Kayda geçen vaka ve ölüm sayıları, test yapma kapasitesi gibi ölçütleri esas aldığımızda Türkiye’yi küresel sıralamada nasıl bir yere oturtabiliriz? Türkiye’nin bütün bu başlıklardaki performansı onu hangi ülkelere yakın bir kümede konumlandırıyor?
Kuşkusuz, bu sorulara yanıt ararken tabloyu daha gerçekçi bir şekilde okuyabilmemiz için yalnızca toplam sayılar üzerinden karşılaştırmalar yapmak yeterli olmayacaktır. Konuyu aynı zamanda nüfus faktörünü de dikkate alarak, daha doğrusu nüfus faktörünü eşitleyen bir bakışla değerlendirmeliyiz. Fotoğrafa ancak o zaman çok boyutlu bakabiliriz.
TOPLAM TEST SAYISINDA İLK 10’DA, ANCAK...
Değerlendirmeye önce test sayısıyla başlayalım. Ülkelerin test kapasiteleri COVID-19 vakalarının ortaya çıkartılması bakımından hayati bir önem taşıyor. Kabul edelim ki, kriz patlak verdiğinde Türkiye’nin kapasitesi biraz gecikmeli bir şekilde devreye girebildi. Ancak Türkiye nisan ayının ortasına doğru kapasitesini ciddi bir şekilde güçlendirerek test sayısında dünyadaki ilk 10 içine girdi ve yedinciliğe kadar çıktı. Gelgelelim Hindistan’ın arkadan gelip öne geçmesi sonucu Türkiye sekizinciliğe düşmüş bulunuyor.
Önceki akşam itibarıyla Türkiye’de toplam test sayısı 1 milyon 675 bin sayısına ulaşmıştı. Türkiye’yi test sayısında bir buçuk milyonun üstüne çıkan Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) izliyor. Türkiye ile BAE sıralamada sıkça yer değiştiriyorlar.
Ancak bir bu kadar önemli olan, toplam test sayısının yanı sıra yapılan testlerin nüfus içinde ne ölçüde yayıldığıdır. Bunu da ülkeleri her bir milyon kişiye yapılan test sayıları üzerinden kıyaslayarak ölçebiliriz. Burada Türkiye’nin ‘genel tarama’ yerine ‘filyasyon’ stratejisini tercih etmesi, yani testlerde hedefe dönük seçici bir şekilde davranması sonucu her bir milyon kişiye düşen test sayısında Türkiye sıralamada biraz aşağılara iniyor. Türkiye’de bir milyon kişiye 19 bin 892 test düşüyor.
Testlerin nüfus içindeki yaygınlığında İzlanda ve BAE gibi ülkeler en üst sıralarda yer alıyorlar. BAE’de bu sayı 160 bin eşiğine gelmiş bulunuyor.
Çok sayıda küçük nüfuslu devletin sıralamaya girmesi nedeniyle bu kategoride sağlıklı bir fotoğraf çekebilmek güç. Türkiye, burada İsveç (20 bin 799), Fransa (21 bin 288), Şili (20 bin 799) gibi ülkelerle aynı küme içinde görünüyor. Türkiye’nin bu başlıkta Avrupa ülkelerinin önemli bir bölümünün gerisine düştüğünü söyleyebilmek mümkün.
Tartışmanın odağında Sağlık Bakanlığı Sağlık Hizmetleri Genel Müdürlüğü bünyesinde bir bilimsel değerlendirme komisyonunun oluşturulması ve bu birime -devlet ya da vakıf- bütün üniversitelerin COVID-19 konusunda yürütecekleri bilimsel araştırmalar üzerinde önceden ‘değerlendirme’ yetkisi tanınması yatıyor.
*
Bu konudaki gelişmeler 28 Nisan tarihinde Sağlık Hizmetleri Genel Müdürlüğü tarafından Yükseköğretim Kurulu Başkanlığı ve 81 ilin valiliklerine bağlı il sağlık müdürlüklerine gönderilen bir yazıyla başladı.
Bu yazıda, bakanlığın bilim adamlarının COVID-19 üzerine yapacağı araştırmaları teşvik etmek ve desteklemek arzusunda olduğu belirtildi. Araştırmalarda ihtiyaç duyulacak veriye ulaşımın kolaylaştırılması, gerektiğinde büyük seriler oluşturabilecek network kullanılmasına destek verilmesi, çalışmaları karşılaştırılabilir kılacak kavram birliğinin tesisi için Genel Müdürlük bünyesinde ‘COVID-19 Bilimsel Araştırma Değerlendirme Komisyonu’ oluşturulduğu açıklandı.
Bu konuda gönderilen yazıda, “COVID-19 hastalığı ile ilgili olarak araştırmacılar tarafından başlatılması ve yürütülmesi planlanan klinik araştırmalar dahil insanlar üzerinde yürütülecek tüm bilimsel çalışmalar ve retrospektif araştırmalar için etik kurul başvurusundan önce bu Komisyona bildirim yapılması gerekmektedir. Daha önce etik kurul izni almış COVID-19 konusundaki araştırmalar için de en geç 10 gün içerisinde Komisyona başvuru yapılmalıdır” denildi.
Yazıya göre, araştırma yapmak isteyen başvurucular verilen bir internet adresine girerek komisyon bildirim formlarını online dolduracaklar. Araştırma başvuruları, komisyon tarafından en fazla beş işgünü içinde değerlendirilerek geri dönüş sağlanacak.
Genel Müdürlüğün yazısında, durumun her ildeki devlet ve vakıf üniversitelerine, tüm sağlık kuruluşlarına ve bilimsel araştırma etik kurullarına duyurulması istendi.
*
Dün sabah son iki haftanın hareketlerini okumaya çalışırken dikkat çekici bir durumla karşılaştım. Şöyle ki, mayıs ayı öncesindeki bir buçuk aylık döneme bakıldığında, hep birlikte tanıklık ettiğimiz üzere, yeni tanı konan günlük vakalarda önce düzenli bir yükselme ve ardından yine istikrarlı bir düşüş eğrisi izliyoruz. (10 Nisan gecesi yaşanan kargaşanın 10 gün kadar sonra yol açtığı kısa süreli bir yükselişi bu yönelişten hariç tutmalıyız.)
Oysa son iki haftadır bu şekilde yürüyen, genel olarak süreklilik gösteren tematik bir akış izleyebilmek mümkün değil. Genellikle iniş çıkışlar halindeki bir eğri beliriyor.
Örneğin 4 Mayıs’ta başlayan haftaya baktığımızda, pazartesiden itibaren günlük vaka sayılarının dizilişi bu hareketliliği göstermek bakımından ilginç görünüyor: 1.614, 1.832, 2.253, 1.977, 1.848, 1.546, 1.542.
Bu serinin ardından geçen haftanın seyri de şöyle bir sıralama izliyor: 1.114, 1.704, 1.639, 1.635 1.708, 1.610, 1.368...
İnsan kaybı sayılarında da genel bir düşüş çizgisi belirgin olmakla birlikte bazı günler eğrinin yine yukarı doğru çıktığını gözlemek mümkün.
*
Bu hareketlerin istatistiksel açıdan anlamlı olmadığı, bu tür dalgalanmaların olağan görülmesi gerektiği ileri sürülebilir. Ayrıca, hafta sonu sokağa çıkma yasakları nedeniyle PCR testleri için az örnek alınması hafta başı vaka sayılarının düşük çıkmasında bir faktör olabilir. Bunlara ek olarak, bazı uzun süreli yasakların hemen sonrasında sokaklarda göze çarpan kalabalık görüntülerin, vakalardaki hareketliliğe dönük bir etkisinden de söz edilebilir.
Ancak bu gibi faktörleri hesaba kattığınızda bile, verilerin akışı bu iki hafta boyunca yine de virüsle mücadelede bir kilitlenmenin yaşandığına işaret ediyor. Özellikle mayıs ayının başından itibaren günlük vakaların genellikle 1.600-1.800 aralığındaki bir direnç hattına yerleştiğini gösteriyor. Bunun bir istisnası, önceki gün 1.368 rakamıyla gözlenen bir düşüştür.
Ama bir seçeneğiniz daha var. İsterseniz açık bir AVM bulup koridorlarında istediğiniz gibi turlayıp, vitrinlere bakarak klima sisteminden içeri basılan havayı ciğerlerinize çekebilirsiniz. O yasak değil.
Vatandaşların önemli bir bölümü karşılarında duran çelişkiyi izah etmekte ciddi bir güçlük içindedir bugünlerde. Üstelik buna benzer daha pek çok çelişkili duruma işaret edebilmek mümkün.
*
Buradaki çelişkinin temelinde, koronavirüs COVID-19 salgınıyla mücadele çerçevesinde bir taraftan belli alanlardaki önlemler katı bir şekilde sürdürülürken, bir taraftan da bu disiplinden ayrılan bir esnekliğe kapının aralanmış olması yatıyor.
Örneğin, AVM’lerin açılmasının ardından da hafta sonları sokağa çıkma uygulaması devam edecektir. Hatta bu uygulama önümüzdeki hafta sonu ‘19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı’ ile birleştirilerek 4 güne çıkartılmıştır.
Böylelikle, virüsün kuvvetli bir şekilde baskılanması hedefleniyor. Bu anlaşılabilir bir önlemdir. Ama bu illerde hafta sonu ve onu izleyen bayram dönemi geçtiğinde AVM’lere gitmek yeniden serbest olacaktır.
*
Normalleşmeye geçişin Türkiye’nin gündeme girmesiyle birlikte bu gibi tartışmaların işgal ettiği alan da genişliyor. Bu tartışmaların son günlerde odaklandığı başlıklardan biri de koronavirüs ile mücadele etmek üzere Sağlık Bakanlığı bünyesinde kurulmuş olan Bilim Kurulu’nun işlevidir.
Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, 10 Mart’ı 11’ine bağlayan gece yarısı düzenlediği basın toplantısında “Bugün akşam saatlerinde koronavirüs şüphesi olan bir vatandaşımızın test sonucu pozitif çıktı. Hastanın virüsü Avrupa teması üzerinden aldığı bilinmektedir” diye açıklamıştı ilk teşhisi.
Hepimiz bir büyük dalganın üzerimize doğru gelmekte olduğunun farkındaydık. Komşumuz İran da dahil olmak üzere birçok ülkede vakalar birbiri ardına patlak verirken, ölü sayıları da korkutucu bir şekilde tırmanmaya başlamıştı. Bütün bu gelişmelere bakıldığında, ölümcül virüsün Türkiye’nin sınırlarından içeri girmesi an meselesiydi. Bakanın açıklaması, dalganın ilk darbesini vurduğunu gösteriyordu.
Bu iki ayın genel bir değerlendirmesini yaparken salgının 10 Mart günü itibarıyla dünyadaki görüntüsünü kısaca hatırlayalım. Salgının ilk kez ortaya çıktığı Çin Halk Cumhuriyeti’nin virüsü kontrol altına aldığı gözlenirken, o sırada en çok korkutucu tablolardan biri doğumuzda komşumuz İran’da belirmişti. Yalnızca 10 Mart günü için İran’da günlük 881 yeni vaka ve 54 ölüm açıklanmıştı. Kayıpların toplamı 291’e yükselmişti.
Daha kötü haberler İtalya’dan geliyordu. Bu ülkede 10 Mart günü 977 yeni vaka ve 168 ölüm raporu açıklanmış, insan kaybı toplamı 631’e çıkmıştı. İspanya da aynı gün 19 ölüm ve 623 yeni vaka duyurmuştu.
Virüs İran’da ve Avrupa kıtasında dalgalar halinde yayılırken, Türkiye COVID-19’la gecikmeli bir şekilde tanışmaktaydı. Peki bu dalga sonraki haftalarda Türkiye’de nasıl bir tabloya yol açacaktı? Aradan iki ay geçtiğine göre şimdi bu soruya yanıt verebilecek durumdayız.
NİSAN AYININ İKİNCİ HAFTASINDAKİ KIRILMA
10 Mart’ta ilk tespit edilen vakanın ardından COVID-19’dan kaynaklanan ilk ölüm olayı da bir hafta sonra 17 Mart’ta kayda geçmiştir. Sonrasındaki sürece baktığımızda martın son haftası ile nisan ayının ilk iki haftasının Türkiye’nin virüsle mücadelesindeki en şiddetli dönem olduğunu söyleyebiliriz.
Özellikle mart ayının son haftası ile nisan ayının ilk haftasında gerek yeni vaka gerek ölüm toplamlarının üç-dört gün içinde ikiye katlanıp geometrik bir şekilde arttığı bir tırmanma dönemine tanıklık ediyoruz. Vakaların katlanma yönelişi aynı hızda devam etmiş olsaydı, bu Türkiye’yi yaşanandan çok daha korkutucu bir sürecin içine sokabilirdi. Ancak nisan ayının ikinci haftası ile birlikte vaka ve ölüm sayılarının ikiye katlanma süreleri uzamaya, daha geniş bir zamana yayılmaya başlamıştır. İvmenin hız kesmeye başladığı bu zaman kesiti mücadeledeki en önemli kırılmaya işaret ediyor.
Yakın tarihe baktığımızda bu tanımlar altında çıkartılan her yasanın kapsamı, sınırları konusunda son sözü her seferinde AYM söylemiş.
Geçen ay TBMM’de kabul edilen yeni infaz düzenlemelerine ilişkin yasanın şekil yönünden iptali için CHP’nin yaptığı başvurunun AYM’nin gündemine alınmasıyla birlikte, gözler bir kez daha yüksek mahkemeden çıkacak karara çevrilmiş durumda.
AYM 1974 AFFINI USÜLDEN BOZMUŞTU
Tabii, AYM’nin bu konuda oynadığı belirleyici rolü kayda geçirmek bakımından 1974 yılında Bülent Ecevit’in başbakan, Prof. Necmettin Erbakan’ın başbakan yardımcısı olduğu CHP-MSP koalisyonu dönemindeki çıkartılan ünlü ‘af yasası’nın başına gelenleri kısaca hatırlamak yararlı olabilir.
Koalisyon ortaklarının vardıkları mutabakatla, Cumhuriyet’in 50’nci yılı dolayısıyla hazırlanan bir af yasası çerçevesinde düşünce ve inanç suçluları için Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) 141, 142 ve 163’üncü maddelerinden hüküm giymiş kişilere de af getiriliyordu. 12 Mart ara rejimi sonrasında çok sayıda solcu aydının hapiste olduğu bir dönemdi.
Ancak başta AP olmak üzere sağcı partilerin kuvvetli direnciyle karşılaşan bu yasa TBMM’den değiştirilerek geçti. Yapılan değişiklikle TCK 141-142’den ceza almış olan sol çizgideki siyasi suçlular affın kapsamı dışına çıkartıldı. CHP, 141 ve 142’nci maddelerde düzenlenen suçların af dışı bırakılmasını Anayasa’nın eşitlik ilkesine aykırı olduğu gerekçesiyle AYM’ye götürdü. AYM ise 2 Temmuz 1974 tarihinde verdiği bir kararla esasa girmeden usul hataları üzerinden iptal kararı alınca, yasanın kapsamı yeniden genişledi ve pek çok sol hükümlü tahliye olabildi.
Bunun gibi bir başka çekişmeli konu 1991 yılında yaşandı. Dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın inisiyatifiyle TBMM’den geçen bir yasayla ‘şartlı salıverme’ hükümlerinde yapılan düzenlemelerle belli suç kategorilerindeki mahkûmların tahliyesinin önü açıldı. AYM, birinci derece mahkemelerden gelen başvurular üzerine 17 ve 19 Temmuz 1991 tarihlerinde verdiği iki ayrı kararda, düzenlemelerin bazı yönlerinin Anayasa’nın eşitlik ilkesine aykırı bulduğu için iptal etti. AYM’nin bu kararları durumları yasada ele alınmamış pek çok hükümlünün de şartlı salıvermeden yararlanabilmesinin önünü açtı.
AYM VE ‘RAHŞAN AFFI’
Bu araştırmaya göre, New York eyaletinde yaşayan insanların yüzde 13.9’u COVID-19’a yakalanmıştı.
Eyaletin toplam nüfusunun 19.4 milyon olduğu hesaba katıldığında, Vali Coumo’ya göre tahminen 2.7 milyon insan COVID-19 virüsünden enfekte olmuştu. Bu açıklamanın yapıldığı 23 Nisan günü itibarıyla New York eyaletinde teşhis konmuş olan teyitli vaka sayısı 269 bindi. Bu durumda virüsü almış olan insanların sayısı mevcut vaka sayısından tahminen 10 kat fazlaydı.
Rakamın büyüklüğü ürkütücü görünse de meseleye olumlu tarafından bakabiliriz. İyi haber, bu durumdaki insanların virüse yakalansalar da bunu fark etmeden atlatmış bulunmalarıdır. Kayda değer bir bölümünde virüs muhtemelen hiçbir belirti göstermemiş, kalan bölümünde ise hafif belirtiler ortaya çıkmıştır. Ancak en önemlisi, hepsinde bünyelerinin COVID-19’la mücadele etmek için gerekli antikorları üretmiş olmasıdır. Artık virüse karşı bağışıklığa sahiptirler.
Söz konusu araştırma eyaletin 40 ayrı noktasındaki alışveriş merkezlerinde rastgele kendilerinden örnek alınan 3 bin insan üzerinden yürütülmüş. Tahmin edilebileceği gibi sonuçlar eyalet içinde bölgelere göre ciddi farklılıklar gösterebiliyor. Örneğin, COVID-19 antikoru taşıyanların oranı Long Island’da 16.7’ye çıkarken, Westchester/Rockland’de 11.7 olmuş. Oranın en yüksek çıktığı yer ise yüzde 21.2 ile New York şehri. İlginç olan, eyaletin bu üç merkez dışındaki bölgelerinde oranın yüzde 3.6’ya düşmesi.
Özellikle New York City’deki yüzde 21.2 oranı, bu şehirde yaşayan her beş kişiden birinin bu virüsle enfekte olduğuna işaret ediyor.
ANTİKOR TESTLERİ ÖN PLANA ÇIKIYOR
Kuşkusuz, New York ABD’de salgının en sert yaşandığı eyalet olduğu için bu oranları ABD’deki başka eyaletlere, başka ülkelere teşmil etmek doğru olmaz. Ancak yine de bu araştırma, farkında olmadan bu virüsle enfekte olup ona karşı antikor üreterek bağışıklık kazanmış olan insanların sayısının toplum içinde tahmin edilenden çok daha yüksek olabileceğini gösteriyor.
Son dönemde birçok ülke bir taraftan aktif vakalarla tıbbi düzeyde mücadele ederken, diğer taraftan salgının toplum içindeki yaygınlığını anlayabilmek amacıyla birbiri ardına antikor testleri üzerinden saha araştırmaları yürütüyor.
Bir tarafta, COVID-19 virüsünün kontrol altında tutulabilmesi için nüfusun 65 yaş üstü ve 20 yaş altı kesimlerinin (iki grup birlikte 33 milyon dolayında) evde tutulması ve 31 ilde (yaklaşık 65 milyon) hafta sonları herkese dönük sokağa çıkma yasakları devam ediyor...
Diğer taraftan, AVM’ler önümüzdeki pazartesi gününden itibaren belli kurallar dahilinde yeniden kapılarını açabilecekler...
Böylelikle, Türkiye’nin normalleşmeye alışveriş merkezleri üzerinden adım atan ilk ülkelerden biri olmak gibi bir vasıf da kazandığını söyleyebiliriz.
BİLİM KURULU ÜYESİ: ŞAŞIRDIK
Bu karar bilim dünyasında bir sorgulamayı da beraberinde getirdi. Örneğin, dün Habertürk’te Muharrem Sarıkaya’ya konuşan Sağlık Bakanlığı bünyesindeki koronavirüsle ilgili Bilim Kurulu üyesi Prof. Pınar Okyay, bu kararın kendilerini de “şaşırttığını” belirtmiş.
Halk sağlığı uzmanı olan Prof. Okyay, son dönemde sanki salgının tükenmeye yüz tuttuğu ve her şey olmuş bitmiş gibi bir davranış sergilendiğini, bunun riskli sonuçlar doğurabileceğini kaydederek, şöyle konuşmuş:
“Biz daha çok 19 Mayıs sonrası bu konuyu masaya yatırırız diye bakıyorduk. Bir-iki hafta daha beklense iyi olurdu...”
Prof.