Sedat Ergin

COVID-19’la mücadelede büyüyen tehdide dikkat

18 Eylül 2020
Sağlık Bakanı Fahrettin Koca “Bu gece sizi ve bütün halkımızı gerçekten üzen bir haberi, aynı üzüntüyü hissederek bildireceğim. Bu cümleyi bu toplumun Sağlık Bakanı olmak yanında bir hekim olarak da kurmak istiyorum. Koronavirüsle mücadelemizde bugün ilk kez bir hastamı kaybettim” açıklamasını yaptığında bundan tam altı ay öncesiydi.

Koca’nın 17 Mart günü gece geç saatlerde düzenlediği bu basın toplantısında Türk kamuoyu ülkedeki COVID-19 kaynaklı ilk ölüm haberini duydu. Beklenen o kötü haber sonunda gelmişti. Ölümcül dev bir dalganın yavaş yavaş Türkiye’nin üzerini kaplamaya başlamış olduğunu hissettik o akşam.

Aradan altı ay geçtikten sonra Türkiye hâlâ bu büyük dalgayla boğuşmaya devam etmektedir. Bu dalga nedeniyle önceki gün itibarıyla 7 bin 249 vatandaşımız bugün hayatta değildir.

İLK DALGAYLA MÜCADELEDE YAŞANAN FARKLILIK

Geçen altı ayın genel bir değerlendirmesini yaptığımızda, Türkiye’nin ilk dönemde COVID-19 salgınının sarsıcı sonuçlarını birçok Batı Avrupa ülkesine kıyasla çok daha düşük bir yoğunlukta atlattığını, bu mücadeleden daha az kayıpla çıktığını söylemek mümkündür. Salgının gecikmeli gelişi Türkiye’ye mücadeleye hazırlanabilmesi açısından değerli bir zaman kazandırmıştır. Başvurulan kitlesel kısıtlayıcı önlemler, uygulanan tedavi politikaları, aynı zamanda sağlık sistemindeki altyapının göreceli olarak yenilenmiş olması da dahil birçok faktör bu sonuçta rol oynamıştır.

Ancak kabul edelim ki, yaratılan caydırıcılığın sonucu toplumun geniş bir kesimine hâkim olan dikkatli, disiplinli hareket tarzının da önemli bir etkisi olmuştur alınan bu sonuçta. Vatandaşların çoğu, COVID-19 endişesiyle atacağı her adımı bir değil, iki, hatta üç kez düşünmüştür.

Salgın dalgası nisan ayında zirve yapmıştır. En yüksek günlük yeni vaka sayısı 11 Nisan tarihinde kaydedilmiştir: 5 bin 138... Yaklaşık bir hafta sonra 19 Nisan’da bir gün içindeki en yüksek ölüm sayısı kayda geçmiştir: 127...

Rakamların en yüksek eşiklere çıktığı bu tarihlerden sonra vaka ve ölümlerde uzun süre düzenli bir düşüş eğrisi gözledik. Örneğin, 1 Haziran’da bugüne dek kaydedilen en düşük günlük vaka eşiği olan 786 sayısıyla karşılaşılmıştır.

NORMALLEŞMEYE 

Yazının Devamını Oku

Mali’deki darbe ve Türkiye’nin tutumu

17 Eylül 2020
Mali’de geçen ay meydana gelen askeri darbenin yarattığı durum uluslararası politikada yeni bir çekişme konusu olarak karşımıza çıkmaya aday görünüyor. Darbeden sonra Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun Mali’ye giderek darbeyi yapan askeri konseyin liderliği ile görüşmesi, Türkiye’yi de Mali’deki denklemin ve bu konudaki tartışmaların bir parçası haline getiriyor.

Önce kısaca Mali’de ne olduğunu hatırlayalım. Mali, Afrika’nın kuzeybatısında denize çıkışı olmayan, 19 milyon dolayında bir nüfusa sahip, kıtanın sekizinci büyük ülkesi. Nüfusun çoğunluğu Müslüman olan Mali, Türkiye gibi İslam Konferansı Örgütü’ne üye.

Ülke 1968 sonrasında tam dört kez darbeye sahne olmuş. Geçen ağustos ayında devrilen Cumhurbaşkanı İbrahim Boubacar Keita, 2018 yılında düzenlenen seçimde ikinci turda oyların yüzde 67’sini alarak seçilmiş bir lider. Ancak son yıllarda Mali’deki çalkantılar bir türlü dinmemiş. Son olarak geçen nisan ayındaki parlamento seçimleri sonuçlarının ilan edilmesi aşamasında hile yapıldığı yolundaki iddialar, bunu izleyen protesto gösterileri ve muhalefet lideri Soumaila Cisse’nin tutuklanması ülkeyi ciddi bir buhranın içine sürüklemiş.

MUHALEFETİN BAŞINDA İMAM DİCKO

Keita’ya karşı sokaklardaki sivil itaatsizlik eylemlerini yürüten ‘M5-RFP Platformu’ (5 Haziran Hareketi) bir dizi muhalefet grubunun bir araya geldiği bir çatı örgütü. Hareketin başını ise Mali’nin eski Yüksek İslam Konseyi Başkanı İmam Mahmud Dicko çekiyor.

Cumhurbaşkanı Keita’nın, istifa etmesi yolundaki çağrılar karşısında seçim sonuçlarıyla oynamakla suçlanan Anayasa Mahkemesi’ni feshedip mahkemeye yeni üyeler ataması sokak gösterilerinin şiddetini kesmeye yetmedi. Derken, 18 Ağustos günü Albay Assimi Goita’nın başında bulunduğu darbeciler, yönetime el koyarak Cumhurbaşkanı Keita ve Başbakan Boubou Cisse’yi tutukladılar.

Ve her darbede genellikle yaşandığı üzere Mali’de de bir konsey ipleri eline aldı: Halkın Selameti İçin Ulusal Konsey... Yolsuzluklar, ekonomik kriz ve ulusal güvenlik sorunlarını müdahale gerekçesi olarak gösteren Konsey, demokrasiye dönme hedefiyle bir geçiş dönemine girildiğini duyurdu. Geçiş döneminde Cumhurbaşkanlığı görevini de 37 yaşındaki Albay Goita üstlendi.

Albay Goita, darbenin başını çektiği sırada Mali’nin merkez bölgesindeki Özel Kuvvetler birliklerinin komutanı olarak görev yapıyordu. Goita, ABD’de özel kuvvetler eğitimi almış bir subay.

Fransa’ya yakın bir isim olarak bilinen devrik Cumhurbaşkanı

Yazının Devamını Oku

Tam 40 yıl sonra 12 Eylül’e bakmak

16 Eylül 2020
Geçen cumartesi günü 12 Eylül 1980 darbesinin 40’ıncı yıldönümüydü.

Bu vesileyle en üst düzeyde toplantılar düzenlendi, konuşmalar yapıldı, basında birçok haber ve değerlendirme yayımlandı. Bu tartışmalar 12 Eylül’e giden süreci, darbe gününü ve sonrasında yaşadıklarımızı bir kez daha hatırlamak, üzerinde düşünmek açısından bir vesile oluşturdu.

Kırk yıl, bir ülkenin ‘yakın tarihi’ne giren bir zaman kesitidir. Genç kuşaklar için geçmişte kalan uzak bir zaman boyutunu gösteriyor olsa da, bugün Türkiye nüfusunun sayıca hiç de azımsanmayacak bir kesimi bakımından hafızalarda bütün sıcaklığını koruyan bir dönemden söz ediyoruz. 12 Eylül’ün baskı ortamını yaşamış, hapse girmiş, işkencelerine maruz kalmış insanların çoğu hayattadır; aralarında bugün bulundukları kulvarlarda önemli görevler üstlenenler de var.

TSK’nın emir komuta hiyerarşisi içinde gerçekleştirdiği darbenin pek çok yönü bugün de tartışma konusu olmaya devam ediyor. Geriye dönüp baktığımızda, toplumun çoğunluğunun askeri müdahaleyi büyük bir rahatlama duygusuyla karşılamasına yol açan koşullar, cereyan eden hadiseler 2020 yılının algılama ölçülerini zorluyor. Şehirlerin, semtlerin, mahallerinin bölündüğü, silahlı sol ve sağ gruplar arasında meydana gelen olaylarda, saldırılarda her gün onlarca insanın öldüğü, toplu katliamların yaşandığı bir dönemdi.

Olayların yaygınlığı içinde gazetelerde günlük duyurulan ölüm vakası toplamları bile çoğunluk birbirini tutmuyordu.

Ülkenin her bir tarafını kaplamış olan şiddet ve kaos ortamı karşısında ülkenin başbakanı Süleyman Demirel ile ana muhalefet lideri Bülent Ecevit’in bir araya gelmekten kaçınmaları gerginliği, kutuplaşmayı daha da büyütüyordu. Darbeden bir gün önce 11 Eylül’de, TBMM’de 22 Mart 1980 tarihinde başlamış olan Cumhurbaşkanlığı seçiminin 124’üncü turu yapılmış ve yine sonuç alınamamıştı. Siyaset kadroları, ne yazık ki ülkeyi bir bütün olarak felce sokan ağır koşulların zorunlu kıldığı esnekliği ve uzlaşıyı sergileyip, demokratik zemin içinde bir çıkış yolu üretememiştir.

*

Buna karşılık liderlerin buluşup el sıkışmaları ülkenin içine girdiği şiddet sarmalını durdurmaya yeter miydi sorusu da haksız sayılmaz. Ayrıca, 12 Eylül öncesindeki gibi büyük bir çalkantının ortaya çıkışını ve bunun sorumluluğunu tek bir faktör üzerinden okuyabilmek, açıklayabilmek de mümkün değildir. 12 Eylül’le noktalanan süreç, pek çok iç ve dış faktörün bir araya gelmesinin ve hadiselerin akışına etki etmesinin yarattığı topyekûn bir siyasi ve toplumsal savrulmaydı. O dönemi hızlandıran bir dizi olayın tam olarak aydınlatılması için daha kat edilmesi gereken uzun bir mesafe var önümüzde. Bu yönüyle 12 Eylül’ün parantezi hâlâ açık duruyor.

Askeri darbeyi olağanüstü koşullar getirmiştir. Ancak 12 Eylül sabahı Türkiye kendisini bu kez bir başka olağanüstü halin içinde bulmuştur. Hadiselerin birden bıçak gibi kesilmesinin ardından Türkiye askeri rejim altında çok ağır bir baskı dönemine girmiştir. Temel hak ve özgürlüklerin, bu çerçevede basın özgürlüğünün askıya alındığı, siyasetin yasaklandığı, siyasetçilerin tutuklandığı, yaygın insan hakları ihlallerinin her bir tarafı kapladığı, işkencenin rutin, olağan bir uygulamaya dönüştüğü karanlık bir dönem hüküm sürmüştür. Hatırlanmasını insan yüreğinin kaldırmayacağı, ölümlerle sonuçlanan dehşet verici işkence yöntemleri uygulanmıştır.

Yazının Devamını Oku

Doğu Akdeniz’de tehlikeli tırmanış

28 Ağustos 2020
Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de aynı anda iki gemisiyle sismik ve bir gemisiyle sondaj çalışması yürütmesi, Yunanistan’ın da Mısır’la münhasır ekonomik bölge anlaşması imzalaması gibi gelişmelerle birlikte iki ülke arasında baş gösteren gerilim, uluslararası politikanın sıcak gündemine yerleşmiş bulunuyor.

Bu gerilim AB’yi de içine alacak şekilde genişlerken, son günlerde Doğu Akdeniz’deki muhtelif ülkelerin savaş gemileri ve savaş uçaklarıyla yürüttükleri faaliyetlerde göze çarpan bir yoğunlaşma gözleniyor.

Fotoğrafın bütününü görebilmek için bölgedeki askeri faaliyetlerinden örnekler aktaralım.

FRANSA’DAN TÜRKİYE’Yİ ÇEVRELEME HAMLELERİ

Doğu Akdeniz’de son dönemde en çok varlık gösterme çabası içinde olan ülke, Fransa. Bu ülkenin en önemli hamlelerinden biri, iki hafta önce bir helikopter gemisi ile fırkateyni Girit Adası’na yollayarak Yunanistan’la bu bölgede bir ortak tatbikat yapmasıydı. Fransa’nın bu sırada 11 Ağustos’ta Kıbrıs Rum yönetimine (KRY) iki savaş uçağı ve bir askeri nakliye uçağı göndermesi de önemli bir ‘ilk’ oldu. Fransa belli ki Doğu Akdeniz’deki iddiasını artık hava gücüyle daha da kuvvetli bir şekilde ortaya koymak istiyor.

Fransa, Yunanistan ve KRY ile önceki gün başlayan yeni bir tatbikatla Doğu Akdeniz sahnesinde bir kez daha boy gösteriyor. Bu tatbikatta sınırlı bir ölçekte İtalya da yer alıyor. Fransa bu tatbikata Rafale tipi üç savaş uçağı ve helikopter yüklü bir fırkateyn ile katılıyor.

Fransa’nın Kıbrıs Rum kesiminde askeri uçak konuşlandırmasının önceki gece Dışişleri Bakanlığı’ndan yapılan bir açıklamayla sert bir dille eleştirilmesi, bu adımın Ankara cephesinde ciddi bir tepkiye yol açtığını gösteriyor. Dışişleri Sözcüsü Hami Aksoy’un açıklamasında, bu hareketin Kıbrıs’a ilişkin 1960 antlaşmalarına da aykırı olduğu, Fransa’nın Kıbrıs adasının garantörü olmadığı vurgulandı. Açıklamada Fransa, “Rum-Yunan ikilisini gerginliği daha da tırmandırma yönünde teşvik etmekle” suçlandı.

Önceki gün bir başka suçlama, bu kez Fransa cephesinden Türkiye’ye geldi. Fransa Savunma Bakanı Florance Parly, bu tatbikata Yunanistan ve Rum yönetimine Doğu Akdeniz’de destek vermek amacıyla katıldıklarını belirterek,  “Doğu Akdeniz bazılarının heveslerinin oyun alanı olmamalıdır” dedi. “Bazıları” ifadesi ile verilen mesajın Türkiye olduğuna kuşku yok.

Milli Savunma Bakanı

Yazının Devamını Oku

Her saat başı bir vatandaşımız COVID-19’dan ölüyor

27 Ağustos 2020
Bir süredir COVID-19 salgınıyla ilgili yazılara ara vermiştim. Bunun bir nedeni Doğu Akdeniz’deki sıcak gelişmelerin birden ön plana çıkmasıydı. Ama vakaların seyrine ilişkin açıklanan rakamların yol açtığı soru işaretleri de beni biraz bu başlıktan uzak durmaya itti.

Bu konudaki son yazılarımdan biri 5 Ağustos tarihliydi ve ‘Yoğun bakımdaki hasta sayısı neden açıklanmıyor?’ başlığını taşıyordu. Yazı, Sağlık Bakanlığı’nın temmuz ayı sonunda hastanede yoğun bakımda tutulanlar ile entübe edilen hastaların sayılarını açıklamaktan vazgeçip, bunun yerine ‘ağır hasta’ sayısını paylaşmaya başlamasının kamuoyu açısından bir güven meselesi yarattığını konu alıyordu.

Bir sonraki gün, 6 Ağustos’ta çıkan ‘COVID-19 vakalarında resmi rakamlar örtüşmeyince’ başlıklı yazım ise açık kaynaklara yansıyan vaka sayılarındaki artışlar ile Sağlık Bakanlığı’nın açıkladığı veriler arasındaki çelişkileri işliyordu. Bir ilin valisi tarafından beyan edilen günlük vaka sayısının, bakanlığın bu ilin bulunduğu bölge ile ilgili duyurduğu vaka toplamından fazla olması gibi durumlar, kaçınılmaz olarak bir inandırıcılık sorununa neden oluyordu. Burada izaha muhtaç bir durum vardı ve sahadan gelen bilgilerle resmi açıklamalar arasındaki makas giderek açılmaktaydı.

Sonuçta bir süre bu dosyayı uzaktan izlemeyi tercih ettim. Ancak bakanlığın açıkladığı son rakamlarda günlük vakalar 1500 eşiğini geçince yeni bir değerlendirme yapmaktan kendimi alıkoyamadım. Çekinceyle yaklaştığım son veriler bile aslında salgının yeniden çok tehlikeli bir aşamaya geçtiğini teyit etmeye yeterli.

1500 EŞİĞİ EN SON NE ZAMAN GEÇİLMİŞTİ?

Sağlık Bakanlığı, önceki akşam günlük vaka sayısını 1502 olarak duyurdu. Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın her akşam açıkladığı günlük verileri işlediğim Excel dosyasında en son ne zaman bu rakama yakın bir değer kaydedilmiş diye baktığımda şöyle bir tabloyla karşılaştım.

Geçen mart ayının son haftasında, yani salgının tırmanma döneminde olduğu bir sırada 1500 eşiği ilk kez geçiliyor. Nisan ayında günlük vakalarda 4 binli sayılara çıkıldıktan  sonra başlayan salgının düşüş döneminde 9 Mayıs’ta 1546 rakamı kayda geçiyor.

Vakalar 1000 eşiğinin altına indikten sonra haziran ayındaki dalgalanmada bir kez daha 1500’ün üstüne çıkıyor. 15 Haziran’da 1592 rakamı görülüyor. Bunu izleyen günlerde yeniden düşüş eğrisi başlıyor, 900’lü rakamlara kadar iniliyor. Ve ağustos ayında girilen tırmanmayla birlikte önceki gün 1500 eşiğinin geçilmesi yeterince uyarıcı olmalıdır.

YOĞUN BAKIMDAKİ HASTA SAYISI AÇIKLANMAYINCA...

Yazının Devamını Oku

Deniz ve Hava’da kurmaylık sistemi ne durumda?

26 Ağustos 2020
Dünkü yazımızda son Yüksek Askeri Şurâ toplantısında alınan kararlar çerçevesinde Kara Kuvvetleri Komutanlığı’ndaki terfileri büyüteç altına koymuş ve kurmaylık sistemindeki zemin kaybının sürdüğü saptamasını yapmıştık. Bugün projektörlerimizi Deniz ve Hava Kuvvetleri’ndeki terfilere yöneltelim.

Öncelikle son dönemde Doğu Akdeniz’de yükselmekte olan gerilimle birlikte herkesin dikkatlerini çevirdiği Deniz Kuvvetleri’ne baktığımızda, Kara Kuvvetleri’ndeki tablonun aksine kurmaylık sisteminin ağırlığını büyük ölçüde koruduğunu görüyoruz.

Bu durumu 23 Temmuz’da yapılan YAŞ toplantısı üzerinden gösterebiliriz. Şurâda toplam 9 albay amiralliğe terfi ederken, bunlardan 6’sı kurmay sınıfından geliyor. Deniz Kuvvetleri’nin kurmay kökenli yeni amiralleri mezuniyetleri itibarıyla Deniz Harp Okulu’nun 1994-95-96 devrelerinden. Bu arada, terfi eden diğer 3 albaydan 2’sinin mühendis sınıfından olduğuna da dikkat çekelim.

DENİZ KUVVETLERİ’NDE KURMAY AĞIRLIĞI SÜRÜYOR

Aslında son YAŞ’da beliren tablo, 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrasında Deniz Kuvvetleri’ndeki terfilerde karşımıza çıkan örüntüyle önemli ölçüde uyumludur.

Çok geniş bir FETÖ tasfiyesinin hemen ertesinde yapılan 2016 YAŞ’ında 14 albay tuğamiralliğe terfi ederken, bu grubun 8’i kurmay kadrolardan gelmişti. Keza 2017 YAŞ’ında ‘tuğ’ rütbesine terfi eden 14 albaydan 10’u kurmaydı. Bunu izleyen 2018 YAŞ’ında kurmayların oranı toplam 9 terfi içinde 4’e gerilemiştir. Ancak geçen yılki şurâda ‘tuğ’ rütbesine yükselen 11 albaydan 8’i yine kurmaylardan seçilmiştir. Bu yıl oran 9’da 6’dır.

Özetlemek gerekirse, 2016 sonrasında tuğamiral kadrosuna terfi eden toplam 57 subaydan 36’sı kurmay sınıfından gelmiştir. Buradaki oran yüzde 63’tür.

15 Temmuz öncesi döneme baktığımızda -genellikle- 8’de 7, yani YAŞ’ta ‘tuğ’ rütbesine terfi eden her 8 albaydan 7’sinin kurmay olması gibi bir teamülün işlediğini görüyoruz. Bazen oranın 7’de 6, 9’da 7 olduğu ya da 7’de 7 kaldığı yıllar da olmuş. 15 Temmuz sonrası dönemin olağanüstü koşulları içinde bu genel kalıp sınırlı bir ölçüde zemin kaybetmekle birlikte, her şeye rağmen kurmaylık sisteminin Deniz Kuvvetleri’nde ağırlığını koruduğunu söyleyebiliriz.

Ayrıca 2016 sonrasında tuğamiralden tümamiral kadrosuna doğru yapılan toplam 7 terfi kararında da isimlerin hepsi kurmay kökenli denizcilerdir.

Yazının Devamını Oku

TSK’da kurmaylık sisteminin zemin kaybı devam ediyor

25 Ağustos 2020
Geçen yıl eylül ayının ilk haftasında, 10-14 Eylül tarihleri arasında beş gün süreyle bu köşede yayımladığımız yazı dizisi, Yüksek Askeri Şura (YAŞ) kararlarından yola çıkarak TSK’nin kurumsal yapısında belirginleşmekte olan yeni yönelişleri ve bu çerçevede kurmaylık sisteminin ağırlığının azalmaya başladığını konu alıyordu.

Bu yıl 23 Temmuz tarihinde düzenlenen YAŞ toplantısı ve ardından Resmi Gazete’nin 5 Ağustos tarihli sayısında yayımlanan atama kararlarını inceledikten sonra yapacağımız değerlendirme, özellikle kurmaylık sistemine ilişkin bu tespitin iyice belirginleşmiş olduğudur.

GENERALLİĞE TERFİLERDE KURMAY SAYISI AZALIYOR

Bu tespitimizi özellikle Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nda albay rütbesinden tuğgeneralliğe terfi eden subayların durumu üzerinden göstermeye çalışalım.

Bu yılki YAŞ’ta toplam 32 albay, tuğgeneral rütbesine terfi etmiştir. Terfi sıralamasında bu toplamdan ilk 5’i kurmay, kalan 27’si ise kurmaylık eğitim sisteminden geçmemiş olan piyade, tankçı, topçu, muhabere, istihkam ve istihbarat gibi muhtelif sınıflardan subaylardır. Sınıf subaylığından gelen yeni tuğgenerallerin Kara Harp Okulu mezuniyetleri 1986’dan 1994’e kadar dokuz ayrı devreye yayılıyor. Kurmaylıktan geçenler ise 1990-95 arası devrelerdendir.

YAŞ terfilerinde sınıf subaylarının kurmay subayları sayıca geçmesi, FETÖ’nün darbe teşebbüsünün yaşandığı 15 Temmuz 2016 sonrasında ortaya çıkan bir durumdur.

Bu yöneliş ilk kez 2016 YAŞ’ında belirmiş ve o yıl tuğgeneralliğe terfi eden 57 albaydan 24’ü kurmay, 33’ü ise sınıf subayı olmuştu. 2017 YAŞ’ında ‘tuğ’ rütbesine geçişte sınıf subayları sayıca kurmaylardan yine fazlaydı. Bu şurâda tuğgeneralliğe terfi eden 37 albaydan yalnızca 17’si kurmay, 20’si ise sınıf subayıydı.

2018 yılında ise 24 albay generalliğe terfi ederken sınıf subayları 16 kişiyle yine çoğunluğu oluşturdu, kurmayların sayısı 8’de kaldı. Ve geçen yıl toplam 23 albay tuğgeneralliğe terfi ederken kurmayların sayısı iyice geriledi, 2 ile sınırlı kaldı.

15 Temmuz sonrası döneme baktığımızda, Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nda tuğgeneralliğe terfi eden 173 albaydan 117’sinin (yüzde 67.7) sınıf subayları, 56’sının (yüzde 32.3) ise kurmay subay havuzundan geldiğini söyleyebiliriz.

Yazının Devamını Oku

AB içindeki Türkiye çatlağı derinleşiyor

22 Ağustos 2020
Doğu Akdeniz’deki gelişmelerin bütün seyri, dünyanın bu bölgesinin Türkiye’nin Avrupa Birliği ve daha geniş anlamda Batı dünyası ile ilişkilerinde giderek en önemli meselelerden biri haline geldiğini gösteriyor.

Tam üyelik müzakerelerinin durmasından mülteci dosyasına ve oradan ifade özgürlüğü ve yargı konularına kadar çok geniş bir yelpazeye yayılan görüş ayrılıkları nedeniyle zaten kilitlenmiş olan Türkiye-AB diyaloğu, Doğu Akdeniz’in de bu zor gündeme yerleşmesiyle birlikte daha da karmaşıklaşmıştır.

Bu diyalog, ayrıca Kıbrıs’tan Libya’ya kadar uzanan bir jeopolitik eksende sıcak çatışma potansiyeli taşıyan risklere de açık haldedir. Bunun yarattığı basınç Türkiye ile AB arasındaki ilişkilerin sürekli olarak bir ‘kriz’ eşiğinde yönetilmesini zorunlu kılıyor.

AB, kendisini Doğu Akdeniz’de sınır anlaşmazlıklarının ortasındaki ana aktörlerden biri olarak bulmuştur. Bu anlaşmazlıklar birliğe tam üye iki ülkenin, Yunanistan ve Kıbrıs Rum yönetiminin Türkiye ile olan deniz sınırlarını ilgilendirdiğinden kaçınılmaz bir şekilde AB’yi de krizin içine çekiyor.

Üstelik, keşfedilen doğalgaz rezervleri nedeniyle çok büyük çıkarların söz konusu olduğu bir coğrafya burası. AB, doğalgaz alanında Rusya’ya olan bağımlılığını azaltmak açısından yakından ilgilidir bu rezervlerle. Meselenin bir yönü daha var. Fransa ve İtalya gibi AB üyesi ülkelerin şirketleri de buradaki doğalgaz kaynaklarının çıkartılması ve pazarlanması işlerinde fiilen sahada çalışmaktadır.

YUNANİSTAN VE KRY’YE AÇIK ÇEK

Konunun Türkiye’yi ilgilendiren boyutundaki temel güçlük, AB’nin Yunanistan ve Kıbrıs Rum yönetiminin deniz yetki alanlarına ilişkin tezlerine büyük ölçüde açık çek vermesinden kaynaklanıyor. KRY’nin 2004 yılında tek taraflı ilan ettiği ‘münhasır ekonomik bölge’si ve Yunanistan’ın kıta sahanlığına ilişkin maksimalist tezleri bu yönüyle AB’nin siyasi himayesi altındadır.

Geride bıraktığımız yıllarda gerek AB Dışişleri Bakanları Konseyi formatında, gerek liderler düzeyindeki konsey ve zirve toplantıları sonunda yayımlanan açıklamalar incelendiğinde, Yunanistan ve KRY’nin tezlerine çok kuvvetli bir destek verildiği görülebilir.

Bu iki ülkeyle “

Yazının Devamını Oku