu virüsten kaynaklanan ilk ölüm olayı da 17 Mart’ta gerçekleşmiştir. Buna karşılık, ilk ölümden tam bir ay sonra dün akşam itibarıyla açıklanan kayıp sayısı 1.643’e çıkmış, vakaların toplamı da 74 bin 193’e ulaşmıştır.
Türkiye’nin COVID-19’a karşı verdiği mücadeleyi değerlendirirken, öncelikle bu virüsle karşılaştığında felaketin küresel düzeyde ne kadar yayılmış ve nasıl bir görüntü kazanmış olduğunu da kısaca hatırlamakta yarar var.
KOMŞULARIN ÇOĞUNDA TÜRKİYE’DEN ÖNCE GÖRÜLDÜ
Türkiye’de ilk koronavirüs teşhisinin konduğu 10 Mart tarihinde salgının o sırada Avrupa’da en ölümcül bir çizgide seyretmekte olduğu İtalya’daki vakalarda 10 bin eşiği aşılmış, ölü sayısı da 631’e yükselmişti. İtalya kayıplarda bin eşiğini 12 Mart’ta geçmiştir. Salgının daha kontrollü bir şekilde seyrettiği Almanya’da ise bu tarihte 1.460 vakaya karşılık yalnızca iki ölüm olayı kayda geçmişti. Aynı tarihte Fransa için 1.783 vaka ve 33 insan kaybı söz konusudur. Birleşik Krallık’ta ise aynı başlıklarda 384 ve 6 rakamlarıyla karşılaşıyoruz.
Bu arada, koronavirüs Türkiye’yi komşuları üzerinden de kuşatmaya başlamıştı. Virüs, Çin Halk Cumhuriyeti’nden sonra patlama yaptığı ikinci ülke olan İran’da şubat ayının ortalarından itibaren önce Kum kentinde, ardından da Meşhed’de yaygın bir salgına dönüşme eğilimine girmişti.
İlk vakanın şubat ayı sonunda görüldüğü Irak’ta ise 10 Mart tarihi itibarıyla 70 vaka tespit edilirken, 8 ölüm raporlanmıştı. İlk pozitif test sonucunun 26 Şubat tarihinde alındığı Yunanistan’da 10 Mart tarihine gelindiğinde vaka sayısı 89’a çıkmış, ancak henüz bir kayıp yaşanmamıştı. Yunanistan’daki ilk ölüm vakası 12 Mart tarihinde kayda geçmiştir.
Buna karşılık, Bulgaristan’da 10 Mart tarihinde kayda girmiş 6 pozitif test sonucu var. Keza Gürcistan’a baktığımızda 10 Mart itibarıyla tanı konmuş 7 vakaya rastlıyoruz. Bu tarih itibarıyla Türkiye’nin henüz koronavirüs vakası rapor etmemiş olan tek komşusu Suriye’dir. Bu ülkede virüse rastlandığına ilişkin ilk resmi açıklama 22 Mart tarihlidir.
KOCA AVRUPA’DAN ENDİŞELİYDİ
Bu bildirime göre, Çin’in Vuhan kentinde çıkış türü tespit edilemeyen bir zatürre türüne rastlanmıştı. Ve bu hastalığa yakalananların yolu bir şekilde Vuhan’daki balık pazarına çıkmaktaydı. Salgının çıktığı varsayılan balık pazarı yılın ilk günü kapatıldı. DSÖ, yaptığı incelemelerden sonra 13 Ocak günü koronavirüs ailesinden yeni bir virüs türünün tespit edildiğini teyit etti. Adı 12 Şubat tarihinde DSÖ tarafından COVID-19 diye konacaktı.
Vuhan’daki ilk ölüm vakası 10 Ocak’ta kaydedildi. Vakaların birbiri ardına patlak vermesi, Çin’in başka şehirlerine sıçraması ve ölü sayısının artmaya başlamasının ardından Çin Halk Cumhuriyeti 23 Ocak tarihinde son derece radikal bir önlem alarak Vuhan kentini karantinaya aldığını duyurdu.
ÇİN ÖNLEMLERİ KARANTİNA KARARINDAN SONRA GELDİ
Türkiye’de ocak ayı boyunca alınan bütün önlemler tehdidin ortaya çıktığı Çin’e odaklanan bir perspektif içinde ele alınmıştır. Sağlık Bakanlığı bünyesinde yeni salgınla mücadele için Bilim Kurulu’nun oluşturulmasının tarihi 10 Ocak olarak karşımıza çıkıyor.
Vuhan havalimanının 23 Ocak’ta karantina kararı çerçevesinde kapatılması ‘China Southern Airlines’ şirketinin haftada üç gün yapmakta olduğu Vuhan-İstanbul seferlerinin durması sonucunu doğurmuştur. Sağlık Bakanlığı da aynı gün eş zamanlı bir şekilde Bilim Kurulu’nun önerisi doğrultusunda bu uçuşların iptal edildiğini duyurmuştur. Geriye dönük baktığımızda, bu karar öncesinde ocak ayının ilk üç haftasında Vuhan’dan İstanbul’a uçuşların haftada üç gün düzenli bir şekilde devam etmiş olduğunu görüyoruz.
Sağlık Bakanlığı’nın 23 Ocak’ta Bilim Kurulu toplantısından sonra yaptığı açıklamada Çin’den gelen tüm uçuşlarda yolcular için hastalık kontrol önlemlerinin alınacağı da bildirildi. Nitekim, İstanbul Havalimanı’nda Çin’den gelen uçaklardan çıkan bütün yolculara termal kamera uygulaması bu kararla birlikte başlamıştır.
THY, bu tarihte başta Pekin olmak üzere Çin’de 5 kente (diğerleri Şanghay, Guangzhou, Xian ve Hong Kong) haftada toplam 30 frekans tarifeli sefer düzenlemekteydi. Vuhan’a THY uçuşu yoktu. Dikkat çekmemiz gereken bir nokta, Çin’e bu uçuşların 23 Ocak’tan sonra iki haftaya yakın bir süre devam etmiş olmasıdır.
Bu süreç içindeki atılan önemli bir adım, Vuhan’da kalan 32 Türk vatandaşının Türkiye’den gönderilen A400M tipi bir askeri uçakla yoğun sağlık önlemleri altında 1 Şubat tarihinde Ankara’ya getirilmesi ve burada 14 gün karantinaya alınması olmuştur. Onlarla birlikte 6 Azerbaycan, 3 Gürcistan ve 1 Arnavutluk vatandaşı da Vuhan’dan Türkiye’ye getirilmiştir.
Bu dört hafta içindeki verilere baktığımızda, kaygılandırıcı yönelişlerle cesaretlendirici gelişmelerin atbaşı gittiği karışık bir fotoğraf var karşımızda.
Bu fotoğrafın artıları ve eksilerini birlikte değerlendirmeye çalışalım.
TEST SAYISI ARTIYOR VAKA SAYISI DA...
Önce test sayısıyla başlayalım. Son üç hafta içinde test sayısında kayda değer bir artış sağlandığını hemen belirtmeliyiz. Test sayısını 23-29 Mart haftasında günlük 10 bine yaklaşan bir düzeyde kapatan Türkiye, 30 Mart-5 Nisan haftasında günlük 20 bin eşiğini geçmiş ve geçen hafta sonunda günde 35 bin düzeyine gelmiştir. Geçen pazar akşamı açıklanan günlük rakam 35 bin 170’ti. Test yapılan insan sayısı da 376 bin 100’e ulaşmıştı. (Bu sayı dün 410 bin’i geçti.)
Test kapasitesinin güçlenmesi, virüs bulaşan kişilerin saptanıp tecrit edilerek tedaviye alınmasını mümkün kılıyor. Dolayısıyla, salgının yayılmasını önlemedeki en etkili araçlardan biri. Bununla birlikte dikkat çekici olan durum, test artışıyla vaka sayısındaki artışın şimdilik büyük ölçüde birbirine paralel bir şekilde gitmesidir. Genellikle her 100 testten 15’inin pozitif çıkması gibi bir kalıp yerleşiyor.
Bu durum zaten kendisini artan vaka sayısında gösteriyor. 30 Mart-5 Nisan haftasını 27 bin 69 vaka toplamıyla kapatan Türkiye 6-12 Nisan haftasının sonunda (önceki gün) 56 bin 956 rakamına gelmiştir. Vaka toplamı bir hafta zarfında iki katına çıkmıştır. Buradaki iyi haber, vaka sayısı daha önce üç ya da dört gün içinde ikiye katlarken, bu kez ikiye katlanmanın bir hafta gibi zamana yayılmasıdır.
İnsan kayıplarına baktığımızda da şunu görüyoruz: 30 Mart-5 Nisan haftasının 574 toplamının ardından, 6-12 Nisan haftası sonunda bu rakam 1.198’e gelmiştir. İki kat bir artış söz konusu. Yeni tanı sayısındaki artışa benzer bir kalıp var. Önceki haftalarda artış hızının daha yüksek olduğunu hatırlamalıyız. 30 Mart-5 Nisan haftasında kayıp sayısı genellikle üç-dört gün içinde ikiye katlanmaktaydı. Dolayısıyla, artış hızında kısmi bir yavaşlamadan söz edebiliriz. Geçen haftanın ikinci yarısında insan kayıpları günlük 90’lı basamaklarda seyretmiştir.
İTALYA VE İSPANYA