Suç işleyip mahkûm olan insanların serbest kalıp yeniden toplum hayatına karışmalarına tanıklık etmek, yasalara saygılı davranma terbiyesiyle yetişmiş vatandaşlar açısından her zaman kaygı yaratıcı bir konudur. Toplumda ‘Yapanın yanına kâr kaldığı’, düzgün vatandaşların da dolaylı bir şekilde cezalandırıldığı kanaatini pekiştirir.
İnfaz indirimlerine çoğunluk sempatiyle bakılmamasının, bu yöndeki yasaların iktidarlara dönük eleştirilere yol açmasının gerisinde yatan ana nedenlerden biri kamuoyunda tetiklediği bu olumsuz kanaat iklimidir.
Yasa teklifinde ‘infaz indirimi’ olarak tanımlansa da, sokaktaki vatandaşın gözünde yapılan iş tek kelimeyle bir ‘af’tır. Adı ne olursa olsun, çıkarılan yasanın uygulanmasıyla birlikte yaşanan olaylar kamuoyunda zaten olumsuz yönde esen havayı daha da güçlendirir. Suç işleme eğilimi yüksek olan bazı mahkûmların tahliye olduktan sonra eski davranışlarını tekrarlamaları sıkça karşılaşılan bir durumdur. Bu gibi hadiselerin ardından gazete haberlerinde suç faillerinin infaz indirimiyle cezaevinden salıverildiğine yapılan hatırlatmalar, kamuoyunun bu meseleye bakışının şekillenmesinde her zaman önemli bir unsur olagelmiştir.
*
İnfaz indirimlerinden hangi hükümlülerin ne ölçüde yararlandıkları ortaya çıkan tartışmaların bir başka boyutudur. Burada da on yıllar içinde tekrarlanıp duran bir kalıp söz konusudur.
Aslında evrensel hukuk çerçevesinde suç addedilmeyen fiiller için insanların kendilerini demir parmaklıkların arkasında bulmaları Türkiye Cumhuriyeti tarihinin değişmez bir geleneğidir. Özellikle düşünce insanları, gazeteciler, yazarlar bu gelenekten paylarına düşeni fazlasıyla almışlardır, almaya devam etmektedirler.
Sorun iki boyutludur. Birincisi, mevzuatın muhalif çizgide olan insanların soruşturulmalarını, yargılanmalarını, mahkûm edilebilmelerini mümkün kılabilecek bir esnekliği her zaman taşımasıdır.
Örnek vermek gerekirse, Türk Ceza Kanunu’nun örgüt üyesi olmayan insanların da faaliyetlerinden dolayı örgüt üyesi gibi değerlendirilip cezalandırılabilmelerine cevaz veren hükümleri mevzuattaki esnekliğin en çarpıcı alanlarından biridir.
Bu hastalıkla mücadelede başarılı kabul edilen Almanya ve Güney Kore gibi ülkelerin aldıkları sonuçta test konusunda erken ve kuvvetli bir stratejiyle yola koyulmuş olmalarının önemli bir rol oynadığı hususunda genel bir görüş birliği var.
Peki sayısal veriler üzerinden diğer ülkelerle karşılaştırıldığında, Türkiye koronavirüs testlerinin yaygınlaştırılmasında nerede duruyor?
Bu soruya yanıt ararken, bu virüsten kaynaklanan ilk vakaların ve ölümlerin ortaya çıktığı geçen mart ayının ortalarından itibaren Türkiye’deki test sayısının düzenli bir şekilde arttığını söylemeliyiz.
Örnek vermek gerekirse, 16-22 Mart haftasının sonunda Türkiye’de yapılan testlerin toplamı 20 bin 345’e gelmişti. O hafta içinde günlük testler ilk kez 3 bin eşiğinin üstüne çıkmış, 20 Mart tarihinde
3 bin 656 test yapılmıştır.
Sağlık Bakanlığı’nın paylaşımlarına göre, sonraki 23 Mart-29 Mart haftasının sonunda toplam test sayısı 65 bin 446’ya çıkmıştır. Günlük testlerde ise 10 bin eşiğine yaklaşmıştır. O haftanın son günü olan 29 Mart’ta günlük test sayısı 9 bin 982’dir.
Bunu izleyen 30 Mart-5 Nisan arasındaki geçen haftaya geldiğimizde, bu kez günlük 20 bin eşiğine çıkılmıştır. Örneğin, 5 Nisan Pazar günü yapılan günlük test toplamı 20 bin 65’tir. Türkiye toplamı geçen hafta 181 bin 445 rakamına çıkmıştır. Bir önceki haftaya kıyasla üç katına yaklaşan bir artış söz konusudur.
İçinde bulunduğumuz hafta ise Türkiye 30 bin hedefine yaklaşmaktadır. Dün itibarıyla günlük test sayısı 28 bin 578’e çıkmıştır.
Nitekim, önceki akşam yaptığı açıklamalar sırasında bu yönde kuvvetli beklentiler ifade etti, verilen mücadelede “özveride bulunma”, “işbirliğine gitme”nin gereğine dikkat çekti. Koca, “Mücadelemizde buluştuğumuz ortak payda, insanın sağlığı, insanın kutsiyetidir” diye konuştu.
Türkiye’nin içinden geçmekte olduğu büyük felaketi olabilecek en az hasarla atlatmasını arzulayan sağduyu sahibi her vatandaşın bu mesajların içeriğine bir itirazının olması beklenemez.
*
Yalnızca Türkiye değil bütün insanlık, üzerinde yaşadığımız yerküre üzerinde emsali görülmemiş çaptaki bir felaketten kendisini koruma mücadelesi veriyor. Virüs, bulabildiği her boşluğu değerlendirerek baş döndürücü bir hızla yayılıyor, karşısında bulduğu her insanı hiçbir ayrım gözetmeksizin hedef alıyor.
Üstelik bütün dengemizi altüst eden sarsıntının henüz başlangıç dönemindeyiz. Ülkemizde koronavirüs kaynaklı ilk ölüm vakasının 17 Mart’ta resmen açıklanmasından bu yana henüz bir ay geçmiş değildir ve daha şimdiden dün itibarıyla 812 vatandaşımız virüse yenik düşmüştür. Test yapılarak tanı konulan vakaların sayısı 38 bin 226’yı bulmuştur.
Önümüzdeki günlerde bu rakamların en azından bir süre daha yükselmesine hep birlikte tanıklık etmeye şimdiden hazırlıklı olmalıyız. Her gün yakınımız olan ya da tanıdığımız bir insanın hastalığa yakalandığını haber almanın şaşkınlığını yaşıyoruz. Yakın gelecek, daha çok sıkıntı, daha çok üzüntü ve acıyı saklıyor hepimiz için.
*
Bugünküne yakın bir felaketi en son 1999 yılı ağustos ayında 18 binden fazla vatandaşımızın hayatını kaybetmesine yol açan Körfez depreminde yaşamıştık. Ancak deprem anlık bir hadiseydi ve yıkım etkisini ülkenin belli bir bölgesi üzerinde göstermişti. Bu kez İstanbul ağırlıklı olmakla birlikte bütün yurt sathına nüfuz eden, kendisini zamana yayan, ölümcül etkisini yavaş yavaş icra eden farklı bir tehdit türüyle karşı karşıyayız. Ne zaman, nerede, nasıl duracağını şimdilik bilmiyoruz.
Ancak koronavirüs dalgasının çok yaklaşmış olduğunu herkes hissetmekteydi. Ve iki gün sonra 11 Mart tarihinde Koca’dan “Dün bir hastamız pozitif çıktı” açıklaması geldi. İlk ölüm vakasının duyurulması ise 17 Mart tarihindedir.
Dün ABD’nin saygın eğitim kurumlarından Johns Hopkins Üniversitesi’nin güncellediği dünya koronavirüs haritasına baktığımızda, Türkiye’nin tanı konmuş vaka sayısında küresel sıralamada dokuzunculuğa gelmiş olduğunu görüyoruz.
Bu sıralamada, ABD 369.069 vakayla en üste çıkmıştır ve 140.510 gibi bir toplamla ona en yakın ülke konumunda olan İspanya ile arasında bir hayli fark söz konusudur. Bu iki ülkeyi İtalya (132.547 vaka), Almanya (104.199), Fransa (98.984), Çin Halk Cumhuriyeti (82.718), İran (62.589), Birleşik Krallık (52.302) ve dün akşam açıklanan rakamla Türkiye (34.109) izliyor. Türkiye’den hemen sonra (22.242) gibi bir toplamla Belçika geliyor.
TÜRKİYE ÖLÜM VAKALARINDA 12’NCİ
Koronavirüsten ölüm vakalarının sıralamasında ise Türkiye 12’nci durumdadır. İlk sırada 16.523 ölümle İtalya var. Bunu İspanya (13.341), ABD (10.783), Fransa (8.926), Birleşik Krallık (5.385), İran (3.739), Çin Halk Cumhuriyeti (3.335), Hollanda (1.874), Almanya (1.810), Belçika (1.632), İsviçre (765) ve yine dünkü rakamla Türkiye (725) izliyor. Türkiye’den sonra Brezilya (564) ve İsveç (477) var.
Ölümlerin tanı konmuş vakalar içindeki oranına bakıldığında, sıralamada İtalya yüzde 12.5 gibi bir oranla yine en üstte yer alıyor. Bu başlıkta Birleşik Krallık (yüzde 10.3), Hollanda (9.9), İspanya (9.8), Fransa (9), Belçika (7.8), İran (6.2), İsveç (6.6), Brezilya (4.6) Çin Halk Cumhuriyeti (4) gibi ülkeler yüksek oranlarla dikkat çekiyorlar. Bu oran ABD için 2.9’dur.
Türkiye, dün itibarıyla 725 ölüm ve 34.109 tanı konulmuş vaka üzerinden yüzde 2.1 gibi bir oranla daha aşağılarda bir yerde duruyor. Bu kategoride Polonya (2.4), Japonya (2.3) ve Kanada (2.0) Türkiye’ye yakın bir hatta duruyorlar. Bu ülkelerin hemen ardından Almanya, Avusturya ve Güney Kore ilginç bir şekilde 1.8 oranında buluşuyorlar.
NÜFUS BÜYÜKLÜĞÜNE GÖRE BAKILDIĞINDA
Önceki akşamın verilerine göre, virüs bu süre içinde durumu testle tespit edilebilen 27 bin 69 insanı enfekte etmiş, 574 vatandaşımızın da ölümüne yol açmıştır. Virüsün bulaştığı ancak test yapılmadığı için tanı konmamış olan vatandaşların sayısını bilmiyoruz.
Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın açıkladığı resmi veriler üzerinden bu üç haftalık süre zarfındaki ana yönelişlere baktığımızda şu gözlemleri öne sürebiliriz.
İlk ölüm vakasının raporlandığı 16-22 Mart haftası toplam 1.236 tanı ve 30 kayıpla kapanmıştır. Buna karşılık, daha da büyük dalganın geldiği 23 Mart-29 Mart haftasında yalnızca ölüm vakalarının toplamı 3.5 kat artarak 37’den 131’e, 30 Mart-5 Nisan haftasında ise bu kez 3.4 kat artarak 168’den 574’e çıkmıştır.
23 ve 30 Mart tarihlerinde başlayan son iki haftada insan kayıplarında genellikle üç gün içinde iki katına kadar çıkan, bazen de bu oranın biraz altında kalan bir artıştan söz etmek mümkündür. Örnek vermek gerekirse, geçen hafta pazartesi-perşembe aralığında kayıp sayısı 2.1 kat artarak 168’den 356’ya, yani iki katına çıkmıştır. Perşembe-pazar aralığındaki üç gün içindeki artış (356’dan 574’e) bunun altında bir eşikte 1.6 kat olarak gerçekleşmiştir.
Yine geçen hafta açısından not edilmesi gereken bir durum, iki ayrı gün (cuma ve pazar) kayıpların bir gün önceki rakamın altında kalmasıdır. Örneğin, günlük ölüm sayısı çarşamba günü 79 iken perşembe günü bu sayı 69’a düşmüştür. Keza cumartesi 76, pazar günü ise 73 ölüm raporlanmıştır. Diğer günler artış eğilimi düzenli bir şekilde sürdüğü için bu durumu şimdilik istisna olarak da görebiliriz.
VAKALARDA ARTIŞ ORANLARI
Salgının seyrini okuyabilmek bakımından şimdi özellikle vaka sayılarındaki örüntüyü irdeleyelim. 23 Mart’ta başlayan hafta testle saptanan vaka toplamı 1.529’dan 9 bin 217’ye çıkmıştı. Yani bir hafta içinde 6 kat gibi bir artıştan söz ediyoruz.
Buna karşılık, 30 Mart’ta başlayan ve önceki akşam sona eren geçen haftanın akışında vaka sayısının toplamı 10 bin 827’den 27 bin 69’a gelmiştir. Bir hafta içinde vaka sayısı bu kez 2.5 kat artmıştır. İlk bakışta yükselme hızında önceki haftaya kıyasla kısmi bir yavaşlama gözlense de nicelik olarak yine muazzam bir artış söz konusudur.
Etkili önlemler alındığı oranda bu ağ kırılıyor ve salgının yayılması baskı altına alınabiliyor. Önlemler yetersiz kaldığı oranda ağın kırılması mümkün olmuyor. Ağın içindeki geçişkenlik çoğalırken, vakaların sayısı artıyor, kayıplar katlanarak büyüyor.
Bilim Akademisi Başkanı Prof. Ali Alpar da ‘bulaşma ağı’nın nasıl işlediğini anlatarak yola koyuluyor “Salgın bulaşma ağı nasıl kırılır” başlığıyla kaleme aldığı yazısında.
Sabancı Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Alpar, uzmanlık alanı ‘nötron yıldızları’ olan bir astrofizikçi. Aynı zamanda bilimsel liyakat, özgürlük ve dürüstlük ilkelerini tanıtmak, örneklemek ve gözetmek amacıyla kurulmuş bir sivil toplum kuruluşu olan Bilim Akademisi’nin de başkanlığını yürütüyor 2011’den bu yana.
VİRÜSÜN BULAŞMA AĞI HARİTAYA DÖKÜLÜNCE
Prof. Alpar, akademinin popüler bilim platformu Sarkaç’ta yayımlanan bu yazısında koronavirüsün yayılma hareketlerini gösterebilmek için renkli kalemlerle çizilmiş iki ağ görüntüsüne yer veriyor. Birinci bulaşma ağında farklı renklere boyanmış birçok nokta ve bunları birbirine bağlayan renkli çizgiler dikkat çekiyor.
Prof. Alpar, risk kategorilerini farklı renklerde gösteriyor. Örneğin ‘siyah noktalar’, hastalığın bulaşıp bulaşmadığı henüz bilinmeyen yerler. Hastalığın tespit edildiği mekânlar ‘kırmızı noktalar’la tanımlanıyor. Yoğunluktan dolayı hastalık bulunması çok muhtemel ve hastalık üretecek olan ‘kuluçka noktaları (hastaneler, fabrikalar, cezaevleri gibi) büyük kırmızı noktalar halinde işaretlenmiş.
Risk altındaki kişilerin, örneğin 65 yaş üstü insanların, ayrıca sağlık personeli, fabrika işçileri, gardiyanlar gibi zorunlu olarak işe gidip gelen insanların oturdukları evler ise ‘yeşil noktalar’. Bunlar risk altındaki yerleri gösteriyor.
Bir de insanların bulundukları bu noktaların birbirleriyle temaslarını gösteren çizgiler var. Prof.
Böylelikle, önceki akşam itibarıyla Türkiye’de test yapılarak tespit edilen toplam 15 bin 679 vakanın 8 bin 852’sinin İstanbul’da olduğu ortaya çıktı.
Bu durumda Türkiye’deki vakaların yüzde 56.45’inin, yani yarıdan da fazlasının İstanbul’da çıktığını, bu kentimizin koronavirüs tehdidine hedef olmak bakımdan çok tehlikeli bir konuma geldiğini anlıyoruz.
Önceki gün itibarıyla Türkiye’de kayda alınmış toplam 277 ölüm vakasının 117’si de İstanbul’da yaşanmıştır. Buradaki oran toplam ölümlerin yüzde 42.23’üne karşılık geliyor.
TÜİK tarafından açıklanan 2019 yılına ilişkin nüfus rakamlarında İstanbul’un nüfusu 15 milyon 519 bin olarak gösterilmişti. TÜİK, 2019 yılı sonu itibarıyla Türkiye toplamını 83 milyon 154 bin olarak verdiğine göre, ülke nüfusunun yüzde 18.66’sı İstanbul’da yaşamaktadır. Buna karşılık koronavirüs tehdidi söz konusu olduğunda, İstanbul’daki vakaların ülke toplamı içindeki oranı bunun üç katına (yüzde 56.45) çıkmaktadır.
Özetle, bu virüs Türkiye’nin her noktasına yayılmış olmakla birlikte, ülkenin en hayati ekonomik ve ticari merkezi olan İstanbul’da aşırı ölçülerde bir yoğunlaşma göstermektedir. Bu mücadelede her şehir, her kasaba, her mahalle, her köy önem taşımakla birlikte, savaşın merkez cephesi İstanbul olacaktır.
SAVAŞIN KAHRAMANI NASIL OLUNUR?
Koca, açıklamaları sırasında virüs tehdidine nasıl karşılık verilmesi gerektiği konusunda ısrarla “izolasyon” yönteminin önemini vurgulamıştır. Bakan, virüsün bütün gücünü “yayılma fırsatı” olarak tarif etmiştir. Bakan, “Bu savaşta virüse bu gücü tanımayalım” çağrısını yaptıktan sonra izlenmesi gereken stratejiyi şöyle açıklamıştır:
“
Çok hafif bir öksürüğü vardı. Soğuk algınlığı olduğunu düşünüp Aferin ilacı ve C vitamini aldı. “Biraz nanemolla bir halim vardı. Hastalık mevsiminde olduğumuz için soğuk algınlığıdır diye düşündüm, korona gibi düşünmedim” diye hatırlıyor o sabahı. Çalıştığı şirkette normal mesaisini bir sorun olmaksızın bu şekilde tamamlamıştır 13 Mart’ta.
Cumartesi ve pazar günlerini evde biri 5, diğeri 10 yaşındaki iki oğlu ve kendisiyle aynı yaşta olan eşiyle birlikte geçirdi. Öksürüğü biraz artmış gibiydi. “Kendimi biraz halsiz de hissetmeye başladım. Ev işlerini aksatmadım ama fırsat buldukça yattım dinlendim” diye anlatıyor o hafta sonundaki halini.
16 Mart Pazartesi günü halsizliğinin biraz daha arttığını hissetti. Öksürük az da olsa sürüyordu, gelgelelim ateşi yoktu. Bu durumda mesaiye gitti ve işyeri hekimi ile görüştü. İşyeri hekimi, işe gelmekle iyi yapmadığını belirterek evine gitmesini, ancak aile hekimine de muayene olması gerektiğini söyledi.
Zeynep C., “Tat ve koku kaybım sıfır olmuştu. Daha önce hiç başıma böyle bir şey gelmemişti” diye anlatıyor o günkü halini. O gün öğleden sonra aile hekimine muayene oldu. Hekim ateşine baktı, ancak ateşiyle ilgili bir sorun yoktu. Üst solunum yolu enfeksiyonunun, bazı durumlarda da ilaçların tat alma duyusunu eksiltebileceğini kaydetti. Reçeteye öksürük şurubu yazdı, Aferin’e devam edebileceğini ifade etti.
O gün evde bir başka gelişme ortaya çıktı. Eşi Selim C. ateşlendi, hatta akşam ateşi bir ara 39.5’e kadar çıktı. Bir hafta önce de ishale yakalanmıştı.
Karı-koca ertesi günü (17 Mart Salı) aile hekimine bu kez birlikte gittiler. Aile hekimi, Selim C.’ye ilaç olarak antibiyotik ve aynı zamanda ateş düşürücü yazdı.
GOOGLE’DEN ÇIKAN ÖNEMLİ BİLGİ
Sonraki günler eşi aldığı ilaçlarla durumunu toparlarken,