Önceliği en sıcak bölgeye verip Akdeniz kıyılarından başlayalım gezimize... Antalya denince akla ilk gelen deniz, kum, güneş ve her şey dahil oteller olsa da bu şehir aslında bir tarih cenneti. Geçmişte kuzeyinde Pisidya, doğusunda Pamfilya, batısında da Likya varmış. Önemli yolların kavşağında ve inanılmaz bir tarihi mirasa sahip. Kaleiçi hâlâ kentin en ilgi çeken yerlerinden biri. Helenistik, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı devirlerini yaşamış surların içinde 3 bin ev var ve burası sit alanı olarak korunuyor.
Antalya’da denize girecek binlerce nokta var ama ben size en sevdiklerimden bir özet yapacağım. Antalya’daki diğer plajların aksine Side, kumlu ve sığ deniziyle özellikle çocuklu ailelerin favorisi. Konakladığınız otellerin plajları haricinde Manavgat Belediyesi’ne ait bir halk plajı olan Nar Beach’i de tercih edebilirsiniz. Adeta bir müze kent gibi düzenlenen Side’de sürprizlerle dolu çarşıda gezmeyi, antik tiyatrodan yüzyıllardır yükselen melodilere kulak vermeyi, Athena ve Apollon tapınaklarından günü batırmayı ve
2’nci yüzyıldan kalma bir hamamın ev sahipliği yaptığı Side Müzesi’ni ziyaret etmeyi ihmal etmeyin. Çevresindeki doğal güzellikleri keşfetmeyede mutlaka zaman ayırın.
Side’nin klasikleşen adreslerinden ve benim her zaman favorim olan Miramare Beach Hotel’in
(@miramarehotels) yaklaşık bin palmiyenin yer aldığı açık alanlarında vakit geçirmek de deniz keyfi yapmak da çok güzel.
Side’de konaklamak için diğer alternatifler; Barut Hemera (@baruthemera) ve Paloma Finesse Side
(@palomafinesse) olabilir. Side’de çarşı içindeki 6 Rooms by Azumare’nin (@6roomside) bahçesinde her adımda bir antik şehrin üzerinde olduğunuzu hissediyorsunuz. Çok etkileyici bir günbatımı terasları var.
Antalya’nın resort merkezi Belek. Upuzun kumsalları, sıcacık ve masmavi suyuyla onlarca otel var buradan denize girebileceğiniz. Önerilerim şunlar: Gloria Serenity Resort
İngilizce adıyla Montenegro, Türkçesiyle Karadağ; Kosova gibi dünyanın en yeni ülkelerinden biri. Parçalanan Yugoslavya’nın Avrupa haritasına son katkısı bu iki ülke oldu. Hırvatistan’ın muhteşem sahilleri sınırı geçtikten sonra Karadağ sahilleri olarak devam ediyor. Turizmi hızla büyüyen ülke, bu bölgede ekonomik tatil fırsatı sunuyor.
Karadağ tarihi ve konumu nedeniyle birçok farklı kültürün, medeniyetin ve imparatorluğun etkisi altında şekillenmiş. Karadağ’ın bilinen ilk sakinleri, MÖ 3’üncü yüzyılda bu topraklarda yaşayan İliryalılar. Roma ve Bizans dönemlerinin ardından, 9’uncu yüzyılda Slav kabilelerinin yerleşmesiyle bölgenin etnik yapısı değişmiş. 14’üncü yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliğine girmiş.
Bölgenin dağlık coğrafyasına uyum sağlayan savaşçı halkı 17’nci yüzyılda Osmanlılara karşı bağımsızlık mücadelesi vermiş ve 18’inci yüzyılda teokratik bir yapıya kavuşmuş. Günümüzde Müslüman azınlıklar olsa da ülkenin çoğunluğu hâlâ Ortodoks Hıristiyan.
1. Dünya Savaşı’ndan sonra ülke, 1922’de Sırbistan’la birleşmiş ve Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı’nın bir parçası haline gelmiş. Bu, Karadağ’ın bağımsız kimliğini geçici olarak yitirdiği bir dönem olsa da 1945’te kurulan Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti içinde kendisini destekledikleri için Devlet Başkanı Tito tarafından ülkeye yeniden federatif cumhuriyet statüsü verilmiş. Yugoslavya’nın dağılmasıyla Karadağ, 1990’larda Sırbistan ile birlikte Yugoslavya Federal Cumhuriyeti’nin parçası olmaya devam etmiş. 2006’daki referandum sonucunda, nihayet tam bağımsız bir ülke olmuş.
Kotor, Budva, Stari Bar ve Ulcinj gibi tarihi şehirleri farklı coğrafyalar peşinde koşan turistleri bekliyor. Mutfağında da Akdeniz esintileri görmek mümkün. Kajmak isimli peynirleri, burekleri, rakiya dedikleri brendileri ve Türk kahveleri bize tanıdık gelen lezzetler.
Venedik izleri
Karadağ’ın Adriyatik kıyısındaki, tarihi ve mimarisiyle ünlü Kotor kenti, pek çok krallık arasında el değiştirdikten sonra 14’üncü yüzyıldan itibaren Venedik Cumhuriyeti’nin kontrolüne geçmiş. O dönemde güçlü surlarla çevrilmiş ve Adriyatik’teki önemli deniz ticareti merkezlerinden biri haline gelmiş. Venedikliler, şehrin mimarisine ve savunma sistemlerine büyük katkılarda bulunmuş. Şehir, Karadağ’ın bağımsızlığını kazanmasıyla birlikte ülkenin en önemli kültürel ve turistik merkezlerinden biri haline geldi. UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne de giren şehir; dar sokakları, tarihi yapıları ve ortaçağdan kalma surları, doğal güzellikleri ve zengin tarihi dokusuyla her yıl binlerce turisti kendine çekmeyi başarıyor. Stari Grad yani ‘Eski Şehir’de Venedik mimarisinin izlerini sokaklarda, taş binalarda, meydanlarda yani her yerde hemen görebiliyorsunuz.
Görülecek yerler listenizin başına yazmanızı önereceğim St. Tryphon Katedrali, 1166’da inşa edilmiş. Aziz Tryphon, Kotor’un koruyucu azizi olarak biliniyor. Katedral, deprem ve savaş gibi olaylar nedeniyle birkaç kez yeniden inşa edilmek zorunda kalmış. Romanesk tarzındaki katedral, zaman içinde barok süslemelerle zenginleştirilmiş. 1195’te inşa edilen Aziz Luka Kilisesi’ni de görmenizi öneririm. En önemli özelliği hem Katolik hem de Ortodoks mezhebinden gelenlere ibadet için ev sahipliği yapmış olması.
Memleketimizin doğası ve iklimi her türlü turizm için olanak tanıyacak şartlara sahip. Bu sebeple genelde sıkça ismini duyduğumuz kayak merkezlerinden aslında çok daha fazlası var. Örneğin Elmadağ-Ankara, Bozdağ-İzmir, Yolaçtı-Bingöl, Altınkalbur Dağları-Bitlis, Hazarbaba (Sivrice)-Elazığ, Zigana-Gümüşhane, Yıldız Dağı-Sivas, Abalı-Van, Bubi Dağı-Ağrı, Salda-Burdur, Ovacık-Tunceli ile Bolkar-Akbulut ve Ergan kayak merkezleriyle Erzincan akla ilk gelenlerden. Bu tesisler şimdilik kendi bölgelerindeki kayak meraklılarına hitap edecek seviyede. Fakat ülkemizde kış turizmi geliştikçe bu yöreler de kendi payına düşeni alacak ve yeni kayak merkezleri kış sporlarını sevenler için alternatif olarak gündeme gelecek. Biz şimdi ülkemizin en çok tercih edilen karlı rotalarından bahsedelim...
Hafta sonu kaçamağı için duraklar
KOCAELİ-BURSA
Büyük şehirlere yakın olan, birkaç saatlik araba yolculuğuyla ulaşabileceğimiz kayak merkezleriyle listeye başlamak isterim. Eğer çok trafik yoksa İstanbul’dan çıkıp 1 saat içinde ulaşabileceğimiz yer Kocaeli-İzmit’teki Kartepe. Sapanca Gölü manzaralı yolda, ormanların içinden gitmek çok keyifli. Yakın olması ulaşım ve konaklama açısından kolaylık sağlıyor ama çok tercih edilmesi pistlerin biraz kalabalıklaşmasına da yol açabiliyor.
The Green Park Resort
Kartepe’de farklı seviyelere uygun pistler mevcut. Yeni başlayanlar için kolay pistlerde, ustalar için dik tepelerde, doğa düşkünleri içinse ağaçların arasında, pistlerin dışına çıkarak kaymak mümkün. Merkezden ayrılmadan kayak keyfini sonuna kadar yaşamak istiyorsanız Dedeman Kartepe ve kayak merkezindeki The Green Park Resort’u öneririm. Biraz daha rahatlamak ve kayak keyfinden sonra kendinizi şifalı sularla ödüllendirmek isterseniz Sakarya iline bağlı Sapanca’daki NG Enjoy’u tavsiye ederim. Gölün sakinliğine karşı, huzurlu bir ormanın içinde, ailece güzel vakit geçirebilirsiniz. Tesiste Türk ve dünya mutfaklarından lezzetler sunan restoranlar, açık ve kapalı havuzlar, hem çocuklara hem de yetişkinlere özel alanlarıyla sakinliği ve eğlenceyi bir arada bulabilirsiniz.Oksijen Zone
Marmara Bölgesi’nde kayak denince akla ilk gelen merkezlerden biri de Bursa’daki Uludağ. Eski adı Olympos olan ve Batı Anadolu’nun en yüksek zirvesi olan dağ 1961’den beri milli park statüsünde. Arabayla çıkmak istemezseniz Bursa’dan kayak merkezine teleferikle yaklaşık yarım saatte, harika manzaralar eşliğinde ulaşmanız da mümkün. Birinci bölgede dağda ilk yapılan tesisler var. İkinci bölgede daha yeni işletmeler görebilirsiniz. Birinci bölgede pistlere yakın konumuyla Beceren Otel ve son ziyaretimde konaklamak için tercih ettiğim Grand Yazıcı merkezin klasikleşmiş adresleri. Birinci bölgenin en yüksek rakımlı noktasında, çam ormanlarıyla çevrili bir noktada olan Oksijen Zone ise bence güzel bir alternatif.
İkinci bölgedeyse orman ve iglo evleri seçenekleriyle
Romanya’nın başkenti Bükreş’te ve diğer şehirlerinde ‘Ayrıcalıklı Rotalar’ programımız için iki ayrı bölüm çektik. Gittiğimiz her kent güzelliğiyle bir öncekini gölgede bıraktı. Fakat zengin tarihi, etkileyici mimarisi ve dinamik yaşamıyla Bükreş büyüleyici bir şehir. Romanya zaten eşsiz bir kültüre sahip ama ülkeyi daha iyi tanıyabilmeniz için önce biraz geçmişinden bahsedeceğim.
Bölgedeki ilk krallık olan Dacia, bizim topraklarımızdan giden Traklar tarafından kuruldu. Dacialılar MS 107 yılında Roma İmparatoru Trajan’ın ordularına yenildiler ve Dacia, Roma İmparatorluğu’nun bir eyaleti haline geldi. Gümüş ve altın rezervleri zengin olan bu topraklar Romalıların gözdesiydi. Bölgedeki yaygın dil Latinceydi fakat zamanla Latin kökenli Romence diye bir şekle evrildi.
14’üncü yüzyılda Romenlerin kendilerine ait beylikleri oldu: Bükreş ve civarındaki Eflak ve bugünkü Moldova’da yerleşmiş Boğdan. Eflak 15’inci yüzyıldan itibaren Osmanlı egemenliğine girdi. Bu dönemdeki en ünlü Eflak voyvodası, yani prensi Kazıklı Voyvoda (diğer adıyla 3. Vlad), uzun süre Osmanlı devletine karşı direndi. Bram Stoker’ın 1897’de yazdığı ‘Dracula’ romanına ve ondan esinlenen pek çok filme konu olan Vlad vahşi uygulamalarıyla tanınıyordu. Fakat prens bölgede yaşayanlar için aslında bir halk kahramanıydı. Boğdan’ın en ünlü voyvodasıysa Büyük Stefan’dı. 3. Stefan diye de bilinen voyvodanın ölümünden sonra Boğdan da Osmanlı egemenliği altına girdi. Zamanla Eflak ve Boğdan Osmanlılara vergi veren, savaşlarda asker yardımı yapan, İstanbul’un yiyecek ihtiyacının karşılanmasında rol oynayan ve voyvodaları Romen soyluları arasından Osmanlı padişahı tarafından seçilen beylikler haline geldi. Ama tüm bunlara rağmen Osmanlılar Romanya’nın özerkliğine karışmadı.
93 Harbi’nde Osmanlılar Ruslara yenilince yapılan Berlin Antlaşması’yla Romanya bağımsızlığını kazandı. Ardından krallık ilan edildi. Alman asıllı Prens Kari, 1. Carol adıyla kuzeni Fransız imparatoru
3. Napolyon’un da onayıyla Romanya’nın ilk kralı oldu.
1944’te Kızıl Ordu Romanya’yı işgal etti ve Sosyalist Romanya Halk Cumhuriyeti ilan edildi.
1967’de Çavuşesku Romanya’nın devlet başkanı oldu. 1989’da Romanya Devrimi’yle Çavuşesku iktidarı son buldu ve ülke demokrasiye geçti. Romanya 2004’te NATO’ya, 2007’de Avrupa Birliği’ne katıldı. 2023’te de Schengen bölgesinin bir parçası oldu.
Eski ve yeninin birlikteliği
Doğası, tarihi ve kaliteli tesisleriyle dikkat çeken Fethiye tam bir çekim merkezi. Eski bir Likya şehri olan Telmessos’un üzerine kurulmuş. Grekçe Makri, Türkçe Meğri diye bilinen ilçe, adını savaş kahramanı bir pilot olan Fethi Bey’den almış. Fethiye’ye gittiğinizde öncelikle körfezine hâkim konumdaki Kadyanda, şehir yapısından dolayı ‘yuvarlak’ anlamına gelen Pınara, en geniş sınırlara sahip Likya kenti olan Tlos ve 1988’den beri UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde olan Ksanthos ile Likya’nın kutsal alanı Letoon antik kentlerini gezi listenize ekleyin.
Denizin tadını çıkarmak için Ölüdeniz Tabiat Parkı, Belcekız Plajı, Kabak Koyu ve 80’den fazla kelebek türüne ev sahipliği yapan Kelebekler Vadisi popüler noktalar. Saklıkent Kanyonu’nda rehberli turlara katılmak macera düşkünlerinin ilgisini çekebilir.
Burada ayrıca kendinizi turkuvaz denizin sonsuzluğuna bırakmak için Faralya bölgesine uğramanızı tavsiye ederim. Burası bence İtalya’daki Salerno Körfezi’nin güney kıyısındaki Amalfi sahiline çok benziyor.
Eski adı Levissi olan Kayaköy ise fotoğrafseverler için görülmesi gereken bir yer. Antik dönemde Karmylassos olarak bilinen bu Rum köyü Likya uygarlığının önemli yerleşim yerlerinden biri üzerine inşa edilmiş. 18’inci yüzyılda Gemiler Adası’nda yaşayan Rumların korsanlardan kaçabilmek için iç taraflara göç ederek köyü kurduğu düşünülüyor. Terk edilmişliği hissedeceğiniz bu köyde şimdi 2 kilise, 14 şapel ve
3 bin 500’den fazla ev var.
Her tarza göre seçenek
Faralya’da konforlu ve sakin bir yer arıyorsanız Lov Faralya’yı öneririm. Yacht Boheme, Yacht Classic ve Unique de listenizde olsun. Kayaköy’deki Kaya Villas Exclusive ile Ada Dreams History, Turunç Pınarı Koyu’ndaki Yazz Collective ve Kabak Plajı’nın yanındaki La Boheme Kabak da diğer seçenekler. Glamping için Kabak Dome Suites ve Perdue öne çıkıyor.
Merkezdeki Hilmi Restaurant, İncir Fethiye ve Sea Me Beach de bence en iyi lezzet durakları.
Chenot Palace Weggis
Alpler’in doğasında yenilenmek
19’uncu yüzyıldan kalma binasıyla eski ve yeniyi uyumla birleştiriyor
İsviçre’nin meşhur Luzern Gölü kıyısındaki otel sadece ülkede değil, dünya çapında ünlü. Sağlık turizminin gözde adresleri arasındaki bu merkezin sahibinin bir Türk şirketi olması ayrı bir gurur. Bu bilgi çok bilinmese de uluslararası bir üne sahip bir tesisin iç dekorasyonunda Türk markalarının adını görmek beni çok mutlu etti. 1880’de Belle Epoque tarzında inşa edilmiş ana bina otelin tarihi kısmı. Ona uyumlu olarak yapılmış iki modern binayla eski ve yeninin harika bir birleşimi sağlanmış. Önünüzde göl, karşınızda Alpler, yemyeşil ormanlara sırtını vermiş bu tesiste aldığınız her nefeste sağlığın damarlarınızda dolaştığını hissediyorsunuz. Otel 3 yıl üst üste hem ‘Dünya SPA Ödülü’nü kazanmış hem de ‘Dünyanın En İyi Detoks Programı’ seçilmiş. @chenotpalaceweggisBorgo Egnazia
Roma yolunun sonunda
Geceleri bahçe ve bina yüzlerce mumla aydınlatılıyor
Bu tasarım harikası otel, tarihin içinde tam bir Akdeniz tatili vaat ediyor. Son dönemde turizm açısından öne çıkan Puglia bölgesindeki tesis, ismini Sultanahmet Meydanı’ndan başlayıp buraya yakın Egnatia kentinde biten eski Roma yolundan almış. 100 yıllık zeytin ağaçlarının arasındaki otelin özellikle restoranları çok başarılı. Tesiste golf sahası var ve Borgo adında tarihi kasabayı da görebilirsiniz. Dünyaca ünlü bu tesis Madonna’nın yaş günü ve Justin Timberlake-Jessica Biel çiftinin düğünleriyle gündeme gelmişti. Burcu Esmersoy da düğünü için bu özel mekânı tercih edenler arasındaydı. Burada kalırken en etkilendiğim anlardan biri, hava kararınca bu harika otelin her tarafını yüzlerce mumla aydınlatmaları olmuştu. O an gerçekten bir masalın içine girmiş gibi hissediyor insan. @borgoegnazia
Hotel das Cataratas
Dünyanın en büyük Müslüman ülkesi olan Endonezya’nın neredeyse 18 bin adası var. Bunlardan özellikle birine, Bali’ye gittiğiniz zaman dikkatinizi çeken ilk şey herkesin mutlu olması. İnsanları, dansları, kültürü, kumsalı, denizi, güneşi, lüks otelleri muhteşem. Tüm bu özellikleri sayesinde ideal bir balayı rotası olarak ünlenmiş. Bali Adası’nın ilk sakinleri yaklaşık 4 bin yıl kadar önce bölgeye yerleşen Tayvanlılar olmuş. Ancak zaman içinde etkilendikleri Hint kültürünü bugün bile soluyorsunuz. Etrafı gezerken her köşe başına sinen sanatsal detayların nedeni 15’inci yüzyılda adaya yoğun bir sanatçı göçünün olması. 19’uncu yüzyıl sonu ve 20’nci yüzyıl başı Bali halkı için çok kanlı geçmiş. Direnmişler ama Hollanda sömürgesi olmaktan kurtulamamışlar. 2. Dünya Savaşı’nı da Japon işgali altında yaşamışlar.
Bali’ye İstanbul’dan 15 saatlik bir uçuşla ulaşıyorsunuz. Changi Havalimanı’nın botanik bahçesine benzeyen ortamı nasıl bir cennete ulaştığınızın habercisi oluyor. Yolculuk yorucu ama Bali sizi hemen hayata döndürüyor.Monkey Forest (Maymun Ormanı)
Sanatın kalbinin attığı yer
Ubud beni en çok etkileyen kentlerden biriydi. Adanın tam ortasında bir kültür vahası olan şehrin anacaddesi Jalan Raya, alışveriş düşkünlerini mutlu edecek dükkânlarla ve şehrin ruhunu yansıtan sanat galerileriyle dolu. Kentin cömertçe sunduğu güzellikleri keşfetmenin en güzel yoluysa bisiklet. En çok ilgi çeken durakların başında maymunların krallıklarını ilan ettikleri Monkey Forest (Mandala Wisata Wenara Wana) var. Üç tapınağın olduğu ormanda hırsızlıklarıyla ünlü yüzlerce maymunla karşılaşacaksınız, hazırlıklı olun.
Ubud’a gidip de Petulu’yu görmeden dönmek olmaz. Burası doğanın kendi çabalarıyla yarattığı bir cennet. Dansçılar ve sanatçılar gününüze renk katabilir ancak Petulu’da başrol kuşların. Fil Mağarası olarak da bilinen Goa Gajah ünlü bir tapınak ama bazıları bu küçük mağarayı gördüğünde hayal kırıklığı yaşıyor. Geleneksel mimari öğelerini görmek için 19’uncu yüzyılda inşa edilmiş Puri Saren Ubud’u (Ubud Sarayı) görmenizi öneririm. Puri Lukisan Müzesi de modern sanattan hoşlananları kolayca etkisi altına alan bir koleksiyona ev sahipliği yapıyor.
Etrafta olağanüstü güzellikte ve çok farklı mimari üslupta binlerce tapınak var. Tanah Lot Tapınağı (Pura Tanah Lot) adanın en gözde yerlerinden ve Bali mitolojisinin öne çıkan yedi deniz tapınağından biri. Burada zehirli denizyılanlarının tapınağı düşmanlara karşı koruduğuna inanılıyor. Bali’de ‘ana tapınak’ olarak adlandırılan Besakih Tapınağı (Pura Besakih) mutlaka listenizde olmalı. Bali mitolojisinde ve inanışında çok önemli olan Agung Yanardağı (Gunung Agung) adanın en yüksek noktası. Gitmişken manzaranın tadını çıkarın. Tampaksiring ise kutsal bir su kaynağı ve Bali’nin Kuta bölgesine yaklaşık iki saat mesafede. Orada ibadet edip yıkanan Hinduları görebilirsiniz.Pura Ulun Danu Bratan Tapınağı
Manzarasıyla sizi büyüleyecek başka bir tapınaksa Uluwatu’da. Tapınak şehirle aynı adı taşıyor ve anlamı da ‘en uçtaki kaya’. Neredeyse 100 metreden okyanusun turkuvaz sularını izleyebiliyorsunuz. Bratan Gölü’nün ortasından yükselen Pura Ulun Danu Bratan Tapınağı ise zarafetiyle sizi büyüleyecek. 17’nci yüzyılda Bali’nin denizler, ırmaklar ve göller tanrıçası Dewi Danu için yaptırılmış.
Sansar dışkısından kahve
Cumhuriyetimizin 100’üncü yılı kapsamında hem dahil olduğum projeler hem de televizyon programımın çekimleri için Ankara’daydım. Bir süredir gezmek için gidemediğim başkenti, böyle anlamlı bir zamanda yeniden keşfetmek benim için harika bir deneyim oldu. Anadolu’nun diğer şehirlerinde olduğu gibi köklü bir tarihi var Ankara’nın. MÖ 1200’lerde Hititlerin yaşadığı şehrin adı Ankuwash imiş. Daha sonra Lidya ve Perslilerin egemenliğine girmiş. Gordion’da kimsenin çözemediği düğümü, kılıcıyla ortadan ikiye ayıran Makedonyalı Büyük İskender, yoluna devam edip MÖ 333’te o zamanki adı Ankyra olan Ankara’ya girmiş. MÖ 24’te Roma İmparatorluğu’nun Galatia bölgesinin başkenti olan Ankara, ticaret yollarının üzerinde bulunmasının avantajını hep yaşamış.
1402’de Anadolu’yu perişan eden Timur, Osmanlı Sultanı 1. Bayezid’i Ankara Savaşı’nda yenmiş. Ardından taht mücadeleleriyle geçen 9 senenin sonunda Fatih Sultan Mehmet’in dedesi olan Çelebi Mehmet düzeni ele alarak Osmanlı devletinin devamını sağlamış. Bu olaydan yaklaşık 500 yıl sonra, bu şehir Türk tarihinin şanlı sayfalarından birine adını kazımış. Atatürk 13 Ekim 1923’te Ankara’yı başkentimiz yapmış.Aslanhane Camisi
Kaleden başlayalım
Ankara deyince akla ilk gelen yerlerden biri kalesi... Buradan çıkalım gezimize; ahşap evlerin arnavutkaldırımlı sokaklara taştığı Ankara Kalesi Hititler tarafından 3 bin yıl önce yapılmış, bugün gördüğünüz surlar Bizans İmparatoru 3. Mikail’in yaptırdıkları. En güzel manzara Ak Kale’den izleniyor. Kalede 24 ahşap sütun üzerinde yükselen Aslanhane, diğer adıyla Ahi Şerafettin Camisi şehrin en çarpıcı yapılarından biri. 1289’a tarihlenen caminin kurucusunun bahçede gömülü olduğu yerse Ankara’daki yegâne Selçuklu anıt mezarı. Aslanhane Camisi ‘Anadolu’nun Orta Çağ Dönemi Ahşap Direkli ve Kirişli Camileri’ adıyla UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ne girdi.Anadolu Medeniyetleri Müzesi
Türkiye’nin en önemli müzelerinden Anadolu Medeniyetleri Müzesi, kalenin ana giriş kapısına çok yakın. Fatih’in vezirlerince yaptırılan Bedesten ve Kurşunlu Han’ın ev sahipliği yaptığı müzede taş devrinden klasik dönemlere kadar çok sayıda seçkin eseri görebilirsiniz. Atatürk’ün emriyle açılan müzede bereket tanrıçası Kybele heykeli, Mısır Kraliçesi Nefertiti’nin Hitit Kraliçesi Pudahepa’ya yazdığı mektup, Frigya ve Urartu dönemlerine ait eserlerle Ankara civarındaki kazılarda ele geçmiş çok ilginç buluntular sergileniyor.
Burada yan yana sayılabilecek yakınlıkta üç müze var. Anadolu Medeniyetleri’nden çıkıp Rahmi Koç Müzesi’nin olduğu Çengelhan’a girin. Kanuni Sultan Süleyman döneminde yaptırılan Çengelhan’daki müzeye 2016’da Safranhan da eklenmiş. Burası 1511 yılına ait bir Anadolu kervansarayı olsa da Osmanlı devletinin son dönemleri ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında cezaevi olarak kullanılmış. Çengelhan’ın hemen yanındaki Çukurhan çok güzel Ankara manzaralı bir otel olarak hizmet veriyor. Rahmi Koç Müzesi’nin yanındaki Erimtan Arkeoloji ve Sanat Müzesi ile Türkiye’nin ilk Kelime Müzesi de görülmeye değer. Vakit ayırmanıza değecek. Zamanınız varsa Ankara Kalesi’nin hemen karşısında Pilavoğlu Han Çarşısı’na da uğrayabilirsiniz. Handa bugün atölye, kafe ve dükkânlar var. 100 metre kadar ilerideki Pirinç Han ise gezginlerin konaklaması için yapılmış; bugün bakır, halı ve antika satılıyor.
Kaleden aşağıya doğru yürüyünce Ulus’ta Cumhuriyet’in ilk yıllarına şahitlik etmiş önemli yapılar çıkıyor karşımıza. Bunlardan ilki, bugün Kurtuluş Savaşı Müzesi olarak kullanılan Atatürk’ün kurtuluş mücadelesini yönettiği ilk parlamento binası. Hemen yanındaki 2. Meclis binası ise Cumhuriyet Müzesi… Cumhuriyet’in ilk yıllarında çok sayıda olaya şahitlik eden Ankara Palas da 2. Meclis’in tam karşısında. Bu iki önemli yapının yakınında, Ulus Meydanı’nda, harf devriminden önce yapıldığı için kaidesi Arap alfabesiyle yazılmış bir Atatürk heykeli var. Kurtuluş ruhunu hissettiğiniz bu müzelerden sonra günün kalanında Anıtkabir’i ziyaret edebilirsiniz. Ama öncesinde I. Ulusal Mimarlık Dönemi’nin en güzel örneklerden biri olan Ankara Etnografya Müzesi’ni görün.