Ankara gazeteciliğinin en önemli isimlerinden biriydi, ancak gazeteci muhitlerinde hiç görülmezdi. Kendisini gazeteci tayfasından biraz uzak tutardı. Bu, kısmen mesafeli kişiliğinden kaynaklanıyordu ama kendisini biraz farklı konumlandırması da bence burada bir faktördü.
Sonuçta özellikle genç kuşak gazeteciler onu daha çok hakkında anlatılanlar üzerinden tanırdı. Birlikte çalıştığı kişilere sert davrandığı, bazen çok çabuk sinirlendiği bu anlatılar içinde geniş bir yer tutardı.
Örneğin, 1958 yılında Ankara’da yayımlanan Yeni Gün gazetesinin genel yayın yönetmenliğini yaparken yanında gazeteciliğe başlattığı yeni Mülkiye öğrencisi kuzeni Hıncal Uluç, yıllar sonra onun -gazeteciliği öğretirken- “çok acımasız olduğunu”, “kendisine tahammül etmenin güç olduğunu” yazacaktı. Uluç’un hatırladığı, Kışlalı’nın Yeni Gün’de yanında işe aldığı küçük kardeşi Ahmet Taner Kışlalı’ya bir yazıyı 10 kez yazdırdığı, gelen yazıları her seferinde çöpe attığıdır. Uluç, Kışlalı’nın katı yönteminin mantığını “Yanlışımızı kendimiz bulmalıydık ki, bir daha yapmayalım” diye özetliyor.
Kışlalı
Gerilim karşılıklı açıklamalarla ciddi bir şekilde yükselirken, askeri strateji uzmanları çatışma ihtimaline dönük olarak, tarafların askeri yeteneklerini karşılaştırmakla meşguldüler. Bu uzmanların en çok tartıştıkları başlıklardan biri, coğrafi uzaklık faktörünün muhtemel bir harekâtta Türk Hava Kuvvetleri’nin operasyonel yeteneklerini ne ölçüde etkileyeceği sorusuydu.
Krizin tırmandığı bir sırada 22 Temmuz’da Türkiye ve Rusya’nın vardıkları mutabakatla birlikte Libya’da bir sıcak çatışma ihtimali -şimdilik- gündemden düşmüş bulunuyor.
TÜRK-RUS MUTABAKATI
Türk-Rus mutabakatı, “Libya’daki krizin askeri bir çözümünün olmadığını, sorunun ancak Libyalıların öncülüğünde ve Libyalıların sahiplendiği, BM’nin kolaylaştırıcılığında siyasi bir süreçle çözülebileceğini” belirtiyor.
Mutabakatın önemli bir noktası, Türkiye ve Rusya’nın “Libya’da kalıcı ve sürdürülebilir bir ateşkes için Libyalı tarafları teşvik etme”, “Libyalılar arasında siyasi diyalogu ilerletme” taahhüdünü üstlenmeleridir. İki ülke, Libya konusunda danışmalarda bulunmak üzere bir ortak çalışma grubu oluşturacaklardır.
Böylelikle, aslında uzun bir zamandır Türkiye ile Rusya arasındaki siyasi diyaloğun gündemine yerleşmiş olan Libya dosyası, 22 Temmuz mutabakatıyla birlikte, bu diyalog içinde bir mekanizmaya da bağlanmıştır.
LİBYA’DA SURİYE MODELİ
Bu yönüyle bakıldığında, iki ülke arasında Suriye’dekine benzer bir işbirliği kalıbının Libya’da da şekillendiğini görüyoruz. Suriye’deki iç savaşta, Türkiye silahlı muhalefeti, Rusya da
Açıklamalarına bakıldığında, Vali Baruş’un COVID-19 vakalarındaki artış nedeniyle bir hayli kaygılı olduğu hemen fark ediliyor. Vali, “Malatya’da 1 Temmuz’a kadar düşük sayılarla seyreden salgın sürecinin bu tarihten sonra sürekli bir artışla kendisini gösterdiğini” kaydederek, şöyle diyor:
“Özellikle son iki gündür günlük 100’lü rakamları aşan hasta sayılarına ulaştık. Toplamda pozitif vaka sayımız 2 binin üzerine çıktı. Şu anda aktif olarak takip edilen bin civarında hastamız var.”
Vali, bu olguların altını çizdikten sonra Malatyalılara bayramda sosyal mesafeye ve temizliğe dikkat etmeleri, maske kullanmaları çağrısında bulunuyor, “Salgının bitmediğini, aksine hasta sayısının arttığını, bulaştırıcılığın yükseldiğini aklımızdan çıkarmayalım” diye konuşuyor.
*
Malatya gibi bir ilimizde günlük vaka sayısının 100 eşiğini aşması her bakımdan düşündürücüdür.
Bunun gibi düşündürücü olan bir durum, Sağlık Bakanlığı’nın günlük olarak web sayfasına koyduğu raporlardaki verilerin Malatya Valisi’nin açıkladığı bu sayılarla örtüşmemesidir.
Sağlık Bakanlığı, geçen temmuz ayının başından itibaren web sayfasında günlük olarak yayımladığı ‘COVID-19 Günlük Durum Raporu’nda tespit edilen yeni vakaların bölgesel dağılımını da veriyor. Bakanlık, bu dağılımı yaparken Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) belirlediği 12 bölgeyi esas alıyor.
Malatya, bu sınıflandırmada ‘Ortadoğu Anadolu Bölgesi’nde yer alıyor. Bu bölgede Malatya dahil 8 ilimiz var. Diğerleri Elazığ, Bingöl, Tunceli, Van, Muş, Bitlis ve Hakkâri...
Gerçekten de resmi verilerde yeni vakalar düşme eğilimine girerken, aynı verilerde yoğun bakımdaki hastaların sayısının istikrarlı bir şekilde yükselmesinde izaha muhtaç bir durum vardı. Kaldı ki, geride bıraktığımız 10 gün içinde açıklanan günlük vakalar da yeniden yükselişe geçerek, dün itibarıyla bir kez daha 1.000 eşiğinin üstüne çıkmıştır.
Yoğun bakıma alınan ve bunlar arasında bir bölümü de entübe edilerek solunum cihazına bağlanan hastaların durumuyla ilgili verilere baktığımızda ana yöneliş olarak şu olgularla karşılaşıyoruz:
Yazıyı tamamlayan grafikte görüleceği gibi ilginç bir paradoks hemen göze çarpıyor. Günlük vakalarda haziran ayının ilk haftasında 1.000 eşiğinin altına inildikten sonra, 1 Haziran’da normalleşmeye geçiş adımlarının ardından yeniden bir artış eğilimi beliriyor. Burada dikkat etmemiz gereken bir nokta var. Haziran ayına yayılan zaman kesitinde yoğun bakımdaki hastaların sayısı günlük vaka sayılarının çok altındadır.
Temmuz ayının başında bir kırılma ortaya çıkıyor ve bu ayın ikinci haftasında günlük vakalar yeniden 1.000 eşiğinin altına iniyor. Ancak yoğun bakımda tutulan ve bir kısmı entübe edilen hastaların toplam sayısı bu düşüşten etkilenmeden artış yönelişini istikrarlı bir şekilde sürdürüyor.
Bu başlığa yol açan, Sağlık Bakanı Dr. Fahrettin Koca’nın “Kara görülmüştür ama deniz durulmuş değildir. Yakalanmaktan kaçınacağımız olası dalgalar var” şeklindeki sözleriydi.
Türkiye, virüsle mücadelesinde haziran ayı başında günlük vakalarda 1.000 eşiğinin altına inmişken, aynı dönemde normalleşmeye geçişin ardından salgın eğrisinin yeniden yukarı doğru dönmesiyle birlikte bütün hesaplar altüst olmuştu. Daha önce yapılan modellemelerde günlük vakaların haziran ayı sonunda 500’lere inmesi beklenirken geçen ayın sonunda vakalar 1.200-1.300 aralığındaki bir banda girmişti.
Bu yazıdan yaklaşık dört hafta kadar sonra bugün yazın ortasında salgının Türkiye’deki genel görüntüsünü değerlendirmeye çalışalım.
Önce Koca’nın benzetmesiyle devam edersek, evet, kara görünmüş olmakla birlikte gemi hâlâ dalgalarla boğuşmaya devam ediyor. Sevindirici bir haber, günlük vaka sayısının bu ayın ortasından itibaren yeniden 1.000 eşiğinin altına inmiş olmasıdır. Buna karşılık, insan kaybı rakamlarına baktığımızda bir azalma henüz belirmiş değil ve her gün ortalama 18-19 vatandaşımız hayatını kaybediyor.
Bu arada, vakalardaki düşüşün yoğun bakımda tutulan ve solunum cihazına bağlanan hastaların sayısına da yansımadığına dikkat çekmeliyiz. Örneğin, son iki hafta yoğun bakımdaki hasta sayısı neredeyse 6-8 Mayıs tarihlerindeki rakamlarla (1.200’ler) aynı düzeydedir.
Bu durumun neden kaynaklandığı hususunda detaylı bir analizin yapılabilmesi için yoğun bakımdaki hastaların yaş kümeleri dahil olmak üzere bir çok verinin bilinmesi gerekiyor. Ayrıca, yaza girildikten sonra güneydoğudaki vaka toplamının İstanbul’a yaklaştığı, hatta nüfus yoğunluğu itibarıyla İstanbul’u geride bıraktığı da vurgulanmalıdır.
*
Türkiye’nin Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’ne dönem başkanlığı yaptığı 2011 yılında İstanbul’da düzenlenen komite toplantısı sırasında imzaya açıldığı için sözleşmenin adı kısaca bu şekilde geçmektedir. İstanbul Çırağan Sarayı’nda 11 Mayıs 2011 tarihinde düzenlenen törende dönemin Dışişleri Bakanı Prof. Ahmet Davutoğlu ev sahibi sıfatıyla sözleşmenin altına ilk imzayı atan bakan olmuştur.
Türkiye, ardından sözleşmenin onay işlemlerini de süratle sonuçlandırmıştır. Onay sürecindeki adımlar tam bir sembolizmle örülüdür. Sözleşme TBMM Genel Kurulu’nda büyük bir mutabakatla ve alkışlarla kabul edildiğinde tarih 24 Kasım 2011’di. Oylama ‘25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü’nün bir gün öncesine denk getirilmişti.
Sözleşmenin daha sonra Cumhurbaşkanı tarafından onaylanan bir Bakanlar Kurulu kararıyla Resmi Gazete’nin mükerrer sayısında yayımlanması da Dünya Kadınlar Günü’ne, 8 Mart 2012 tarihine denk getirilmiştir. Kararda dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın imzaları hemen dikkat çekiyor.
Aslında Türkiye bu sözleşmeye her bakımdan tuğrasını vurmuştur. Metnin müzakerelerinde Türkiye’yi temsil eden ve bu süreçte aktif bir rol oynayan ODTÜ öğretim üyesi Prof. Feride Acar, daha sonra sözleşmenin uygulamasını izlemek üzere Avrupa Konseyi bünyesinde oluşturulan Uzmanlar Grubu’nun 2015’ten 2018 sonuna kadar 4 yıl süreyle başkanlığını yapmıştır. Keza, yine sözleşmeye taraf ülkelerin oluşturduğu ‘Taraflar Komitesi’nin 2014’te kurulmasından ardından dört yıl süreyle başkanlığını da o dönemde Türkiye’nin Avrupa Konseyi nezdindeki daimi temsilcisi olan Büyükelçi Erdoğan İşcan yürütmüştür.
*
İstanbul Sözleşmesi’nin önemi, kadının korunması başlığında uluslararası hukuk alanında bugüne dek ortaya çıkmış en ileri metin olmasıdır. Bu metin, kadını hedef alan şiddetin önlenmesi ve kadınların korunması için üstlenilen taahhütler ve getirilen kurumsal mekanizmalar anlamında daha önce kabul edilmiş olan Birleşmiş Milletler sözleşmelerinin çok önüne geçmiştir.
Ancak sözleşmenin en kayda değer yönü, kadının toplum içindeki statüsünü tarif ederken erkek karşısındaki konumuyla ilgili olarak temel aldığı evrensel eşitlikçi bakıştır.
Bu bakış, daha sözleşmenin hemen giriş bölümünde ‘kadına şiddet’ sorununun “
FETÖ’nün kontrolündeki bu mahkeme, 5 Ağustos 2013 tarihinde Ergenekon davasındaki kararlarını açıkladığında, Orgeneral Taşdeler, Ergenekon terör örgütünün yöneticisi olmak ve aynı zamanda Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) ‘Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını engellemeye teşebbüs’ suçunu düzenleyen 312’nci maddesinden müebbet hapis cezasına çarptırıldı.
*
Kardeşi Hasan Nevzat Taşdeler de ağabeyi gibi askerlik kariyerini seçti ve tümgeneral rütbesine kadar yükseldi. Ve onun yolu da ağabeyi gibi tutukluluğa ve ardından mahkûmiyete çıktı...
Taşdeler, İstanbul’da Harp Akademileri Komutanlığı’nın ‘Kurmay Başkanı’ olarak görev yaparken 15 Temmuz kalkışmasından sonra darbe girişimine katıldığı gerekçesiyle tutuklanarak hapse atıldı. Yapılan yargılama sonucu ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırıldı.
Aldıkları cezalar arasındaki farklardan biri, ağabeyin TCK 312, buna karşılık küçük kardeşin TCK’nın ‘anayasal düzeni değiştirmeye teşebbüs suçu’nu düzenleyen 309’uncu maddesinden mahkûm olmasıdır.
*
Fotoğrafa baktığımızda, bir tarafta FETÖ’nün kurguladığı bir davanın hedefi, mağduru olan orgeneral ağabey var...
Diğer tarafta, bu orgeneralin FETÖ’nün planlayıp icra ettiği bir darbe girişiminde yer aldığı iddiasıyla suçlanıp mahkûm olan tümgeneral kardeşi...
Darbe girişiminin yol açtığı olağanüstü koşullarda yanıt bulunması gereken pek çok soru belirdi, uygulamada, benimsenen yargı pratiklerinde bir dizi problemli durum ortaya çıktı.
Örneğin, suçüstü yakalanan darbecilerle suç kastı taşımadıkları halde salt verilen emirleri yerine getirdikleri için kendilerini birden darbe faaliyetinin ortasında bulan askerler birbirinden nasıl ayırt edilecekti? Darbecilerin hazırladıkları görevlendirme belgelerinde adı geçen askerlerin hepsi darbeci mi kabul edilecekti? Birliğinin başına giden, darbeye katılmayan ama o geceki hareket tarzları nedeniyle kendilerinden bir şekilde şüphe duyulan bazı komutanlara ne gibi bir işlem yapılacaktı?
Aradan dört yıl geçtikten sonra şimdi geriye dönüp baktığımızda, o dönemde savcıların, tutuklama kararlarını veren hâkimlerin ve özellikle birinci derece mahkemelerin sıkça ‘maksimalist’ bir anlayışla hareket ettiklerini, darbecilik suçlamasına geniş bir şekilde başvurulduğunu görüyoruz. Bu çerçevede, örneğin emirle sahaya sürülen erler de darbecilikle suçlanmış ve 16 Temmuz günü kendilerini demir parmaklıklar arkasında bulmuşlar, sonuçta büyük mağduriyetler yaşanmıştır.
Ancak yargılamaların başlamasıyla birlikte mahkemelerden beraat kararları da çıkmaya başlamıştır. Çok sancılı bir süreç izlemekle birlikte kalkışmanın dördüncü yıldönümünü geride bırakırken artık istinaf (bölge adliye mahkemeleri) ve ağırlıklı olarak da temyiz (Yargıtay) aşamasında anlamlı sayıda beraat ve tahliye kararlarının çıkmasına tanıklık ediyoruz.
GÖREVLENDİRME BELGESİ YETERLİ DELİL Mİ?
Yargıtay’da darbe davalarına bakan 16. Ceza Dairesi’nin bu konuda attığı ilk adımlardan biri 14 Temmuz 2017 tarihinde aldığı kritik bir karardı. Daire, bu kararda, darbecilerin sıkıyönetim direktifine ek ‘görevlendirme listesi’nde ‘sıkıyönetim komutanı’ olarak atanmanın, tek başına darbe suçuna katılmanın delili olarak kabul edilmesinin mümkün olmadığı ölçütünü getirmişti. Birçok komutan salt isimleri –gıyaplarında- bu listede geçtiği için hapse atılmış, KHK’larla ordudan ihraç edilmişti. Bu karar, sınırlı sayıda da olsa bazı tutuklu sanıkların serbest bırakılmasının önünü açtı.
Soruşturma ve kovuşturma süreçlerinde sıkça karşılaşılan sıkıntılı konulardan biri, genellikle sanıkların neredeyse hepsine Türk Ceza Kanunu’nun 309’uncu maddesi çerçevesinde ‘anayasal düzeni değiştirmeye teşebbüs etme suçu’nun atfedilmesi, istisnalar olmakla birlikte mahkemelerin de genellikle mahkûmiyetlerle ilgili hükümleri bu madde üzerinden kurmalarıydı.
Buna karşılık Yargıtay kararlarında ‘darbe faaliyeti’ ile ‘darbe faaliyetine yardımcı olma’ fiilleri arasında ayrım gözeten bir çizgi yerleşmeye başladı.