Bu dosya, Ege Ordu Komutanlığı darbe davasında yargılanmakta olan, 15 Temmuz tarihinde Edremit 19’uncu Motorlu Piyade Tugay Komutanı Tuğgeneral Nihayet Ünlü’nün durumunu konu alıyor.
Bundan üç yıl önce o sırada birbiri ardına çıkan darbe davalarına ilişkin iddianameleri incelerken en çok dikkatimi çekenlerden biriydi bu dosya; çünkü tek kişilik bir darbe iddianamesiydi... Tuğgeneral Ünlü’nün başında bulunduğu karargâhta darbe faaliyetiyle suçlanan bir başka sanık söz konusu değildi. Dosyası sonradan Ege Ordu Komutanlığı davasıyla birleştirilince buradaki tekil görüntü ortadan kalkmış oldu.
*
Dosyanın dikkatime takılmasının başlıca nedeni, Ünlü’nün suçlandığı delillere baktığımda 15 Temmuz gecesi darbe faaliyetine nasıl katıldığı, bu amaçla ne yaptığı, somut olarak hangi darbe fiillerinden sorumlu olduğu konusunda ikna edici bir delil bulmakta zorlanmamdı.
Ünlü, o gece darbe girişimi başladığında eşi ile birlikte Akçay’dayken televizyonlara da yansıyan haberleri duyunca hemen buradan Edremit’e intikal ederek karargâhın başına geçmiştir. Bu sırada dönemin Ege Ordu Komutanı Orgeneral Abdullah Recep de kendisini arayarak, “Derhal tugayına git ve tugayına sahip çık” emrini vermiştir.
Tanık ifadeleriyle de desteklendiği üzere Tuğgeneral Ünlü, tugayda durumu kontrol altına almış, birlik komutanlarını çağırmış ve anayasal çizgide duracakları mesajını vermiştir. 15 Temmuz gecesi zaten Edremit’teki tugaya bağlı Ayvalık, Burhaniye ve Bergama’daki birliklerde -askeri raporlarda da teyit edildiği üzere- herhangi bir hareketlilik gözlenmemiştir.
Ayrıca, sabaha karşı Ege Ordusu Kurmay Başkanı Tümgeneral Memduh Hakbilen Bergama’daki tank taburunu İzmir’e göndermesini kendisinden istediğinde bu talebi geri çevirmiştir. Hakbilen, o gece karargâhta darbe faaliyeti yürüttüğü gerekçesiyle dönemin Ege Ordu Komutanı Orgeneral Recep tarafından gözetim altına alınarak polise teslim edilen generaldir.
Orgeneral
Bu tablodan yola çıkarak, kalan 14 davanın önümüzdeki dönemde sonuçlanmasıyla birlikte, topun artık önce ‘istinaf’ aşamasında bölge adliye mahkemeleri ve ardından ‘temyiz’ aşamasında Yargıtay’ın sahasında olduğunu vurgulamıştık.
Aslında daha şimdiden istinaf ve temyiz aşamalarında belli bir mesafenin kat edildiğini belirtmeliyiz. Aldığım bilgilere göre, Yargıtay’a intikal etmiş olan 193 dolayında dosya var. Bundan, birinci derece mahkemelerde kapanmış olan 275 dosyadan 193’ünün, yani yüzde 70’inin bölge adliye mahkemelerindeki istinaf sürecini tamamlamış olduğunu anlıyoruz.
İSTİNAF VE TEMYİZDEN SONRA GÖREVE DÖNEN TUĞGENERAL
İstinaf aşamasındaki kararlar nasıl seyrediyor? Muhtelif kategorilerde örnekler verebiliriz. Bu çerçevede mahkemelerden gelen mahkûmiyet kararlarını ayrıntılı gerekçelerle bozan istinaf kararlarına rastlanabiliyor.
Çarpıcı bir örnek 15 Temmuz’da Tokat Jandarma Bölge Komutanı olarak görev yapan Tuğgeneral Adnan Arslan’ın durumudur. FETÖ’cü darbecilerin görevlendirme belgelerinde gıyabında ‘Tokat Sıkıyönetim Komutanı’ olarak gösterilen Tuğgeneral Arslan, Tokat Ağır Ceza Mahkemesi tarafından 2017 Ekim ayında örgüt üyesi olduğu gerekçesiyle 6 yıl 3 ay hapis cezasına çarptırılmıştır. Ancak istinaf sürecinde Samsun’daki Bölge Adliye Mahkemesi, 2018 yılında görevlendirme belgesinin tek başına yeterli bir delil olamayacağı gerekçesiyle bu kararı bozmuştur.
Dosya temyiz edilince, Yargıtay 16. Ceza Dairesi, yine 2018’de Samsun istinaf mahkemesinin kararına katılmış ve Tuğgeneral Arslan’ın suçsuzluğu kesinleşmiştir. Arslan, OHAL Komisyonu’ndan kamu görevine dönebileceğine ilişkin karar aldıktan sonra üniformasını yeniden giyerek Jandarma Genel Komutanlığı’nda mesaiye başlamış, ancak üç ay kadar görev yapmasının ardından kendi isteğiyle emekliye ayrılmıştır.
YARGITAY MAHKÛMİYET KARARINI NASIL BOZDU
Farklı bir örneği 15 Temmuz’da Diyarbakır’da Yedinci Kolordu Komutanı olarak görev yapan ve darbecilerin görevlendirme belgesinde adının karşısına yine gıyabında ‘Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanı’ yazılan Korgeneral
Bu değerlendirmeyi yaparken o gece kalkışmaya fiilen katılmış olan darbecilerin adalet önünde hesap vermeleri sürecinde kat edilen mesafeyi de görmüş oluyoruz. Ancak bu envanteri çıkartırken, açılan davalarda beraat eden askerlerin sayısının hiç de az olmadığını tespit etmek, soruşturma süreçlerinin yol açtığı mağduriyetlerin boyutları hakkında göz açıcı oluyor.
AKINCI DAVASI HÂLÂ BİTMEDİ
Meselenin mağduriyet kısmına geçmeden önce yargılamaların genel bir fotoğrafını çekelim. Son verilere baktığımda ilk dikkatimi çeken gelişme, davaların sonuçlandırılmasında geride bıraktığımız bir yıl içinde kaydedilen gelişmenin biraz sınırlı kalmış olması. 15 Temmuz sonrasında Türkiye’nin muhtelif illerinde toplam 289 darbe davası açılmıştı. Geçen yıl bugünlerde bu davalardan 265’i sonuçlanmış bulunuyordu. Bu yıl ise biten dava sayısı 275’e ulaşmıştır. Yani bir yıl içinde yalnızca 10 dava bitirilebilmiştir. COVID-19 salgını nedeniyle duruşmaların görülmesinde yaşanan duraklamayı bunun gerisindeki faktörlerden yalnızca biri olarak not etmeliyiz.
Bu durumda birinci derece mahkemelerdeki yargılamalarda parantezin kapatılabilmesi için 14 davanın daha sonuçlanması gerekiyor. Bunlardan biri, bu gruptaki en kritik dosyalardan biri olan 475 sanıklı Akıncı Üssü davası. 15 Temmuz 2016 gecesi darbe girişiminin ana karargâhı işlevini üstlenen bu üste yürütülen faaliyete ilişkin açılmış olan davada, halen savcılığın esas hakkındaki mütalaası üzerinde sanıkların yaptıkları savunmalar alınıyor.
Bunun gibi sürmekte olan bir diğer kritik dava 142 sanıklı Kara Kuvvetleri Komutanlığı dosyasıdır. Ayrıca, 512 sanıklı Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı davası da bu kategorideki önemli bir başka kovuşturmadır. Keza, Ege Ordu Komutanlığı davasında haklarında hüküm açıklanan 137 sanık dışında kalan 145 sanığın yargılanmasına oldukça ağır bir tempoda devam ediliyor.
Devam eden bu 14 davada yargılanan sanıkların toplamı 1.369’dur. Bu sanıklardan yalnızca 605’i tutukludur; 18’i hakkında ise yakalama kararı var... Kalan sanıklardan 544’ü adli kontrollü, 202’si ise adli kontrol önlemi de olmaksızın tutuksuz bir şekilde yargılanıyor.
Muhtemelen bu yılın sonunda kalan davaların da çoğunun, belki de tümünün sonuçlanmış olduğuna tanıklık edeceğiz. Böylelikle, darbe davalarında 2021’den itibaren top herhalde artık yalnızca istinaf mahkemeleri ve Yargıtay’ın sahasında olacaktır.
DAVALARIN GÖRÜNMEYEN MAĞDURLARI: ERLER...
Soruyu şöyle de açabiliriz: Darbenin icrası planlandığı şekilde 16 Temmuz sabaha karşı 03.00’te, yani Türkiye’de insanların büyük çoğunluğu uyku halindeyken başlasaydı ne olurdu? Sabah nasıl bir Türkiye’ye uyanırdık?
*
Tarihin akışını geri sarıp, bir varsayımla yeni bir kurgu üzerinden seyredebilmek mümkün olmuyor. Böyle olması yine de bizi makul ölçüler içinde bir dizi tahminde bulunmaktan alıkoymuyor.
Kalkışmanın icrasına kimse fark etmeden sabaha doğru geçilmiş olsaydı, tahmin edebiliriz ki, darbeciler ilk hamle üstünlüğünü ele geçirebilecekler ve bunun sağladığı bir dizi avantaja sahip olacaklardı. Kitlesel direnişin örgütlenebilmesinde en azından başlangıç aşamasında sıkıntı çekilebilecekti.
Ancak darbeye direnecek siyasi kadroların, TSK’nın darbeye karşı duran geniş kesiminin, emniyet örgütünün ve halkın gecikmeli bir şekilde de olsa seferber olmalarıyla birlikte 15 Temmuz’da tanıklık edilen duruma kıyasla, daha da sert bir çatışma dönemi yaşanır ve ardından eninde sonunda ‘demokrasi güçleri’ bu mücadeleden yine muzaffer çıkardı. Gelgelelim 15 Temmuz’a kıyasla çok daha kaotik bir ortamın belirmesi kaçınılmaz hale gelir, ülkenin ödeyeceği bedel her bakımdan daha yüksek olurdu. Türkiye, son tahlilde Fetullah Gülen’e teslim edilmezdi.
*
Aslında bu gibi varsayımlar üzerinden 15 Temmuz’u hatırlamanın bir yararı, o gece Türkiye’nin ne kadar büyük bir felaketin, daha doğrusu uçurumun eşiğinden dönmüş olduğu gerçeği üzerinde derinlemesine bir şekilde düşünmemize fırsat oluşturmasıdır.
Tabii, bu gerçeğin üzerinde düşünürken, böylesine sinsi bir örgütün nasıl olup da on yıllara yayılan sistematik ve sebatlı bir çabayla ülkenin ve devletin kurumlarının en ince kılcal damarlarına kadar sızıp nüfuz edebildiği sorusunun yanıtlarıyla yüzleşmekten de kaçınmamalıyız.
Dava Ayasofya’nın cami olması talebiyle 2016 yılında yeniden açıldığı ve o tarihte henüz Cumhurbaşkanlığı sistemine geçilmediği için Danıştay’da ‘Davalı’ olarak savunmayı Başbakanlık yapmış.
(Kapatılan) Başbakanlık, o tarihte Danıştay’a gönderdiği hukuki görüşte, özetle “1934 yılında yürürlüğe konan Ayasofya’nın müze yapılmasına ilişkin Bakanlar Kurulu kararına karşı yıllar sonra dava açılamayacağını, davanın süresinde olmadığını (zamanaşımı), davacının aynı içerikteki daha önceki başvurusunun reddedildiğini, bu kararın kesinleşmiş olduğunu” belirtiyor.
Başbakanlık, bu görüşleri kayda geçirdikten sonra “Ayasofya’nın tahsis ve kullanım şeklinin değiştirilmesinin yürütmenin takdirinde olduğunu, ulusal ve uluslararası koşullar ile iç hukuk çerçevesinde Bakanlar Kurulu’nca bu konuda her zaman karar alınabileceğini” kaydederek, davanın reddedilmesi gerektiğini savunuyor.
Geçen cuma günü açıklanan kararda, ‘Davalı İdarenin Savunması’ başlığı altında işte bu görüşler kayda geçirilmiştir.
Buna karşılık, 2 Temmuz tarihinde Danıştay 10’uncu Dairesi’nde görülen duruşmaya ‘Davalı’ taraf olarak katılan Cumhurbaşkanlığı’nın avukatı, herhangi bir tutum almayarak, konuyu dairenin takdirine bıraktıklarını belirtmiştir.
Danıştay’ın geçen cuma günü açıklanan ve Bakanlar Kurulu’nun 1934 tarihli Ayasofya tasarrufunu iptal eden kararı öncesindeki en kayda değer gelişmelerden birini yürütme cephesindeki bu tutum değişikliği olarak görebiliriz.
*
Danıştay, bu kararıyla Ayasofya konusunda daha önce yerleştirmiş olduğu ve 2017 yılında İdari Dava Daireleri Kurulu’nda ‘karar düzeltme’ aşamasından da geçerek kesinleşmiş olan içtihadının tümüyle karşıtı bir çizgiye yönelmiştir.
Bugün de AYM’nin geçenlerde Anayasa’nın “Kimseye işkence ve eziyet yapılamaz; kimse insan haysiyetiyle bağdaşmayan bir cezaya veya muameleye tabi tutulamaz” şeklindeki 17. maddesinin üçüncü fıkrası uyarınca aldığı ilginç bir kararı değerlendirmek istiyorum. Anayasa’nın 17’nci maddesindeki bu hüküm, büyük ölçüde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin üçüncü maddesinin tekrarı niteliğindedir.
Tartışma konusu olan karar, 2006 yılında Cudi Dağı’nda ‘güvenlik güçleri tarafından yakalanmadan önce yakınında patlayan bir patlayıcı madde nedeniyle sağ kolunu dirsek seviyesinden kaybeden’ Ersan Nazlier isimli bir PKK’lı teröristin özel durumunun cezaevi koşullarında yol açtığı sorunlarla ilgili olarak verilmiş.
HUKUK SÜRECİ BAŞLIYOR
Dosyaya baktığımızda şunu görüyoruz. Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi, yapılan yargılama sonucu 12 Mart 2013 tarihinde Nazlier’i devletin birliğini ve bütünlüğünü bozma, kasten öldürme, ateşli silahlar hakkındaki kanuna muhalefet etme, resmi belgede sahtecilik suçlarından iki kez ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına ve ayrıca 10 yıl 6 ay hapis cezasına çarptırır.
Hakkındaki en önemli delillerden biri kullandığı ileri sürülen silahın bir hafta önceki bir çatışmada bir askerin şehit edilmesinde de kullanıldığının balistik raporuyla tespit edilmiş olmasıdır.
Ceza, temyiz sürecinin ardından 18 Mart 2014 tarihinde kesinleşir.
Başvurucu, yakalandığı günden itibaren Diyarbakır’daki D Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Ceza İnfaz Kurumu’nda bir koğuşta tutulmaktadır. Ancak ceza kesinleşince ve daha sonra 2015 başında cezaevinde tek kişilik hücre yeri açılınca Nazlier koğuştan tek kişilik hücreye nakledilir. Bunun nedeni, 5275 sayılı İnfaz Kanunu’nun 25’inci maddesinin 1’inci fıkrasının ‘ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılanlar’ için “Hükümlü, tek kişilik odada barındırılır” düzenlemesini getirmiş olmasıdır.
Kendisinin tek kişilik hücreye konmasıyla birlikte AYM’ye kadar uzanan hukuk süreci de başlamış olur.
Mavi rengin baskın olduğu kamuflaj üniformasıyla Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’a esas duruşta tekmil veren Astsubay Öztürk, bakanın ne kadar zamandır Libya’da olduğu yolundaki sorusuna yanıt olarak da şöyle diyor:
“Dört buçuk aydır komutanım...”
Radar görevi yapan Başçavuş Öztürk’ün geçen şubat ayı sonundan bu yana burada olduğu anlaşılıyor.
*
Burası, Libya’nın başkenti Trablus’un 210 kilometre kadar doğusunda sahil kenti Misurata’daki askeri üs. Konuşma 4 Temmuz Cumartesi günü Akar’ın bu üste kurulmuş olan Türk Silahlı Kuvvetleri karargâhına yaptığı ziyaret sırasında geçiyor.
Milli Savunma Bakanlığı’nın web sitesine konan video dikkatli bir şekilde incelendiğinde, fondaki ekranlara düşen görüntülere bakıldığında, burada kapsamlı bir askeri faaliyetin yürütüldüğünü gözlemek mümkün.
Görüntü, Akar’ın Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Güler ile birlikte 3-4 Temmuz tarihlerinde gerçekleştirdiği Libya ziyaretiyle ilgili olarak bakanlığın internet sayfasında paylaşılan videolardan yalnızca biridir.
Bir başka videoda Milli Savunma Bakanı’nın Orta Akdeniz’de görev yapan Türk Deniz Görev Grubu gemisi ‘TCG-Giresun’ firkateynine helikopterle inişi görülüyor.
THY’nin Çin Halk Cumhuriyeti’ne –Hong Kong hariç- bütün uçuşlarının 31 Ocak tarihinde durdurulması bu sürecin başlama vuruşudur. İran’da COVID-19 vakalarının baş göstermesi üzerine ikinci adım olarak 23 Şubat’ta bu ülkeyle karadan sınır kapıları kapatılmış, bütün uçuşlar da durdurulmuştur.
Ardından kademeli bir şekilde Avrupa ülkelerine THY tarifeli seferlerinin durdurulması kararları gelmiştir. THY uçuşlarının 29 Şubat’ta durdurulduğu İtalya bu kıtada kısıtlama getirilen ilk ülkedir. Bunu 13 Mart’ta dokuz, 16 Mart’ta üç Avrupa ülkesinin bulunduğu toplu kısıtlama kararları izlemiştir. Son grupta Suudi Arabistan, Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri de yer almıştır. 22 Mart tarihinde alınan bir kararla New York, Washington D.C., Moskova, Hong Kong ve Addis Ababa dışında THY’nin dünyayla bütün hava bağlantısı kesilmiştir. 28 Mart’ta bu şehirler de dahil THY’nin tarifeli tüm dış hat uçuşları fiilen durmuştur.
Kargo seferleri ise bu kısıtlamalardan etkilenmeden devam etmiştir. Bu arada, yabancı havayollarının Türkiye’ye tarifeli seferleri de aşama aşama devreden çıkmıştır. Salgının bütün Avrupa kıtasını kasıp kavurduğu dönemde İstanbul Havalimanı’na en son tarifeli yabancı yolcu uçağı 19 Mart’ta inmiştir.
İLK ADIM İRAN’LA ATILDI, ANCAK...
Aradan üç ayı aşkın bir zaman geçtikten sonra bugün geldiğimiz noktada, Türkiye günlük vaka eşiği 1.000 eşiğinin üstünde seyrederken bir taraftan da normalleşme ve ekonomiyi yeniden canlandırma yönünde adımlar atıyor. Buna paralel bir şekilde dış dünyayla kesilmiş olan hava ve aynı zamanda kara bağlantılarının yeniden kurulması yönünde ciddi bir çabanın sergilendiği gözleniyor. Ancak bu alandaki normalleşmenin sancılı bir süreçten geçmekte olduğunu hemen belirtmeliyiz.
Bu konuda ilk adımlardan biri İran cephesine dönük atılmıştır. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, 15 Haziran’da İran Dışişleri Bakanı Cevat Zarif ile Ankara’daki görüşmesinden sonra “Sınırları açtık” açıklamasını yapmıştı.
İran’la Gürbulak sınır kapısı açılmış olsa da, hava sahasının bunu izleyip izlemeyeceği bu aşamada belirsizdir. Bunun nedeni COVID-19 salgınının son haftalarda İran’da tekrar tehlikeli bir tırmanışa geçmiş olmasıdır. İran’da yeni vaka ve ölümlerde mart sonu nisan başı rakamlarına dönülmüştür. THY’nin önümüzdeki hafta 16 Temmuz için planlandığı uçuşları başlatabilmesi sıkıntılı görünüyor.
ABD SEFERLERİNDE