Kars ve civarındaki yerleşimin tarihi milattan önceye dayanıyor. Huriler, Urartular, İskitler, Sasaniler, Selçuklular, Gürcüler, Moğollar, Akkoyunlular ve Karakoyunluların da aralarında bulunduğu çok sayıda devlete ev sahipliği yapmış Kars toprakları. Müthiş bir kültürel zenginliğin bize mirası... Ben o mirasın ruhunu yaşamak için en son mart başında gittim Kars’a; doğum günümü kutlamak için. Doğum günlerimi dostlarımla, sevdiklerimle birlikte, ruhu olan yerlerde geçirmeyi seviyorum. O yüzden her yıl başka bir yerde oluruz. Bu yıl da Kars’ı boşuna seçmedik. Barındırdığı kültürel zenginlik ve sahip olduğu potansiyel öyle etkileyici ki, yeni yaşımı karşılamak için anlamlı bir tercih oldu. Güzel şeyleri söylerken, eksiklerimizi de konuşmak gerek. Kars hem tarihiyle hem peynir başta olmak üzere lezzetleriyle turizmde yıldızlaşacak ve özellikle gusto sahibi yabancı turisti çekecek bir şehir olabilir.
Gastronomi şehri olabilir ama...
Ama altyapı sorunu, her yanı saran inşaatlar ve Rus binalarının kaderine terk edilmişliği ile bunu yapmak mümkün değil. Kars 1877-1918 arası dönemde Rus işgali altında kalmış; 30 Ekim 1920’de Kazım Karabekir idaresindeki Türk ordusu şehri tekrar alarak Türkiye topraklarına katmış. Rus işgali döneminde şehre yapılan binaların çoğu artık yok, sadece siyah beyaz fotoğraflarda görülebiliyor. Ama en azından kalanları hayata döndürmek ve şehrin bugünü için kültür - turizm değerine dönüştürmek gerek.
Daha da önemlisi, şehrin iyi restoranlara ihtiyacı var. Bunun için de İlhan Koçulu gibi yerel kalkınmaya ve iyi gıdaya gönül veren insanların Kars’a yatırım yapması gerek. Ama şehrin potansiyelinin parlatılacağı, estetik zenginliği yerel kültürle harmanlama başarısını gösterecek yatırımlardan bahsediyorum.
1450’lerde yapmışlar ama 1572’deki İspanyol işgalinde terk etmişler. 1911 yılında ABD’li tarihçi Hiram Bingham keşfetmeseymiş belki de hiç bilinmeyecekmiş. 400 yıldan fazla zaman boyunca ormanlar genişlemiş, bölge tamamen ormanların içinde saklı kalmış çünkü. 1911’de Hiram Bingham eski İnka medeniyetlerini incelemek için bölgeye gelmiş. Çalışmaları sırasında yöre halkından biri tutmuş elinden, onu ormanın derinlerindeki bu gizemli yere getirmiş. Yani her ne kadar ben buldum demişse de yardım almasaymış bulabilir miymiş bilinmez.
Bingham, Yale Üniversitesi’nde çalışan bir tarihçiymiş arkeoloji eğitimi de almamış aslında. 1909 yılında Güney Amerika’da bir kongreye katılmış, anlatılanlardan çok etkilenmiş ve bu bölgedeki ülkeleri gezmeye karar vermiş. Urubamba Nehri boyunca gezerken talih yüzüne mi gülmüş, başına kuşunu mu kondurmuş bilemedim. O çiftçi sayesinde dünyaya hem kendini, hem de Machu Picchu’yu tanıtmış.
Güneydoğu Asya’da bulunan, yaklaşık 720 kilometrekarelik Singapur, bir ada. İstanbul’un yarısı kadar bile değil. Ama çok da küçümsemeyin, başlı başına bir ülke bu şehir. Kurulduğunda Cava dilinde ‘Temasek’ imiş adı. ‘Deniz kenti’ anlamına geliyor. Kendine bağlı 60’tan fazla adası var. 1300 yılı başlarında adaya gelen Endonezya Kralı, gördüğü aslanlardan etkilenerek Sanskritçe ‘Aslan Ülke’ anlamına gelen Singapura demiş. 1613 yılına dek önemli bir liman kenti olmuş Singapur. İngiliz Sir Thomas Stamford Raffles, 1819’da İngiliz limanını kurunca Singapur’un modern tarihi de başlamış. 1824’te imzalanan anlaşmayla bölge, Britanya ve Hollanda egemenliği arasında paylaşılmış.
Süveyş Kanalı açılınca Doğu-Batı ticareti hızlanmış ve Singapur gelişmeye, zenginleşmeye başlamış. Bu kanalın fayda sağlamadığı ülke kalmamış, sadece Amerikalı ve Panamalılara yaramamış, tüm dünya nemalanmış anlaşılan. 2. Dünya Savaşı sırasında Japonlar tarafından işgal edilmiş. Savaş sona erdiğinde İngiliz kontrolüne geçmiş. Malaya Federasyonu’nun kurulmasıyla Malezya’dan ayrılmış ve günümüzün bağımsız Singapur’unun temelleri atılmış.
Instagram fotoğraflarını ünlü heykeli
En iyileri barındıran kentTürkiye’nin en iyi yerel müzelerinden birini, en iyi korunmuşlardan bir antik kenti ve ‘Türkiye’nin Maldivleri’ni ziyaret etmek için aynı şehrin yolunu tutmanız yeterli: Burdur. 1989’dan bu yana doğal sit alanı olan Salda Gölü, cam gibi suyu ve o suyun eşsiz turkuvaz rengi nedeniyle ‘Türkiye’nin Maldivleri’ olarak anılıyor. Etrafında doğal kumsallar, bir de kamp yapmak için ayrılmış alanlar var.
Burdur’un özellikle Neolitik ve Kalkolitik çağlara ait buluntuların dikkat çektiği zengin bir koleksiyonu var. İşte o koleksiyonu, benim Türkiye’de en sevdiğim müzeler arasında yer alan Burdur Müzesi’nde görebilirsiniz. Kibyra ve Kremna antik kentlerinden gelen taş ve mermer ağırlıklı eserler dikkat çekici.
Kökeni Doğu Asya’ya dayanan ve en az 35 milyon yıllık bir geçmişe sahip olduğu düşünülen gül, sadece aşk ile değil Isparta’yla da özdeşleşen bir çiçek. Gerisinde ise 1.5 asır öncesine dayanan bir inat ve azim öyküsü var. Şehirde gül yetiştiriciliğini başlatan ve bunu ekonomik değere dönüştüren, epey yorucu ve hayal kırıcı deneyim yaşamasına karşın vazgeçmeyen Müftüzade İsmail Efendi olmuş.
İsmail Efendi, ilk denemelerinde hep başarısız olmuş. Çiçekten verim almak bir yana deyim yerindeyse sürekli sermayeden yemiş, büyük borca girmiş. Hatta şehir halkı, bu kadar para yatırıp hiç kazanamamasına karşın vazgeçmemesi nedeniyle aklını yitirdiğini konuşmaya başlamış.
İsmail Efendi ise kapamış gözünü kulağını, tüm maddi varlığını ve zamanını bu işe adamış. Sürekli araştırmış, civara keşif gezileri yapmış, bu işi öğrendiği ilk yer olan Bulgaristan’a gitmiş, tarlasındaki çiçeklere özenle, sevgiyle, sabırla bakmış. Ve dört sene sonunda emeğinin karşılığını almış. Çuval çuval gül hasadı yapıp gülyağı ve gülsuyu üretimine başlamış. Ardından da hatırı sayılır paralar kazanmış. Bu yeni iş kapısına heyecanla sarılan Ispartalılar da tarlalarına gül ekmeye başlamışlar. En büyük şansları ise bildiği her şeyi başkalarıyla seve seve paylaşan İsmail Efendi olmuş. Gülyağı üretiminin sanayileşmesi ise Cumhuriyet ile birlikte olmuş. 1935 yılında Atatürk’ün isteği ile kurulan fabrikada modern tekniklerle endüstriyel gülyağı üretimi başlamış ve Isparta için gül önemli bir ticari ürün haline gelmiş.
Bozkırdaki Venedik’te renkli bir tatil
Eskişehir benim için bir şehrin kaderinin nasıl değişebileceğinin en başarılı örneği. Giderseniz ilk iş tarihi Odunpazarı evlerinin olduğu bölgeye uğrayın. Eski konaklar arasında gezinirken, alışveriş yapacağınız ya da lezzetli bir mola vereceğiniz çok yer çıkacak karşınıza. Kurşunlu Külliyesi’nde küçük bir Lületaşı Müzesi var, onu da listenize ekleyin. Türkiye’nin ilki olan Çağdaş Cam Sanatları Müzesi, Eskişehir’deki en güzel adresler arasında. Balmumu Heykeller Müzesi’nde, her biri kendi alanında iz bırakmış 160 karakterle selamlaşıyorsunuz. En etkileyici bölümlerden biri Atatürk ve Kurtuluş Savaşı... Cumhuriyet Tarihi Müzesi koleksiyonunda, Atatürk’ün farklı yıllara ait 51 portresi ile 100’den fazla eşyası var. Sazova Bilim, Kültür ve Sanat Parkı, çocukların çok sevdiği bir yer. İçinde bir masal şatosu bulunuyor.
En eski Anadolulu
Arap istilası sırasında Bizans kilisesi St. Thomas’ın yerine yapılan Ulu Cami, 1091 yılında Melik Şah tarafından genişletilmiş. Şehrin merkezindeki bu yapı, Müslümanlar tarafından 5. Harem-i Şerif (Mukaddes Mabet) olarak kabul ediliyor. Anadolu’nun en eski camileri arasında. Büyük Selçuklular, Anadolu Selçukluları, Akkoyunlular ve Osmanlı’ya ait çok sayıda kitap ile ferman örnekleri, caminin farklı yerlerinde sergileniyor.
İlk üniversite
Anadolu’nun ilk üniversitelerinden sayılan Mesudiye Medresesi, bana kalırsa şehre damgasını vuran eserlerden. İçinde öğretim yapılan Anadolu’daki ilk üniversite olarak kabul ediliyor. Tıptan matematiğe, astronomiden fiziğe, biyolojiden kimyaya, ilahiyattan edebiyat ve felsefeye kadar çok yönlü bir eğitimin adresi olmuş. Medresenin inşasına 12. yüzyıl sonlarında başlanmış. İşçiliği ve süslemeleriyle sanat eseri gibi bir yapı!
İzmir’e bir saat mesafedeki Efes, muhteşem bir yer. Sadece yüzde 10’u gün ışığına çıkarılmış olsa bile sokaklarında yürürken eski Roma’nın havasını soluyorum. Şehir Roma döneminde 250 bine yakın nüfusuyla, Küçük Asya olarak adlandırılan Anadolu eyaletinin başkenti olmuş. Din, ticaret, kültür ve sanat alanında bir yıldız gibi parlamış. Dünyanın yedi harikasından biri olan ve İyon tarzı kolon başlıklarının üzerinde göğe doğru yükselen Artemis Tapınağı, şehrin hem gurur hem de zenginlik kaynağı olmuş.
Batı sahillerindeki en önemli liman olarak 72 milletten insan Efes’in sokaklarında dolaşıp şehrin güzelliğinden büyülenmiş. Buna bir de Hıristiyanlığın en önemli şehirlerinden biri olması eklenince, Efes yapılan bir değerlendirmede 20. yüzyılın en önemli iki kazı yerinden biri unvanını almış. Bugün Efes ören yerine iki ayrı kapıdan giriliyor. Biri Selçuk’tan Kuşadası’na giderken sol kolda, Panayır Dağı’nın eteklerinde bulunan alt kapı, diğeri de Meryem Ana Kilisesi’ne çıkarken sağ kolda bulunan üst kapı. Menderes Nehri üzerindeki Magnesia şehrinden gelenlerin kullandığı üst kapı, Odeon isimli küçük tiyatro ile başlıyor. Aynı zamanda belediye meclisinin toplantılarının yapıldığı bu yapı, Efes’teki kazılarda çıkarılmış Artemis heykellerinin bulunduğu Altar’ın (Sunak) yanında yer alıyor. Heykeller bugün Selçuk’taki müzede, Efes’te bulunan çok sayıda antik eserle birlikte sergileniyor. Artemis, bereket tanrıçası olduğundan bol göğüslü olarak tasvir ediliyor.