Sedat Ergin

COVID-19 ile geçen üç ay-Başarı grafiğindeki işaret fişeği erken mi atıldı?

16 Haziran 2020
Ülkemizdeki ilk koronavirüs COVID-19 vakasına ilişkin teşhisin 10 Mart tarihinde kayda geçtiğini ve ilk ölüm vakasının da 17 Mart’ta açıklandığını göz önüne alırsak, bu ölümcül salgınla mücadelesinde Türkiye üç ayı geride bırakmış bulunuyor.

Üç ay öncesini hatırlayalım. Büyük bir tedirginlik içinde dev bir dalganın üzerimize doğru gelmesini beklemekteydik. Yanıtı boşlukta olan soru, bu dalganın Türkiye’de hangi boyutlarda bir tahribata yol açacağıydı. Mart ayının üçüncü haftasına girildiğinde salgının Avrupa’da en şiddetli yaşandığı ülkelerden biri olan İtalya’da günlük ölüm sayıları 300’ün, yeni teşhis edilen vaka sayıları ise yine günlük 3 binin üzerine çıkmıştı.

Şimdi geriye dönüp baktığımızda Türkiye’nin COVID-19 dalgasıyla karşılaşmasını, İtalya, İspanya, Fransa ve Birleşik Krallık gibi Batı Avrupa ülkelerinin büyük bir bölümünden çok daha düşük bir yoğunlukta, daha az vaka ve daha az kayıpla atlatmış olması, 5 bine yakın vatandaşımızın hayatını kaybettiği bu sıkıntılı, üzüntü verici sürecin teselli bulacağımız bir yönüdür.



NİSAN AYININ ORTASINDA DÜŞÜŞE GEÇMİŞTİ Kİ...

Geçen üç aya baktığımızda önce iki kritik tarihe dikkat çekelim. Türkiye, günlük yeni vaka sayısında en yüksek noktayı 11 Nisan’da görmüştür: 5 bin 138 vaka... En yüksek günlük insan kaybı sayısı da 19 Nisan tarihinde kayda geçmiştir: 127 vefat...

Yazının Devamını Oku

AYM’nin ihlal kararlarının uygulanması nasıl sağlanabilir?

13 Haziran 2020
Anayasa Mahkemesi (AYM) Başkanı Prof. Zühtü Arslan’ın geçen salı günkü konuşmasında adil yargılanma hakkı alanında yaşanan sorunlar ve bireysel başvurularda verilen ihlal kararlarının hayata geçirilmesi başlıklarında yaptığı muhasebe, bugün Türkiye’de yargının içinde bulunduğu duruma ışık tutan önemli tespitler içeriyor.

Prof. Arslan’ın üzerinde durduğu AYM’nin hak ihlali kararlarının yarattığı sonuçların başlıca iki boyutu var. Birincisi, hak ihlallerinin giderilerek gereğinin yerine getirilmesiyle ilgili. Yani kararlarının uygulanması, bu süreçlerin izlenmesi ve denetiminin yapılması. İkinci boyutu da bir bu kadar önemli. Bununla, bu kararlarda saptanan ihlallerin ilk derece mahkemelerde tekrarlanmasını önleyecek bir hukuk ikliminin yaratılması ihtiyacından söz ediyoruz.

AYM’ye bireysel başvuru mekanizmasının 2012 yılında işlemeye başlamasıyla birlikte, Türkiye’de vatandaşların temel hak ve özgürlükleri açısından karşılaştıkları sorunlarda haklarını arayabilmeleri için önemli bir kapı açılmıştır. AYM'nin 2012 sonrasında esastan incelemeye aldığı 9 bin 598 dosyadan 8 bin 962’sinde ihlal kararı vermiş olması, neresinden bakılırsa bakılsın çok önemli bir sonuçtur.

*

Bütün mesele bu kararların ne kadarının uygulandığı sorusunda beliriyor.

Bir kere, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarının uygulanmasında olduğu gibi bu ihlal dosyalarının izlemesini yapacak bir denetleme mekanizması bulunmuyor. AİHM sisteminde -etki derecesi tartışmaya açık olsa da- bir denetim sistemi yürürlüktedir. Strasbourg’daki mahkemede alınan her bir karar Avrupa Konseyi’nin siyasi kanadı olan Bakanlar Komitesi tarafından izlenmekte, gerekleri yerine getirilmediği sürece bu ihlal kararları komitenin önünde açık bir dosya olarak durmaktadır. Ve belli aralıklarla yürütülen gözden geçirme toplantılarında uygulanmayan kararlar hatırlatılarak, ihlali yapan ülke üzerinde bir baskı icra edilmektedir.

Kuşkusuz ulusal düzeyde bu tür bir mekanizmanın işletilebilmesi mümkün değildir.

Başvurucular, AYM’nin ihlalden kaynaklanan tazminat kararlarını Maliye Bakanlığı’na göndererek ödemenin yapılmasını sağlamaktadır. Ancak AYM’nin, ilk derece mahkemelerine gönderilen her bir kararın doğurabileceği yeniden yargılama, tahliye gibi sonuçları tek tek izleyebileceği, uygulamaya bakabileceği bir organizasyonel kapasiteye sahip olduğu söylenemez. Yakın zamanda AYM Genel Sekreterliği bünyesinde kurulan bir müdürlükle bu ihtiyacın belli ölçülerde karşılanması hedefleniyor.

*

Yazının Devamını Oku

AYM Başkanı’na göre adil yargılanmayla ilgili önemli bir mesele var

12 Haziran 2020
Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) seçilen yeni üye Basri Bağcı için geçen salı günü düzenlenen ant içme töreni, en başta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere katılımcıların koronavirüs COVID-19 salgını nedeniyle maske takmış oldukları görüntülerle kamuoyuna yansıdı.

AYM Başkanı Prof. Zühtü Arslan’ın bu törende yaptığı konuşma da ‘uluslararası karantina dönemi’nin temel hak ve özgürlüklere dönük etkilerini konu alan kuvvetli mesajlar içermesi itibarıyla içerik anlamında salgınla yakından ilişkiliydi.

Belki de tarihte ilk kez küresel ölçekte bir karantinayı yaşıyoruz” dedi Prof. Arslan. Ardından “Hayatın yavaşladığı bu gibi dönemlerin kişisel, kurumsal hatta toplumsal muhasebeyi de beraberinde getirdiğini” söyledi.

SALGIN HAK VE ÖZGÜRLÜKLERİN DEĞERİNİ GÖSTERDİ

AYM Başkanı’na göre, salgın insanlara en az iki gerçeği hatırlattı. Bunlardan birincisi, gelişmiş devletleri bile çaresiz bırakan salgın ulusal ve uluslararası düzeyde yardımlaşmanın ne kadar önemli olduğunu gösterdi.

Salgının hatırlattığı ikinci gerçek ise temel hak ve özgürlüklerin vazgeçilmezliği... Arslan, “Hepimizi uzun süre evlere hapseden salgın, insanın insanca var olmasının önşartını oluşturan başta yaşam hakkı olmak üzere kişi özgürlüğü, seyahat özgürlüğü ve ibadet özgürlüğü gibi temel hak ve özgürlüklerin ne kadar değerli olduğunu bize bir kez daha göstermiştir” diye konuşuyor.

Bu noktada altı çizilmesi gereken bir husus, AYM Başkanı’nın temel hakların korunmasını yalnızca hukuki bir mesele olarak görmemesi, aynı zamanda bir “ahlaki mesele” olarak da takdim etmesidir. Bu ahlaki zemini açıklarken şöyle diyor Prof. Arslan:

Bizim gibi olmayan, bizim gibi düşünmeyen ve bizim gibi yaşamayanların da haklarının olduğunu kabul etmemiz gerekir. Başka bir ifadeyle, haklar düşüncesi ‘öteki’ni de hakların öznesi olarak tanımayı gerektirmektedir.”

Başkan’ın bu tespitini tamamlayan bir diğer ifadesi, AYM kararlarından yola çıkarak

Yazının Devamını Oku

Atatürk Ayasofya adımını neden atmıştı?

11 Haziran 2020
Takvimlerin 2020 yılının haziran ayını gösterdiği ve bütün dünyanın var gücüyle koronavirüs COVID-19 salgını ile mücadele etmeye çalıştığı bir sırada Türkiye’nin gündemi birden Ayasofya’nın müze statüsünün değiştirilerek mekânın camiye çevrilip çevrilmeyeceği sorusuna odaklanmıştır.

Günlerdir Ayasofya dosyasının tarihi, hukuki, dini yönleri üzerinde kamuoyunda hararetli bir tartışma cereyan ediyor. Mesele siyasetin de öncelikli konularından biri haline gelmiş, hatta önceki gün TBMM’de yapılan bir oylamaya da konu olmuştur. Muhalefetteki İYİ Parti’nin Ayasofya’nın ibadete açılması hususunda meclis araştırması yapılması talebiyle verdiği grup önergesinin gündeme alınması AK Parti oylarıyla reddedilmiştir.

Meselenin daha bir süre sıcak bir şekilde gündemimizde kalacağı anlaşılıyor. Tartışma devam edecekse, Fatih Sultan Mehmed’in 1453 yılında İstanbul’u fethetmesiyle birlikte kiliseden camiye çevrilen bu mekânın statüsünün 1934 yılında Atatürk tarafından neden değiştirildiği sorusuna da yanıt aramamız gerekir.

PROF. TOPRAK: ATATÜRK’ÜN HÜMANİST BAKIŞININ İFADESİ

 Atatürk’ün hangi düşüncelerle Ayasofya’yı müze yaptığını, hangi mülahazaların onu bu karara yönelttiğini anlamaya çalışmak hem ona saygımızın gereğidir, hem de meseleyi bütün boyutlarıyla anlamamıza yardımcı olacaktır.

Bu soruları değerli tarihçimiz Koç Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Zafer Toprak’a sorduğumuzda şu karşılığı alıyoruz:

1930’lu yıllarda Cumhuriyet projesinin önemli bir boyutu Türkiye’nin yeni insanını inşa ederken onun geçmişle bağını güçlendirecek açılımlardan geçiyordu. Atatürk de Türkiye’nin tarihini, geçmişini bu topraklardaki bütün uygarlıkları da kapsayan bir derinlik içinde görüyordu. Bu bakış, Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşundan önce de Anadolu’da var olmuş bütün uygarlıkları, bu çerçevede Doğu Roma İmparatorluğu’nu da kapsayan bir bütünlük içeriyordu. O yıllarda arkeolojinin ve müzelerin önem kazanması çabaları hep bu bakış içinde değerlendirilmelidir. Müzeler bu bakışın önemli bir aracıydı. Ayasofya’nın müze yapılması kararı bu çerçevede görülmelidir.”

Prof. Toprak, 1934 yılında alınan kararı doğrudan “Atatürk’ün hümanist bakışı ve uygarlık anlayışının bir sonucu” olarak görüyor ve şöyle diyor:

Yazının Devamını Oku

COVID-19’un genetik soyağacında Türkiye nerede duruyor?

10 Haziran 2020
Dünkü yazımız, COVID-19 hastalığına yol açan virüsün genetik yapısının çözümlenmesinin bu virüsün daha yakından tanınması, yerküre üzerindeki hareketlerinin ve bulaşma yeteneğinin izlenebilmesi, bu çerçevede salgına karşı daha etkili mücadele stratejilerinin belirlenebilmesi açısından taşıdığı önemi anlatıyordu.

Bu yazıyı bir giriş bölümü olarak kabul edersek, bugün Türkiye’de dolaşımda olan ve ‘SARS-CoV-2’ diye adlandırılan virüsün genetik özellikleri üzerinde yapılan önemli bir akademik çalışmaya ve bu çalışmada virüsün Türkiye’deki seyri hakkında ortaya konan bulgulara değinmek istiyorum.

Sabancı Üniversitesi Mühendislik ve Doğa Bilimleri Fakültesi öğretim üyesi Dr. Ogün Adebali’nin başkanlığında 7 araştırmacının imza attıkları ve TÜBİTAK’ın ‘Turkish Journal of Biology’ dergisi tarafından yayına kabul edilen bu çalışma ‘Türkiye’deki Sars-COV-2 Genomlarının Filogenetik (Soyağacı) Analizi’ başlığını taşıyor.

Dr. Adebali, ODTÜ çıkışlı (2011) genç bir genetik bilimci. Doktorasını genetik bilimi alanında ABD’de Tennessee Üniversitesi’nde (2015) yaptıktan sonra iki yıl süreyle North Carolina Üniversitesi’nde Nobel ödülü sahibi Prof. Aziz Sancar’ın yanında (2016-2018) çalışmış. Prof. Sancar’ın laboratuvarında birlikte yürüttükleri çalışmalar sonucunda ortaklaşa imza attıkları birden çok akademik yayınları var.

KÜRESEL VERİ HAVUZUNDAN TÜRKİYE’Yİ İZLEMEK

 Dr. Adebali ve arkadaşları, bu çalışmada önce geçen mayıs ayı başında dünyanın dört bir tarafındaki laboratuvarlarda tespit edilmiş olan virüsün genom dizilimlerinin paylaşıldığı küresel GISAID veri tabanında kayıtlı 15 bin 277 diziyi alarak çeşitli hesaplamalı araçlar üzerinden virüsün bir soyağacını oluşturmuşlar. Genom, virüsün genetik materyalinin tümünü anlatan bir sözcük.

Soyağacı, virüsün geçen aralık ayında Çin Halk Cumhuriyeti’nin Vuhan şehrinde baş gösterdikten sonra uğradığı mutasyonlarla ortaya çıkan farklı genom dizileri üzerinden küresel ölçekte gelişip büyümesini yansıtıyor. Bu çalışmada benzeşik genom dizileri, ağacın gövdesinden çıkan dallarda olduğu gibi, ana kümeler ve onlardan türeyen alt kümeler şeklinde tasnif edilmiş.

Çalışmanın ikinci aşamasında salgının patlak vermesinden sonra büyük çoğunluğu Sağlık Bakanlığı’na ait laboratuvarlarda izole edilen ve her biri farklı bir genom dizilimine sahip 30 ayrı örnek alınmış. Bu örnekler ağırlıklı olarak salgının en şiddetli yaşandığı mart ayının üçüncü haftasında tespit edilmiş. Soyağacı çalışması yapılırken bakanlığın GISAID’de erişime açtığı dizi sayısının 26 ile sınırlı olduğu anlaşılıyor. Diğer dört dizi bakanlık dışı kaynaklardan sağlanmış.

Bu örneklerdeki genom dizilerinin virüsün küresel ölçekteki genetik soyağacının gövdesi ve bu gövdeden çıkan dallarının (küme ve alt kümeler) hangi bölümlerine oturduğu incelenmiş. Bu şekilde Türkiye’ye giren virüs örneklerinin hangi kaynaklardan geldiği saptanmış.

Yazının Devamını Oku

Virüsün genetik dizilerinin tespiti mücadelede yeni kapılar açıyor

9 Haziran 2020
Koronavrüs COVID-19 ile mücadelede normalleşme dönemine giren ülkelerde virüsün genetik kodlarının çözümlenerek analiz edilmesi mücadelenin bundan sonraki seyri açısından giderek kritik bir önem kazanıyor. Pek çok ülkede genetik bilimciler mücadelede yeni stratejiler belirleyebilmek amacıyla virüsün gen dizilimine odaklanan hummalı bir çalışma içine girmiş bulunuyor.

Bu çalışmalar virüsün genetik yapısında meydana gelen mutasyonların (değişimlerin) açığa çıkarılması üzerinden yürütülüyor. Bu genetik farklılaşmaların deşifre edilip sistematik bir şekilde kodlanması, virüsün yerküre üzerindeki hareketlerini, hangi güzergâhlar üzerinden yol aldığını izleyebilmeyi mümkün kılıyor. Tespit edilen bir vakada karşımıza çıkan bir virüs tipinin daha önce hangi ülkede ya da aynı ülke içinde hangi şehirde kayda girdiğini bilmek bizi doğrudan vakanın kaynağına götürebiliyor.

VİRÜS MUTASYONLA PARMAK İZİ BIRAKIYOR

Bu stratejik veriye erişimi sağlayan en önemli imkân, COVID-19 virüsünün düzenli bir şekilde mutasyona, değişime uğrayarak sürekli evrim geçiriyor olması. Virüsün iki haftada bir mutasyona uğradığı gözlenmiş.

Virüsün uğradığı mutasyon aslında geride bir tür parmak izi bırakması ile eşanlamlı. Çünkü geçirdiği her başkalaşım tespit edildiğinde, kayda geçen genetik dizi daha sonra başka vaka örneklerinde ‘örtüşme’ halinde karşımıza çıktığında bize virüsün kaynağını da anlatıyor.

Biraz daha ayrıntıya inelim. Virüsün kimlik bilgileri GENOM’u üzerinden okunuyor. Virüsün genetik bilgisini taşıyan bütün materyal GENOM olarak adlandırılıyor. Bu materyal virüsün RNA’sını oluşturuyor. Bir COVID-19 virüsünde 29 bin dolayında ‘nükleotid’ denilen RNA harfi var.

Bu genetik materyal belli bir dizilim içinde sıralanıyor. Ancak her iki haftada bir meydana gelen mutasyonda genetik dizilimde küçük bir değişiklik gerçekleşiyor. Genetik yapıdaki her kırılma, virüsün üst kimliği içinde yeni bir alt kimliğin belirmesi anlamına geliyor. Farklı COVID-19 genom dizilimlerini farklı virüs alt kimlikleri olarak okuyabiliriz.

KÜRESEL VERİ TABANINDAKİ TÜRKİYE GENOMÖRNEKLERİ

 Şimdi işin püf noktasına gelelim. COVID-19 ile mücadelede uluslararası işbirliği büyük önem kazandığından salgının patlak verdiği ilk günden itibaren virüsün genom dizilimiyle ilgili bütün yeni bulgular ‘GISAID’ isimli ortak bir küresel veri platformunda paylaşılıyor. Böylelikle, dünyanın dört bir tarafındaki bilim adamları, araştırmacılar bu platformlardan yararlanırken, aynı zamanda yapılacak her türlü çok taraflı işbirliği için değerli bir veri tabanı ortaya çıkıyor.

Yazının Devamını Oku

Yaş kümelerinin COVID-19’dan nasıl etkilendiği açıklanmalı

6 Haziran 2020
Dünyada koronavirüs COVID-19’a karşı yürütülen mücadelede ana doğrultu ‘sosyal mesafe’ ve ‘izolasyon’ olmakla birlikte, ülkeler farklı stratejiler izlediler, değişik yöntem ve araçlara başvurdular

‘Çekiç indirme’ olarak nitelendirilen ülke genelinde toptan bir karantina uygulamasından bölgesel ya da süreli tecrit uygulamalarına, evde kalmayı teşvik etmekten insanların sosyalleşmesini sınırlamaya ve seyahat özgürlüğünü kısıtlamaya kadar uzanan pek çok önlem kategorisinden söz etmek mümkün.

Türkiye, bunlar içinde farklı önlemlerin bir arada kullanıldığı esnek ve karma bir stratejiyi hayata geçirdi. Son bayramdaki genel tecrit ve büyükşehirlere dönük hafta sonu kısıtlamaları hariç tutulursa, ülke genelini kapsayan uzun süreli karantina uygulamasına başvurulmadı. Türkiye modelinin diğer ülkelerden ayrılan dikkat çekici bir yönü, belli yaş grupları üzerinden sınırlı bir karantinaya gidilmesiydi. Önce 65 yaş ve üstündeki vatandaşların, ardından 20 yaş altındaki gençler/çocukların sokağa çıkması yasaklandı.

En çok riske açık olan yaşlılar ile yüksek bulaştırma potansiyeli taşıyan gençler/çocuklar olmak üzere iki kesimin toplum hayatından izole edilmesi izlenen stratejinin en önemli unsurlarından biriydi. Açık kaynaklarda Bosna’daki 65 yaş üstü gruba dönük kısa süreli bir uygulama dışında doğrudan yaş grubuna odaklanan benzer bir tecrit önlemine rastlamadığımı -ihtiyat payıyla- belirtiyorum.

Türkiye’de vaka ve ölüm sayılarının pek çok Batı Avrupa ülkesine kıyasla çok daha düşük olmasında muhtelif faktörlerin yanı sıra bu önlemin de kritik bir rol oynadığını kabul etmemiz gerekiyor.

SAĞLIK BAKANI'NIN 1 NİSAN'DAKİ AÇIKLAMASI

Bununla birlikte, 65 yaş üstü kesimin gösterdiği özveri ile bu sonucun alınmasında oynadığı role karşılık, virüsten ne ölçüde etkilendiği hakkında detaylı bir fikrimiz yok. Bu durum aslında yalnızca 65 üstü değil, bütün yaş grupları açısından hem vakalar hem de ölüm oranları açısından geçerlidir. Çünkü normalleşmeye geçtiğimiz bugünlerde –toplam sayılar hariç-  Türk toplumunun yerleşimler itibarıyla ‘yatay’, nüfus içindeki dağılımı itibarıyla ‘dikey’ olarak COVID-19 virüsünden ne ölçüde etkilendiğini bilebilecek durumda değiliz.

Elimizdeki tek somut veri, Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın 1 Nisan tarihinde yaptığı ve o tarih itibarıyla hayatını kaybedenlerin yüzde 79.5’inin 60 yaşın üstündeki vatandaşlardan oluştuğunu duyurduğu açıklamasıdır. Koca, açıklamasında bu yaş kümesindeki ölümlerde tansiyon hastası olanların sayıca çok yüksek olduğunu da vurgulamıştı.

Bu açıklama yapıldığında 65 yaş ve üstündeki vatandaşlara 21 Mart tarihinde sokağa çıkma yasağı getirilmesinin üstünden 10 gün geçmişti. Dolayısıyla alınan kararın bu yaş kümesi üzerindeki sonuçlarını okuyabilmek henüz mümkün değildi. 

Yazının Devamını Oku

65 yaş üstü vatandaşların sesine kulak verelim

5 Haziran 2020
Son günlerde arkadaşlarım, dostlarımla yaptığım sohbetlerde, okuduklarımda, sosyal medyadaki paylaşımlarda sıkça dikkatime gelen, zihnimi meşgul eden bir konu var: Evlerinde kapalı kalan 65 yaş ve üzerindeki vatandaşlarımızın durumu...

Bu yaş kümesindeki insanların şikâyetlerinin her geçen gün artarak dalga dalga yayıldığını, bu kesimde ciddi bir rahatsızlığın dallanıp budaklanmakta olduğunu izliyorum.

“Bu kesim” diye kısa bir nitelemeyle ifade ettiğime bakmayın, Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre 2019 yılı itibarıyla 7 milyon 550 bin insandan söz ediyorum. Yani, nüfusumuzun yüzde 9.1’inden...

Üstelik, bilgi, birikim, hayat tecrübeleri itibarıyla önemsenmesi gereken, Türkiye’nin beşeri sermayesinin kuvvetli bir harcı var bu kesimde.

‘80 YAŞINDAKİ ANTİKA ARACIN İSYANI’

Son günlerde okuduğum iki makale beni bu konu üzerinde daha da etraflı bir şekilde düşünmeye davet etti doğrusu. Bunlardan birincisi yazar Oya Baydar’ın T-24 haber sitesi için kaleme aldığı ve sosyal medyada da geniş bir şekilde paylaşılan ‘80 Yaşında Bir Antika Aracın İsyanı’ başlıklı yazısı oldu.

Evet, adından da anlaşılacağı gibi, bu bir isyan yazısı. Baydar, yazıda 65 yaş üstü yaş grubuna getirilen sınırlamanın panik günlerinde zorunlu bir önlem olarak kabullenildiğini, ancak normalleşmeye girilmesiyle birlikte anlamını kaybettiği tezini işliyor.

Yazar, tezini bir dizi gerekçeye dayandırıyor. Bunlardan biri, sınırlamanın 65 yaş üstü gruptaki vatandaşlardan işi, dükkânı, şirketi ve yazlığı olanlar için kaldırılmış olmasıdır. “Ya çoğunlukta olan diğerleridiye soruyor Baydar ve ekliyor: “Yazlık evi olanlar otomobillerine atlayıp yazlığa gidebiliyor, olmayanların ev hapsi sürüyor”.

Keza, 65 yaş üstü olanların büyük çoğunluğunun çoluk çocukları ve torunlarıyla yaşadıklarını, 22 Mart’tan sonra geniş ailelerin çoğaldığını, kreşe giden torunlar ve 18 yaş üstündekilerin sokaktan evlere geldiklerini ve “

Yazının Devamını Oku