Paylaş
İzmir’e bir saat mesafedeki Efes, muhteşem bir yer. Sadece yüzde 10’u gün ışığına çıkarılmış olsa bile sokaklarında yürürken eski Roma’nın havasını soluyorum. Şehir Roma döneminde 250 bine yakın nüfusuyla, Küçük Asya olarak adlandırılan Anadolu eyaletinin başkenti olmuş. Din, ticaret, kültür ve sanat alanında bir yıldız gibi parlamış. Dünyanın yedi harikasından biri olan ve İyon tarzı kolon başlıklarının üzerinde göğe doğru yükselen Artemis Tapınağı, şehrin hem gurur hem de zenginlik kaynağı olmuş.
Batı sahillerindeki en önemli liman olarak 72 milletten insan Efes’in sokaklarında dolaşıp şehrin güzelliğinden büyülenmiş. Buna bir de Hıristiyanlığın en önemli şehirlerinden biri olması eklenince, Efes yapılan bir değerlendirmede 20. yüzyılın en önemli iki kazı yerinden biri unvanını almış. Bugün Efes ören yerine iki ayrı kapıdan giriliyor. Biri Selçuk’tan Kuşadası’na giderken sol kolda, Panayır Dağı’nın eteklerinde bulunan alt kapı, diğeri de Meryem Ana Kilisesi’ne çıkarken sağ kolda bulunan üst kapı. Menderes Nehri üzerindeki Magnesia şehrinden gelenlerin kullandığı üst kapı, Odeon isimli küçük tiyatro ile başlıyor. Aynı zamanda belediye meclisinin toplantılarının yapıldığı bu yapı, Efes’teki kazılarda çıkarılmış Artemis heykellerinin bulunduğu Altar’ın (Sunak) yanında yer alıyor. Heykeller bugün Selçuk’taki müzede, Efes’te bulunan çok sayıda antik eserle birlikte sergileniyor. Artemis, bereket tanrıçası olduğundan bol göğüslü olarak tasvir ediliyor.
Biz gezginlerin tanrısı burada
Altar’dan sonra adını Curetes isimli rahiplerden alan caddeden yokuş aşağıya inmeniz gerekecek. Şehrin ana meydanlarından biri Domitian ismini zalim bir Roma imparatorundan alıyor. Ünlü spor malzemeleri markası Nike’ye adını veren zafer tanrıçası, meydanı süsleyen mitolojik kahramanlardan yalnızca biri. Onun karşı köşesinde antik hastane ve eczanenin bulunduğu yerde bir Hermes kabartması var. Aklınıza hemen Fransızların ünlü markası gelmesin, Hermes aslında Tanrıların habercisi ve bu gazetenin okuyucusu gezginlerin tanrısı! Domitian Meydanı eskiden atlı arabaların gelebildiği son nokta.
Biraz ileride gücün sembolü Herkül’ün kapısı var, orayı geçtiğiniz an kendinizi yaya bölgesinde buluyorsunuz. Her ne kadar biz kaldırımları şehirlerimizde sık sık değiştirsek de Efes’teki kaldırımlar 1900 yıla meydan okuyor. Sanki dün yapılmış gibi sapasağlam bir şekilde bugünkü gezginleri ağırlıyor. Yol üzerinde sağda Trajan isimli imparatora adanmış bir çeşmeyle yeğeni Hadrian için yapılmış bir tapınak bulunuyor. Tapınağın arkasında hamamlar var. Hamamların girişinde başsız bir kadın heykeli bulunuyor. Kadının adı Scholastika; kendisi şehrin madamı. Genelevde kazandığı parayla hamamları restore ettirmiş. Zaten Efes’teki zenginler yaşadıkları bu şehri güzelleştirmek adına çok sayıda kamu binası yaptırmışlar ve bu kişilerin adları da belediye binasında sütunların üzerine kazınmış. Hamamın yakınındaki bir yapıysa çok enteresan. Latrin diye geçen bu tuvaletlerin özelliği onlarca deliğin yan yana sıralanmış olması! Anlayacağınız Romalılar pek çekingen değillermiş. Televizyon, radyo, gazete olmadığı için dünyada olup bitenleri ilk olarak bu iletişim merkezlerinde ihtiyaçlarını giderirken öğrenmişler!
Kurtarılmış bölge: Adatepe
Efes’ten sonra Ege Denizi’ni yanıma alarak Adatepe’ye doğru yola çıktım. Kaz Dağları ve Edremit Körfezi manzarasına hâkim bir konumdaki Adatepe, sit alanı içinde bulunduğundan Türkiye’nin en iyi korunmuş köylerinden biri. Burası adeta kurtarılmış bölge, çoğu Rumlardan kalan 400’den fazla evin büyük bir kısmı restore edilmiş. Küçükkuyu’dan tepeye iki kilometrelik bir yolu çıktığımda İsviçre Alpleri ile birlikte dünyanın oksijen oranı en yüksek yerine geldim. Adeta bir açık hava müzesi gibi olan köyün girişinde bulunan Zeus Altarı’na yürüdüm. Olağanüstü bir manzaraya sahip bu tepede kendimi dünyanın hâkimi gibi hissettim. Meydandaki asırlık çınar altındaki kahveler beni nostaljik bir yolculuğa çıkardı. İda Blue Hotel, son zamanlarda sık sık gittiğim huzur dolu bir vaha. Konaklamayı burada yaptım.
Aristo’nun üç yıl kaldığı Assos
Adatepe’den ayrılıp sahil yolunu takip ettiğimde Assos’un silueti çıktı karşıma sonra. Şehrin en yüksek noktasındaki Athena Tapınağı’nın altında otururken bu güzel tapınağa ve armağan ettiği zeytin ağacı ile Atina şehrine adını veren bilgelik tanrıçası geldi aklıma. Troya Savaşı’nda Troyalı yiğitlere tuzaklar kurup Yunanları destekleyen Athena, arkadaki Kaz Dağları’nda düzenlenen ilk güzellik yarışmasında üç adaydan biri olmuş ama tacı fettan Afrodit’e kaptırmıştı.
Güneş batmak üzereydi, son ışıklar karşıda, kadın şair Sappho’nun yaşadığı Midilli Adası’nda yansıyordu. Kafesinden oteline her şeyin çok ortalama olduğu sahile inip bir kafede oturdum. Aristo bu şehirde araştırmalar yaparak üç yılını geçirmişti, onu düşünerek mendireğe doğru yürüdüm. O geceyi ev sıcaklığındaki Simurg Inn’de geçirdim. Ertesi gün elimde Homeros’un ‘İlyada’sı, Troya’ya doğru yola çıktım. Sonra feribotla Çanakkale’den Eceabat’a geçtim. Kumköy’deki Porta Caeli, son zamanlarda gördüğüm en güzel tesislerden biri. Şehirden uzaklaşmam lazım dediğimde kaçtığım adres. İçinde üzüm bağları da var. Salkımlardan süzülen sağlığı SPA’da terapilere dönüştürüyor. Dört günlük tatil o kadar keyifliydi ki İstanbul’a dönmeden yeni seyahat planları yapmaya başladım bile.
Paylaş