Sedat Ergin

Koronavirüs ile mücadelede ilk üç haftanın dökümü

31 Mart 2020
Türkiye, koronavirüs ile mücadelesinde kritik ilk üç haftayı geride bırakmış bulunuyor.

Bu üç hafta içinde saptanan vaka ve insan kaybı rakamları koronavirüs karşısında verilen sınavın başlangıç döneminde ana hatlarıyla nasıl bir seyir izlediğini görebilmek, aynı zamanda önümüzdeki günlere dönük bir öngörüde bulunabilmek açısından bize bir çerçeve sunuyor.

Bu çerçeveye bakarken, koronavirüs vakalarının kayda girdiği mart ayının son üç haftasını kesitler halinde irdeleyeceğiz. Bunu bizzat Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın kamuoyuyla günlük paylaştığı veriler üzerinden yapacağız. İlk vakanın açıklanmasına denk düşen 9-15 Mart kesiti birinci, 16-22 Mart tarihleri ikinci ve 23-29 Mart tarihleri de üçüncü haftayı gösterecek.

16-22 MART HAFTASI: İLK VAKA VE İLK ÖLÜM

İlk hafta Sağlık Bakanı Koca’nın “Türkiye’de şu ana kadar tespit edilmiş koronavirüs vakası yoktur” açıklamasını yaptığı 9 Mart Pazartesi günü başlıyor. Koca, bu açıklamasında 2 bin şüpheli vakadan numune alındığını, hepsinin temiz çıktığınıbelirtti. Bakanın ilk vakanın tespit edildiğini duyurması ise iki gün sonraya, 11 Mart Çarşamba gününe rastladı. Türkiye, bu haftayı koronavirüs bağlantılı herhangi bir ölüm duyurusu olmaksızın yalnızca saptanmış 18 tanı toplamı ile kapattı.

Bu hafta içinde bir ölüm duyurusu yapılmamasına karşılık, eski Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Aytaç Yalman’ın kaybı, koronavirüs kaynaklı ölümler meydana gelmiş olmakla birlikte bu kayıpların farklı ölüm nedenleri altında raporlanabileceğine işaret ediyor. Yalman 15 Mart tarihinde vefat ettiğinde ölüm raporuna ‘koronavirüs’ tespiti konmamıştır. Ancak şüphe üzerine tedaviye alınan eşinin koronavirüs testi pozitif çıkınca, Yalman’ın da koronavirüsten öldüğüne kanaat getirilmiştir. Yalman’ın ölümü bu nedenle Sağlık Bakanlığı dökümünde 16 Mart’ta başlayan bir sonraki haftanın kayıp toplamı içinde görünüyor.

Bu dönemde henüz yeteri kadar test yapılmadığı için Yalman’ın durumuna benzer olan, yani koronavirüsten ölmekle birlikte ölüm raporunda farklı teşhis yazılan birçok hasta olduğunu düşünmek için neden vardır.

16-22 MART: VAKA VE ÖLÜMLER ÇOĞALIYOR

Türkiye’nin koronavirüs ile sınavında ilk önemli kırılma 16-22 Mart tarihleri arasındaki ikinci haftada meydana gelmiştir. İlk resmi ölüm vakası da Sağlık Bakanı

Yazının Devamını Oku

Aytaç Yalman’ın ardından

28 Mart 2020
İki hafta önce vefat eden eski Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Aytaç Yalman, yakın tarihimizin bir kesitinde ordunun üst kademesinin gerek kendi bünyesinde gerek sivil otoriteyle ilişkilerinde yaşadığı bir dizi sıkıntılı tartışmanın içinde yer almış bir askerdi.

Aslında 2002 yılında ağustos ayındaki Yüksek Askeri Şûra sonrasında Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na getirilişi de uzun yıllar dinmeyecek bir sancılı tartışmanın konusu olmuştu. Komutanlığa kıdemi itibarıyla teamül gereği dönemin İkinci Ordu Komutanı Orgeneral Edip Başer’in getirilmesi beklenirken, bu göreve Ecevit hükümeti tarafından Jandarma Komutanı Orgeneral Yalman’ın atanması, o sırada Genelkurmay Başkanlığı görevine başlayan Orgeneral Hilmi Özkök için de sürpriz olmuştu. Özkökün tercihinin Başer’le çalışmak olduğu bir sır değildi.



MUHTIRA TARTIŞMALARI

Üç ay kadar sonra seçim sandığından AK Parti hükümetinin çıkması, o tarihte bu partiyi kaşlarını kaldırmış bir şekilde izleyen TSK üst kademesi açısından oldukça sancılı bir dönemi başlatmıştı. AK Parti hükümetine nasıl davranılacağı, müdahale edildiği takdirde nasıl bir yöntem izlenmesi gerektiği gibi sorular TSK’nın komuta kademesi içinde önemli görüş ayrılıklarına sahne olmuştur.

O döneme ilişkin yayınlar, basına yapılan açıklamalar, mahkeme tutanaklarına geçen tanık ifadelerinin oluşturduğu külliyat, hükümete müdahale etmemekten yana olan Genelkurmay Başkanı Orgeneral

Yazının Devamını Oku

Hepimizi bekleyen büyük sınav

27 Mart 2020
Henüz çok başındayız. Yaşam serüvenimizde daha önce hiç karşılaşmadığımız, tanık olmadığımız bir anı, bir durumu yaşıyoruz.

Üzerinde yaşadığımız gezegeni ağır ağır kaplayan, sinsice yerkürenin her noktasına yayılan bir kâbusun içinde savruluyoruz.

Pek çoğumuzu korunaklı mevkilerimizden söküp alan o büyük dalganın bizi nereye savuracağı hakkında hiçbir fikrimiz yok. Bir korku filminin içine rehin düşmüş gibiyiz ve biliyoruz ki ekranın kumandası bizim elimizde değil.

Gelecek, artık hepimiz açısından bir boşluk halinde çoğalan koyu bir belirsizliğin adıdır. O düşünceyi aklımızdan ne kadar uzak tutmak istesek de, daha sıkıntılı günlerin, yaşanacak büyük acıların biraz uzağımızda bizi beklediğini pekâlâ biliyoruz.

Yirminci yüzyılın dünya savaşlarını daha önce kitaplardan okuyarak öğrenmiştik. İzlediğimiz belgesellerde geçmişe ait bir parantezin içinde, çok uzağımızdaydılar. Bu kez yaşıyoruz.

Her akşam rutin bir şekilde güncellenen vaka ve ölüm istatistikleri, küresel grafiklerde inatla yukarı doğru tırmanan ölüm eğrileriyle birlikte bir karabasan halinde bizi kuşatmaya, içine doğru çekmeye devam ediyor.

*

Herkesi bir şekilde eşitliyor. Kıtaları, ülke sınırlarını, şehirleri, kasabaları, köyleri hiçbir engel tanımadan aşıyor ve insanları rengine, cinsiyetine, yaşına, statüsüne, sosyal sınıfına bakmadan tek tek vuruyor.

Zengin ile fakir aynı noktada buluşuyor; aynı korku eşiğini paylaşıyorlar. Ayakta kalabilmek, kendini koruyabilmek dürtüsü, beka kaygısı herkesi aynı ortak paydanın içine sokuyor.

Yazının Devamını Oku

Koronavirüs tartışmasında hapisteki tutukluları unutmayalım

26 Mart 2020
Koronavirüs salgınının Türkiye’nin gündemine taşıdığı tartışmalardan biri mahkûmların bir bölümüne yapılacak infaz indirimleri oldu.

Virüsün cezaevlerinde yayılması ihtimaline karşı riski aşağı çekmek için mahkûm sayısının düşürülmesi hedefleniyor.

Bu konuda bir düzenlemeye ihtiyaç duyulduğu hususunda herkes görüş birliği içinde. Adalet Bakanlığı kaynaklarına göre, bugün cezaevlerinde hükümlü ve tutuklu toplamı olarak yaklaşık 300 bin kişi kalıyor. Cezaevlerinin ‘artırılmış’ kapasitesinin 220 bin olduğu dikkate alınırsa, bu toplam kapasitenin ‘ciddi derecede’ üstünde. Bunun sonucu bazı cezaevlerinde koğuşlarda vahim ölçülerde bir yığılma yaşanıyor.

Virüsün herhangi bir cezaevine girmesi halinde ‘sosyal mesafe’ ve temizliğin temel koşul olduğu bu mücadelede çok büyük sorunlar yaşanacağını tahmin etmek güç değildir.

Aslında sorunu yalnızca kapasite fazlası olarak görmemek gerekiyor. Toplam mahkûm sayısı kapasitenin altındaki bir rakam olsaydı da, koğuş sisteminin yaygın olduğu cezaevlerindeki koşullar virüsle mücadele açısından yine sıkıntı yaratırdı.

ARZU EDİLEN GENİŞ UZLAŞI

 Yasal düzenlemelerle bazı suçların infaz sürelerinde yapılacak indirimler üzerinden mahkûmların bir bölümünün tahliyesi sağlanacak. Buradaki mesele, başvurulacak infaz indirimlerinin hangi suçları kapsayacağı sorusunda karşımıza çıkıyor.

Haberlere bakılırsa, başlangıçta cinsel suçlar ve uyuşturucu suçlarını kapsam dışında tutma eğiliminde olan iktidar kanadının son günlerde bu başlıklarda daha esnek bir tutuma yönelmesi söz konusu. Ancak terör suçlarının kapsam dışında bırakılmak istendiği anlaşılıyor.

Bu noktada muhalefet partileri de taslağa belli itirazlar getiriyor. Örneğin CHP, cinsel suçlar, kadına şiddet gibi konularda esneklik getirilmesine itiraz ederken, taslağın düşünceleri nedeniyle tutuklu olan gazeteciler, akademisyenler ve iktidar muhaliflerini de kapsamasını talep ediyor.

Yazının Devamını Oku

HEYET TAHRİR EŞ ŞAM (HTŞ) SORUNU (4) - Cihatçıların gidecek başka yeri kalmayınca

25 Mart 2020
‘Uluslararası Kriz Grubu’ (ICG) ile Cenevre’deki ‘İnsani Diyalog Merkezi’nden birer temsilcinin geçen ocak ayı sonunda İdlib’e giderek burada Heyet Tahrir eş Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el Culani ile görüşmeleri ve ICG’nin bu mülakatın bir özetini yayımlamasının geniş yankıları oldu. Her ikisi de alanlarında tanınmış uluslararası sivil toplum kuruluşları...

Culani’nin muhatap alınarak kendisiyle mülakat yapılması, HTŞ’yi BM kararları çerçevesinde ‘terör örgütü’ kabul eden Rusya tarafından BM Güvenlik Konseyi’nde ciddi bir eleştiri konusu yapıldı.

Bu mülakatı okuduğumda en çok dikkatimi çeken bölüm, Culani’nin İdlib’de kendi kontrolleri altında olduğunu ima ettiği Türkistan İslam Partisi (TİP) hakkında söyledikleri oldu.

Şöyle diyor Culani: “Türkistan İslam Partisi’ne gelince, onların durumu biraz farklı. Bu arkadaşlar yedi yıldır Suriye’deler ve dünya için hiçbir tehdit yaratmadılar. Sadece İdlib’i rejimin saldırganlığından korumaya odaklandılar. Uygurlar olarak Çin’de zulme uğruyorlar...”

Ve ardından Culani’nin en kritik ifadesi geliyor:

Ve gidecekleri başka hiçbir yerleri yok...

HTŞ lideri şöyle devam ediyor:

Kuşkusuz onlara sempati duyuyorum. Onların Çin’deki mücadeleleri bizim dışımızda bir konudur. Kurallarımıza uydukları sürece burada kalabileceklerini söylüyoruz. Onlar da uyuyorlar zaten...”

UYGUR CİHATÇILAR KALICI KOMŞULAR OLDU

Yazının Devamını Oku

ABD HTŞ’ye esnek bakıyor

24 Mart 2020
Geçen hafta kaleme aldığımız iki ayrı yazıda Hatay’a komşu İdlib’de önemli ölçüde alan hâkimiyetine sahip bulunan Heyet Tahrir eş Şam (HTŞ) adlı köktendinci örgütün yarattığı sorunları büyüteç altına yatırmaya çalıştık.

HTŞ dediğimizde, BM tahminlerine göre 12-15 bin arasında militana sahip olan ve her an sahadaki durumu istikrarsızlaştırabilecek bir silahlı örgütten söz ediyoruz. Örneğin, bu örgüt İdlib’de ateşkes uygulanmasına ilişkin 5 Mart tarihli Türk-Rus Anlaşması’na karşı olduğunu açıkladı, hatta sivil protesto eylemleri üzerinden M-4 otoyolu üzerindeki Türk-Rus ortak devriyesine karşı engellemelere de başvurdu.

Buradaki sorunlardan biri HTŞ’nin Birleşmiş Milletler sistemi tarafından resmen ‘terör örgütü’ olarak nitelendirilmesinden kaynaklanıyor. Bu da sahada örgütle temas kurulmasını problemli hale getiriyor ama bir bu kadar önemlisi Rusya’nın eline askeri seçeneğe başvurabilme kozunu veriyor.

Bu çerçevede şu ihtimali bir tarafa not etmekte yarar var. 5 Mart Moskova Anlaşması’nın hayata geçirilmesinde HTŞ ya da diğer radikal grupların engellemeleri  nedeniyle başarı sağlanamazsa, Rusya geçmişte 2018 tarihli Soçi Anlaşması’ndan sonra başvurduğu yöntemi tekrarlayabilir.

Yani, belli bir süre uygulamayı bekleyip ardından “Bu terör gruplarıyla olmuyor” diyerek, rejimle birlikte yeni bir göç dalgasını tetikleyecek topyekûn bir askeri harekâta yönelebilir. Bu kez hedef M-4 otoyolunun 7 kilometre kadar kuzeyindeki İdlib şehir merkezi olabilir. Burası HTŞ’nin güdümündeki ‘Ulusal Kurtuluş Hükümeti’nin merkezinin de bulunduğu yerleşim.

HTŞ VE SAHADAKİ YENİ REALİTE

 Bu yönde bir olumsuz senaryonun gündemden çıkartılmasının yolu ateşkese uyulmasından, bu çerçevede öncelikle de HTŞ’nin kendisini bu yeni realiteye uyarlamasından geçiyor.

Hemen hatırlayalım, Suriye iç savaşının başlangıç döneminde El Nusra adıyla DEAŞ’ın Suriye şubesi olarak kurulan, ardından DEAŞ’tan ayrılıp El Kaide’nin çatısı altına giren bu örgüt, 2016 ve 2017’de iki kez isim değiştirdi ve en son değişiklikte HTŞ adını aldı.

HTŞ, atılan adımların yalnızca isim değişikliğinden ibaret olmadığını, El Kaide liderliğini tanımadıklarını, bağımsız hareket ettiklerini ileri sürüyor. Bu değişikliklere tepki olarak HTŞ’den kopan unsurlar da Hurras el Din (HD) adında ayrı bir örgüt kurdular.

Yazının Devamını Oku

M-4 üzerindeki saldırıda iki Türk askerini kim şehit etti?

21 Mart 2020
Uzun bir zamandır bu köşede -HTŞ ile ilgili son yazılar da dahil olmak üzere-sınırda Hatay’a komşu İdlib’de Türkiye açısından artan güvenlik risklerine ve göç dalgalarıyla birlikte büyümekte olan insani felaketlere dikkat çekmeye çalışıyorum.

Önceki gün İdlib’de M-4 otoyolu üzerindeki Muhambal civarında meydana gelen ve iki askerimizin şehit olduğu, bir askerimizin de yaralandığı saldırı, İdlib’deki risklerin büyüklüğünün yanı sıra bu risklerin yeni bir nitelik kazanmakta olduğunu göstermesi bakımından da göz açıcı bir olaydır.

Milli Savunma Bakanlığı’nın açıklamasında saldırının “bölgedeki bazı radikal gruplar tarafından yapıldığıbelirtiliyor. Açıklamada bir “roketli saldırı”dan söz ediliyor.

Ayrıca, “Bölgede tespit edilen hedeflerin derhal ateş destek vasıtaları ile ateş altına alındığı ve misliyle karşılık verildiği” de duyuruluyor.

TÜRKİYE İLK KEZ RADİKALLERLE ÇATIŞIYOR

Bu metinde önemli ‘ilkler’ var. Birincisi, Milli Savunma Bakanlığı İdlib’den bir şehit haberini Türk kamuoyuna duyurduğunda saldırının faili olarak karşımıza ilk kez ‘bazı radikal gruplar’ çıkıyor. Daha önceki benzer açıklamalarda saldırıların failleri hep ‘rejim unsurları’ olurdu.

Türkiye ile Rusya arasındaki 5 Mart tarihli Moskova Anlaşması’nın uygulamasının başlamasıyla birlikte sahadaki stratejik denklemde beliren yeni bir durum var.

Saldırı, Moskova Anlaşması’ndan ve bu çerçevede Rus askerlerinin -Türk askerleri ile birlikte- İdlib’deki M-4 otoyolu üzerinde tesis edilecek ‘güvenli koridor’a girecek olmasından rahatsızlık duyan radikal grupların bu düzenlemeyi sabote etmeye yöneldiklerini gösteriyor. 

İkinci değişiklik, TSK’nın da misilleme olarak bu radikal grupları vurmuş olmasıdır. Bu da İdlib’de daha önce sahada karşılaşılmış bir durum değildir.

Yazının Devamını Oku

HTŞ üzerinden El Kaide gölgesi kalkmıyor, ancak...

20 Mart 2020
Suriye’deki iç savaşın bu ülkenin batısında nasıl son bulacağı meselesi, silahlı muhalefetin son kalesi durumundaki İdlib’de Heyet Tahrir eş Şam (HTŞ) sorununa nasıl bir çözüm bulunacağı sorusunun yanıtıyla da doğrudan ilişkilidir.

HTŞ dediğinizde, Birleşmiş Milletler tarafından ‘terörist’ kabul edilen, sahada yine BM’ye göre 12-15 bin kişilik silahlı bir güce sahip olan, İdlib’de kendi ‘hükümeti’ni ilan etmiş, bu hükümetin ‘bakanlıklar’ı üzerinden bölgeyi yöneten bir çok katmanlı bir organizasyondan söz ediyoruz.

Bu örgütle ilgili tartışma daha işin başında kimliğine ilişkin niteleme üzerinden patlak veriyor. BM Güvenlik Konseyi ‘terörist’ kabul ettiği için başını Rusya’nın çektiği bir grup, HTŞ ile bu tespitin gerektirdiği şekilde mücadele edilmesini savunuyor. Bu yola, yani askeri seçeneğe gidilmesi ise daha çok sivil ölüm, yeni göç dalgaları ve Türkiye sınırı boyunca yığılmanın daha da büyümesi anlamına geliyor.

Peki askeri seçeneğe gidilmezse o zaman bu örgütle nasıl baş edilecek? Bu sorunun yanıtına geçmeden önce köktendinci çizgideki HTŞ’nin ‘terörist’ kimliği üzerinde yürümekte olan tartışmaya göz atalım.

En azından başlangıç döneminde HTŞ’nin hem DEAŞ (IŞİD) hem de El Kaide’nin bir tür ‘ortak yapımı’ olduğunu belirtmemiz hata olmaz.

Buradaki geçişkenliği gösterebilmek için biraz geriye gidelim, örgütün kuruluş öyküsüne ve lideri Ebu Muhammad el Culani’nin kimliğine kısaca göz atalım.

ÖNCE DEAŞ, SONRA EL KAİDE

Culani Suriye vatandaşı bir cihatçı. ABD’nin 2003 yılında Irak’ı işgali üzerine bu ülkeye giderek ABD’ye karşı silahlı direnişe katılıyor. Irak’ta önce El Kaide saflarında savaşıyor. 2006 sonrasında Amerikalılar tarafından yakalanıp hapsediliyor. Serbest kaldıktan sonra 2008’de örgüt değiştirerek, Irak’ta o sırada güçlenme sürecinde olan ve 2013’te DEAŞ’a (İŞİD) dönüşecek olan ‘Irak İslam Devleti’ örgütüne katılıyor. Kısa zamanda sivriliyor ve 2009 yılında örgütün Ninova vilayeti komutanlığına getiriliyor. Ninova’nın başkenti Musul.

2011 yılında Suriye iç savaşı patlak verdiğinde

Yazının Devamını Oku