Sedat Ergin

Sağlık Bakanlığı’nın verilerini izlerken dikkatime takılan bir durum

8 Temmuz 2020
Dünkü yazım Sağlık Bakanlığı’nın COVID-19 virüsüne karşı yürütülen mücadeleye ilişkin bilgi paylaşım stratejisinde attığı yeni adımı konu alıyordu.

Her akşam Sağlık Bakanı’nın Twitter üzerinden yaptığı sosyal medya paylaşımlarına ek olarak ertesi gün bakanlığın web sitesinde yeni bir format üzerinden daha detaylı bir bilgilendirme geliyor. Bu raporlar günlük ve haftalık olarak iki ayrı formatta düzenleniyor.


Yeni bilgilendirme formatı vakaların özellikle bölgelere göre dağılımını haritalarla destekleyerek verdiği için salgının seyrini değerlendirebilmek açısından yararlı bir hizmet olarak görülmeli.

*

Önceki gün (pazartesi) Sağlık Bakanlığı’nın web sayfasında bu raporları incelerken dikkatime takılan bir durumla karşılaştım. Şöyle ki, Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın her akşam yaptığı günlük vaka, insan kaybı, yoğun bakıma alınan ya da solunum cihazına bağlanan hastaların sayılarına ilişkin bilgilendirici tweet paylaşımları ile daha sonra bakanlığın web sitesine konan yeni günlük raporlar arasında bazı küçük farklılıklar olabiliyor.


Yazının Devamını Oku

COVID-19’la mücadelede şeffaflığa doğru gecikmiş ama yerinde bir adım

7 Temmuz 2020
Koronavirüs COVID-19’a karşı yürütülen mücadelede Sağlık Bakanlığı’nın en çok eleştiri aldığı başlıklardan biri izlenen stratejinin şeffaflık boyutuyla ilgiliydi. Bakanlığın elindeki verileri, özellikle illere göre dökümleri kamuoyuyla ayrıntılı bir şekilde paylaşmaması yaygın bir yakınma konusu olageldi ilk günden beri.

Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın her akşam yaptığı sosyal medya paylaşımları günlük bazdaki test, yeni vaka, insan kaybı, yoğun bakıma alınan ya da solunum cihazına bağlanan hastaların toplam sayılarıyla sınırlı tutuldu. Koca’nın haftada bir düzenlediği basın toplantıları da mücadelenin genel seyri ve belli temalara odaklandı.

Buna karşılık, duyurulan vaka ve ölümlerin hangi illerde ortaya çıktığı, keza yaş kümelerine nasıl dağıldığı gibi bilgiler bu günlük paylaşımlarda yer almadı. Kamuoyu, yalnızca toplam sayılarla yetinmek durumunda kaldı. Koca’nın, krizin tırmandığı dönemde İstanbul’daki vakaların toplamın yüzde 60’ını oluşturduğu gibi bazı açıklamaları istisna olmayı geçmedi.

BİLİM KURULU’YLA DA PAYLAŞILMADI

Buradaki şeffaflık eksikliği Türkiye’yi problemli bir noktaya taşıyordu. Salgını Türkiye’den çok daha şiddetli bir şekilde yaşayan birçok Batı Avrupa ülkesinde COVID-19 vakaları ve insan kayıpları genellikle bölge, hatta şehir ve ayrıca yaş grupları bazında ayrıntılı bir şekilde açıklanıyordu. Şeffaflık, virüsle mücadelede toplumun güvenini kazanabilmek bakımından da zorunlu görülüyordu. Örneğin, Almanya’da salgınla mücadelenin merkezi kuruluşu olan ‘Robert Koch Institut’, bu gibi verileri günlük 7-8 sayfalık raporlarla son derece ayrıntılı bir şekilde paylaşmaya devam ediyor.

Şeffaflık örneklerine bakıldığında, Rusya’da bile günlük vaka ve ölüm sayılarının Moskova ve Saint Petersburg gibi büyük şehirler ve bölgelere göre günlük açıklanması dikkat çekiyor.

Daha çarpıcı olan bir husus, Türk kamuoyu bir tarafa, bu ayrıntılı verilerin Sağlık Bakanlığı bünyesinde oluşturulan Bilim Danışma Kurulu üyeleriyle de paylaşılmamasıydı. Günlük vakaların geçen ay birden artış yönelişine girmesi üzerine kurul üyesi Prof. Alpay Azap, yaptığı bir açıklamada “Yeni tanı konulan hastaların nerede yoğunlaştığını bilirsek daha iyi modeller ve tahminler yapabiliriz” diyerek kendilerinin de bu bilgilere sahip olmadıklarına işaret etmişti.

BAKANLIĞIN YENİ RAPOR FORMATI

 Sağlık Bakanlığı’nın çok eleştiri alan bu politikası geçen perşembe gününden bu yana değişmiş bulunuyor. Bakanlık, yine her akşam yeni verileri açıklamakla birlikte, buna ek olarak web sayfasına bu verilerin bölgesel ve yaş gruplarına göre dağılımlarını da içeren detaylı

Yazının Devamını Oku

Danıştay Kariye ile Ayasofya arasında sıkışınca...

4 Temmuz 2020
Ayasofya’da izlediğimiz, yolu Danıştay’a kadar uzanan temanın birebir benzeri var karşımızda...

Projektörler bu kez yine Bizans’tan kalan, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethinden bir süre sonra camiye çevrilen, ancak Cumhuriyet döneminde müzeye dönüştürülen, ardından UNESCO’nun ‘Dünya Kültür Mirası Listesi’ne alınan bir eski kiliseye çevrilmiş durumda.

Tarihi mekânın adı Kariye Müzesi... Geç Bizans döneminden bugüne kalan en önemli eserlerden biri. Bizans mozaik ve fresklerinin dünyadaki en zengin ve en iyi korunduğu kültür varlıklarından biri kabul ediliyor. İstanbul’da Topkapı Sarayı ve Ayasofya’dan sonra en çok ziyaretçi çeken müzelerden biri.

Osmanlı döneminde camiye çevrilen bu kilise, tek parti zamanında 1945 yılında çıkartılan bir Bakanlar Kurulu kararıyla Milli Eğitim Bakanlığı’na devredilerek müzeye dönüştürülmüştü. Yani tam 75 yıldır müze kimliği taşıyor.

Türkiye’nin 1983 yılında UNESCO’nun ‘Dünya Kültürel ve Doğal Mirasının Korunmasına Dair Sözleşmesi’ne taraf olmasından sonra ‘İstanbul’un Tarihi Alanları’ 1985 yılında ‘Dünya Mirası Listesi’ne dahil edilmişti. Bu adımın bir sonucu olarak tarihi surlar bölgesinde Edirnekapı ile Balat arasındaki Kariye Müzesi de ‘Dünya Mirası’ statüsü kazanmıştı.

*

Yaklaşık 15 yıldır Ayasofya’yı camiye çevirme girişimlerinin başını çeken ‘Sürekli Vakıflar, Tarihi Eserlere ve Çevreye Hizmet Derneği’, 2010 yılında Kariye konusunda da bir hamle yapıyor. Daha önce bu derneğin Ayasofya konusundaki başvurusuna ‘ret’ kararı veren Danıştay Onuncu Dairesi, 12 Mart 2014 tarihinde aldığı bir kararla Kariye ile ilgili başvuruyu da reddediyor.

Onuncu Daire, bu kararını ağırlıklı olarak Türkiye’nin uluslararası alandaki yükümlülükleri çerçevesinde gerekçelendirerek, eserin UNESCO’nun ‘Dünya Mirası Listesi’nde yer aldığına dikkat çekiyor. Kararda, Kariye’nin İnsanlık tarihinin bir veya birden fazla anlamlı dönemini temsil eden yapı tipinin... değerli bir örneğini sunması ve bir veya birden fazla kültürü temsil eden önemli bir örnek olması nedeniyle tüm dünyaya tanıtılma işlevinin gereği gibi yerine getirilebilmesi amacıyla müze olarak kullanılmasında hukuka aykırılık bulunmadığı” belirtiliyor.

Başvurucu dernek, Onuncu Daire’nin ret kararını bir üst itiraz makamı olan Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu’nda temyiz ediyor. Ayasofya’dakine benzer süreç temyiz aşamasında da tekrarlanıyor ve Kurul 26 Nisan 2017 tarihinde aldığı bir kararla başvuruyu reddederek Onuncu Daire’nin kararının onanmasını kararlaştırıyor.

Yazının Devamını Oku

Türkiye'nin Ayasofya karşısındaki 'Dünya Mirası' yükümlülüğü

3 Temmuz 2020
Ayasofya’nın müze statüsünden çıkartılıp yeniden cami statüsüne geçirilmesi yolundaki tartışmalar ağırlıklı olarak ulusal egemenlik ve aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu’nun fetih anlayışını simgeleyen ‘Kılıç Hakkı’ gibi kavramlar üzerinden cereyan ediyor.

Ancak bu tartışmaların bir de Türkiye’nin altına imza attığı uluslararası sözleşmelerle üstlendiği yükümlülükler gibi çok önemli bir boyutu daha var. Ayasofya dosyasını değerlendirirken meselenin bu parametresini gözden uzak tutmamak gerekiyor.

Birleşmiş Milletler Eğitim Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) Genel Konferansı’nın 1972 yılında sonuçlandırdığı ve Türkiye’nin 1983 yılında taraf olduğu ‘Dünya Kültürel ve Doğal Mirasının Korunmasına Dair Sözleşme’den söz ediyoruz.

*

Bu sözleşme, yaşadığımız yerküre üzerindeki doğal ve kültürel varlıkların korunması alanında insanlığın bugüne dek geliştirmiş olduğu yegâne ve oldukça etkili bir rejimin esaslarını, uygulanması taahhüt edilen kuralları ve bu çerçevede tasarlanan kurumsal mekanizmaları tanımlıyor.

Bu sözleşmenin ruhuna ve lafzına evrensel bir bakış hâkim. Sözleşme, daha başlangıcında “Kültürel ve doğal mirasın herhangi bir parçasının bozulmasının ya da yok olmasının, bütün dünya uluslarının mirası için zararlı bir yoksullaşma yarattığını” belirterek yola koyuluyor.

Ardından bu varlıkların üstün bir öneme sahip oldukları” için “tüm insanlığın dünya mirasının bir parçası olarak korunmaları gerektiğine” dikkat çekiyor. Metinde bu mirasın korunması “bütün ulus- lararası camianın ödevi” olarak tanımlanıyor.

Sözleşme, kültürel ve doğal mirasın korunması görevini öncelikle devletlere veriyor. ‘Egemenliğe tam saygı’ vurgusunu yapmakla birlikte, bu tür varlıkların “bütün uluslararası toplum tarafından işbirliği ile korunması gereken bir evrensel miras olduğunu” da kaydediyor. Burada devletlerin egemenliği ile ulus-

Yazının Devamını Oku

Danıştay’ın Ayasofya kararları bize ne söylüyor?

2 Temmuz 2020
Ayasofya’nın ibadete açılıp açılmayacağı tartışması haftalardır Türk kamuoyunu meşgul ediyor. Danıştay 10’uncu Dairesi’nin bugün yapacağı ve bu konudaki yeni bir başvuruyu değerlendireceği toplantı meselenin bundan sonra kazanacağı seyir bakımından önem taşıyor.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da 8 Haziran tarihinde TRT’de yaptığı bir açıklamada “Türkiye’nin kurumları var, böyle bir adım atılacaksa bunun yetki sahipleri bellidir. Parlamentosu var, bunun Danıştay’ı var. Dolayısıyla buralar kararını verir, bu karar verildikten sonra da icra makamı gerekli olan adımı atar. Danıştay’ın vereceği karar önemlidir. Danıştay ne karar alırsa biz de ona uyarız” diyerek, buradan çıkacak kararın kendileri açısından belirleyici olacağını belirtmişti.

Projektörler Danıştay’a çevrilince, bu kurumun Ayasofya konusunda geçmişte nasıl bir tutum aldığını incelemek amacıyla önceki kararları gözden geçirdiğimde karşıma şöyle bir tablo çıktı:

BAŞBAKANLIK 2004’TEKİ BAŞVURUYU REDDEDİYOR

 Bu konudaki hukuki girişimleri 2004 yılında başlatan, ‘Sürekli Vakıflar, Tarihi Eserler ve Çevreye Hizmet Derneği’ adlı kuruluş. Dernek, Ayasofya Camisi’nin müzeye çevrilmesine ilişkin 24 Kasım 1934 sayılı Bakanlar Kurulu kararının kaldırılarak mekânın yeniden ibadete açılması talebiyle Başbakanlığa başvuruda bulunuyor. Başvuruda Bakanlar Kurulu’nun bu konuda yeni bir karar alması talep ediliyor.

Başvurunun tarihi 22 Ekim 2004. Bu tarih AK Parti iktidarının ikinci yılının sonuna rastlıyor. Başbakanlık makamında Recep Tayyip Erdoğan oturuyor. İlginçtir ki, bu karara Başbakanlık tarafından bir yanıt verilmiyor.

2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun ‘İdari Makamların Sükutu’ başlığını taşıyan 10’uncu maddesi, başvurulara idare tarafından 60 gün içinde bir yanıt verilmezse isteğin reddedilmiş sayılacağını belirtiyor. Bu durumda Başbakanlık 2004 yılı sonunda Ayasofya başvurusunu reddetmiş oluyor.

DANIŞTAY ONUNCU DAİRE İTİRAZI REDDEDİYOR

 Söz konusu dernek, bunun üzerine itiraz makamı olarak konuyu Danıştay’a götürmeye karar veriyor. Başvuru 10 Ocak 2005 tarihinde Danıştay Onuncu Dairesi’ne iletiliyor.

Yazının Devamını Oku

COVID-19 ile mücadelede kısırdöngü nasıl kırılabilir?

1 Temmuz 2020
Dünkü yazımız Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın haziran ayı başında “Kara görüldü” demesine rağmen, yaptığı benzetmedeki “dalgalar” nedeniyle geminin karaya bir türlü yanaşamadığını, daha doğrusu Türkiye’nin COVID-19 ile mücadelede arzulanan sonuca bir türlü ulaşamadığını anlatıyordu.

Geminin limana güvenli bir şekilde yanaşıp demir atması bir tarafa, vaka sayılarında ortaya çıkan artışla mayıs ayı rakamlarına dönülmüş, ayrıca yoğun bakımda tutulan ya da entübe edilen hastaların sayıları da düzenli bir şekilde yükselmeye başlamıştır.

Kabul edelim ki, koronavirüsle mücadelede sıkıntılı bir evreye girmiş durumdayız. Salgının yayılma ivmesini nisan ayının ortasından itibaren baskılayıp aşağı doğru çekebilen Türkiye, haziran ayında bu mücadelede kazandığı zeminin bir kısmını kaybederek COVID-19 ile yürüttüğü bilek güreşinde bir kilitlenmeye girmiştir.

Bu mücadelede iki yönelişi aynı anda devinim içinde görüyoruz. Bir yanda, her gün atılan yeni adımlarının işaret ettiği bir normalleşme doğrultusu var. Örneğin, geçen mart ayında kapatılmış olan sinema ve tiyatrolar, düğün salonları, internet kafeler gibi alanlar sıkı kurallarla bugün itibarıyla yeniden faaliyete geçiyor.

Diğer doğrultuya baktığımızda, Sağlık Bakanı’nın akşamları açıkladığı rakamlarda her gün ortalama 1.400 vatandaşımız yeni COVID-19 hastası olarak ülkenin sağlık sisteminde kayda giriyor.

PROF. CEYHAN MAYIS AYINDA UYARMIŞTI

İşlerin bu noktaya gelebileceğine ilişkin ilk uyarıda bulunanlardan biri, koronavirüs konusunda verdiği mesajları Türk kamuoyunun ilk günden itibaren dikkatle izlediği Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi öğretim üyesi Prof. Mehmet Ceyhan’dı.

Daha geçen mayıs ayı başında AVM’lerin açılması kararı duyurulduğunda bunun riskli bir adım olduğu yolunda kuvvetli uyarılarda bulunmuştu Prof. Ceyhan. Mücadelede gevşeme gösteren ülkelerde virüsün yeniden yükselişe geçtiğini örneklerle hatırlatıyor, “Biz gevşemeyelim...” diyerek tehlike çanları çalıyordu.

Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Enfeksiyon Hastalıkları Bilim Dalı Başkanı olan Prof

Yazının Devamını Oku

Virüsle mücadelede kara göründü ancak gemi limana yanaşamıyor

30 Haziran 2020
Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, sürmekte olan savaşı anlatırken “zafer” hedefine yaklaşıldığından söz etmişti 3 Haziran tarihindeki açıklamasında.

Zafer”le karşıda görünen “kara”ya ulaşmayı kastediyorsa, evet Türkiye koronavirüs COVID-19’la savaşında zafer menziline girmiş gibi görünüyordu.

Koca, bu açıklamasında şöyle konuşmuştu:

Bu savaşı kazanacağımıza inancımız tamdır. Zaferimizin büyüklüğü ne kadar erken olacağına bağlıdır. Kara görülmüştür ama deniz durulmuş değildir. Yakalanmaktan kaçınacağımız olası dalgalar var.”

Aslında o gün iyimser bakmakta haksız sayılmazdı Sağlık Bakanı. Günlük yeni vaka sayıları mayıs ayının ikinci yarısında bir süre 1.000 eşiğinde kilitlendikten sonra ay sonunda yeniden düşüş yönelişine girmiş ve Koca’nın bu sözlerinden bir gün önce 2 Haziran tarihinde 786’ya kadar inmişti. Bu, virüsün zirve yaptığı günlerde 11 Nisan’da kaydedilen 5 bin 318 rakamından sonra bugüne dek açıklanan günlük vakalar içinde kayda girmiş olan en düşük sayıdır.

O günlerde uzmanların yaptıkları modellemelerde günlük vakaların haziran ayı ortasında 500’lere inebileceği tahmin ediliyordu.

EN DÜŞÜK SAYILAR HAZİRAN AYININ İLK HAFTASINDA

Bakanın bu iyimser mesajları verdiği zaman diliminde yalnızca vaka sayısında değil, yoğun bakımda tutulan ya da entübe edilen hastaların sayısında da sürekli bir düşüş eğilimi gözleniyordu. Yoğun bakımdaki en düşük hasta sayısı yine 1 Haziran’da başlayan o hafta 6 Haziran günü kaydedilmişti. 19 Nisan’da 1.922’ye tırmanmış olan bu sayı 6 Haziran’da 591’e kadar gerilemişti.

Keza entübe edilen hastalarda en düşük sayı 3 Haziran’da yani Bakan’ın “

Yazının Devamını Oku

Tarihin Yassıada üzerindeki hükmü 60 yıl sonra TBMM’den geldi

27 Haziran 2020
Geçen salı günü TBMM Genel Kurulu’nda ender rastlanacak bir şekilde bütün partilerin oylarıyla kabul edilen bir yasa teklifi Türkiye’nin meşakkatli demokrasi yolculuğundaki bir kara lekenin üstünün kapatılması ve 27 Mayıs 1960 darbesine bakışın doğru bir perspektife yerleştirilmesi bakımından tarihi önemde bir adıma sahne oldu.

Ülkedeki kutuplaşmaya paralel bir şekilde birbirlerine genellikle çatışma hatları üzerinden bakan siyasi partilerimiz bu kez işbirliği yaparak, 27 Mayıs darbesinin utanç verici sayfalarının en başında gelen Yassıada Mahkemesi’nin bütün tasarruflarını hukuken geçersiz kılan bir teklifin kabulü yönünde hep birlikte el kaldırdılar.

*

Darbeyi gerçekleştiren aktör olarak iktidarı elinde tutan Milli Birlik Komitesi’nin bir kararıyla kurulan, bu komitenin talimatlarıyla hareket eden ‘Yüksek Adalet Divanı’ kimliği altındaki Yassıada Mahkemesi’nin bütün izleri, bu yasayla birlikte hukuken yokluğa sevk edilmiş oluyor.

Böylelikle, aralarında darbeyle devrilmiş olan bir cumhurbaşkanı, bir başbakan, bakanlar, milletvekilleri, bürokratlar, memurlar ve partili sade vatandaşların yer aldığı toplam 592 sanığın muhtelif davalardan yargılandığı bu mahkemenin bütün kararları hükümsüz hale gelmektedir. Adalet Bakanlığı, önümüzdeki iki ay içinde bütün kararların adli sicil ve her türlü arşiv kayıtlarını silmiş olacaktır.

Ayrıca, bu yargılamalardan dolayı zarar görenler ve mirasçılarının kayıplarının karşılanması yönünde de bir düzenleme getiriliyor. Yasa uyarınca maddi ve manevi tazminat başvurularını değerlendirmek üzere Cumhurbaşkanlığı tarafından bir komisyon kurulacaktır.

*

Yassıada’da hukuk adına geçerli olan norm darbecilerin iradesiydi. Demokrat Parti şahsiyetlerini tutuklayıp, önemli bir bölümünü tartaklayarak Yassıada’ya gönderen bu irade kürsüde son sözü de söyleme hakkına da sahipti.

Hukukun darbecilerin elinde keyfi ölçüler içinde bir cezalandırma aracı olarak kullanıldığı yargılamalara tanıklık edildi. ‘Köpek davası’, ‘Bebek davası’ gibi hukukun katledildiği yüz kızartıcı örnekler yaşandı. Bu yönüyle bakıldığında, Yassıada yargılamaları, hukukun bir vesayet odağının elinde araçsallaştırılmasının ibret verici uç örneklerini sergileyen derslerle doludur.

Yazının Devamını Oku