Profesyonel olarak yaptıkları iş, aynı zamanda hobileridir. Meslekleri gereği olayların en sıcak noktasında deklanşöre basan basın fotoğrafçıları, kimi zaman kent hayatını, kimi zaman sokakları kimi zaman da doğayı özne alıp, farklı fotoğraflara imza atar. Türk basınının yakından tanıdığı foto muhabiri Aykut Fırat’ta çektiği doğa fotoğraflarıyla isminden söz ettirmeyi başarmış bir usta. Aykut Fırat, gazetecilik mesleğine ilk başladığım yıllardan itibaren tanıma fırsatı bulduğum ustalardan. Foto muhabirliği konusunda ustalığı tartışılmaz Fırat’la hobisini doğa fotoğraflarını konuştuk. İşte onun anlattıkları:
GÖREMEDİKLERİNİ GÖSTERİYORUM
“Fotoğraf çekmeyi çok seviyorum, işimin yanı sıra doğa fotoğraflarına da ilgim vardı. Emekli olunca doğaya yöneldim. İnsanlara gidemedikleri yerleri, zor görebilecekleri ender hayvanları, doğayı göstermeyi seviyorum. Gazete fotoğrafçılığında tek karede her şeyi vermek lazım; daha zor. Ama doğada böyle bir kaygıya gerek yok. Hem spor yapıyorsunuz, doğayı geziyorsunuz, görüyorsunuz, hem de çektiğiniz karelerle insanların göremediklerini gösteriyorsunuz. Tabii doğayı gezerken her çalının altına bakıyorsunuz. Çok ince detaylar var. Bir böcekle karşılaşsam onu en farklı hali ile karelere taşımak istiyorum.
GÜNLERCE BEKLERSİNİZ
Doğanın güzelliklerini görsel şölene dönüştürüyorsunuz karelerinizle. Ama bu özellikle kuş fotoğraflarında büyük bir sabır işi. Bir kuşun tek kare fotoğrafı için kamuflaj altında günlerce nöbet tutabilirsiniz. Yalı Çapkını’nı ağzında balıkla çekebilmek uğruna kamuflajın altında 5 saat beklediğimi biliyorum. Bir arı kuşunu ağzında avı ile çekmek için temmuz sıcağında kamuflajla örtülü bir arabada 4 saat beklemiştim. Fakat sabrın sonundaki fotoğrafın hazzı anlatılamaz bir duygu. İzmir’de yaşıyorum. Kuş fotoğrafları için şanslıyım. 280 türün yaşadığı Kuş Cenneti bizim için bulunmaz bir yer. Doğa fotoğrafçılığının yazılı olmayan bir anayasası var. Gezerken, dolaşırken doğaya zarar vermeyeceksiniz. Bir kuş yuvası varsa, hemen uzaklaşacaksınız. Hiç elinize almayacaksınız yavruları. Tabii doğa fotoğrafları için farklı ekipmanlar da lazım. Kamufle olmak şart. Tele objektifler gerekiyor. İyi bir ekipmanla iyi sonuç alınıyor.
AYKUT FIRAT KİMDİR
Fırat, 1955 yılında İstanbul’da doğdu. 1972 yılında stajyer olarak girdiği Hürriyet Gazetesi İzmir Bürosu’nda 1975 yılında profesyonel olarak çalışmaya başladı. Göreve giderken aracı trenin altında kaldı, bir gazeteci arkadaşı bu kazada şehit oldu. 1979 yılında pankarta bağlı parça tesirli bir bombanın patlaması sonucu vücudunun çeşitli yerlerinden yaralandı. O sırada çektiği fotoğraflar ,Türkiye Gazeteciler Cemiyeti tarafından ödüllendirildi. 1996 yılında Kuzey Irak’ta çektiği fotoğraflar Türkiye’nin yanı sıra dünya medyasında gündem yarattı. 1997 yılında Hürriyet’ten emekli olan Aykut Fırat, 1999 yılında Star Gazetesi’nin kurulması sırasında görev aldı. Görme engelli çocukları fotoğrafla tanıştıran projelere imza atan Aykut Fırat’ın, farklı yarışmalardan 58 ödülü var. Fırat, bugüne kadar 3 karma, 2 de kişisel fotoğraf sergisi açtı.
1985 yılında Bulvar Gazetesi’nde başlayan meslek hayatında 30 yıla yaklaşan tecrübesiyle pek çok önemli olaya tanıklık eden Nurettin Kurt, çektiği fotoğraflar yüzünden hapis cezaları alan, tutuklanan, hakkında nota verilen defalarca dayak yeyip, makinesi kırılan bir gazeteci.
Tüm Türkiye’de gazeteciler adliyelerde fotoğraf çekebiliyorsa bu da Nurettin Kurt’un açtığı bir dava ile elde edilmiş bir kazanım. Usta gazeteci Nurettin Kurt’la evinde yaptığımız sohbete bu davadan başlıyoruz. Bu keyifli sohbette gazeteye girecek bir kare fotoğraf için ödenen bedellere de tanık oluyorum. İşte Nurettin Kurt’un anlattıkları:
ÇELİK KAPI KOYDULAR
1997 yılında dönemin Enerji Bakanı ve pek çok bürokratında aralarında bulunduğu ‘Beyaz enerji’ iddianamesini ortaya çıkarmıştım. Ama bu haberi yaptığımda henüz savcılık bile incelememişti. O zaman DGM’ydi iddianameyi çıkardığım yer. Tabii bu olayın ardından oraya çelik kapı ve kameralı güvenlik koydular. Adliyede iddianameleri inceliyorum diye dosyaları kapadılar, şimdi savcılar yalnızca kendi baktıkları dosyaları görebiliyor. Sonrasında bir de Sedat Simavi’yi kazandıran Ankara’daki İSKİ skandalından ifadeleri yazdığım için bir hapis cezası aldım. Yine başka bir rüşvet skandalından bir ceza daha aldım. İki kez yazdığım haberler yüzünden gizliliği ihlal gerekçesiyle hapis cezası aldım.
KORSANA DUVAR ÖRDÜLER
1998 yılının ekim ayında bir hava korsanı THY uçağını kaçırdı. Pilot, Bulgaristan diye Ankara Esenboğa’ya indi. O uçak korsanı vurularak etkisiz hale getirildi, öldü. Ama hayattaki son karelerini ben çektim, gazetede manşetten yayınladı zaten fotoğrafı. Olayın ardından apron kapalıydı. Ben Çubuk tarafından tel örgülerin altından girdim, sürünerek gittim uçağın yanına kadar. Tele objektifim flaşım, yüksek İSO filmlerim vardı. Ama bugün ki gibi değil tabii teknoloji, çok zor fotoğraflardı. Metrelerce uzakta, gecenin karanlığında. Ama zaman zaman magazin fotoğraflar da çekiyordum, bu işte iyiydim. Bütün maharetimi kullanarak bastım deklanşöre. Uçak korsanı kokpitte karşımdaydı. Tabii bu olayın ardından güvenlik zaafiyeti gerekçesiyle havaalanının tüm çevresine duvar örüp üzerini de dikenli teller ve tel örgülerle donattılar.
FOTOĞRAF İÇİN HAPSE GİRDİM
Tabii bunlar, çalıştığım dönemde gazetecilik başarısıydı. Haberi elde etmek kolay değil. O zaman da zordu, şimdi de zor. Ama şimdi onun adamı bunun adamı çıktı. Taraflı gazetecilik başladı, herkese bir yerlerden dosyalar geliyor. gizlilik içeren dosyaları yazıyor, hatta onlara soruşturma bile açılmıyor. Araştırmacı gazetecilik bitti. Şimdi örneğin adliyede gözü kara gazetecilikte kalmadı, onu çekeyim, bunu çekeyim, o dosyayı alayım, bu dosyayı alayım. Gazetelerde de böyle bir bakış kalmadı. Onlarca kez makinem kırıldı. Hatta bir mahkemede fotoğraf çektim diye mahkemenin huzurunu bozmak gerekçesiyle tutuklandım. Bir gün hapiste kaldım. Şimdi yapmaz genç meslektaşlarımız, akıl işimi hapsi göze alarak bir kare fotoğraf için 1 hapis yatmak. Mecliste bir milletvekilinin öldüğü kavganın ardından mahkeme de fotoğraf çekebilmek için bütün bir makineyi söküp, duruşma salonunda tekrar birleştirdim. Bir kare fotoğraf çekebildim, zaten sonunda yine salondan atıldım.
Tayyip Erdoğan’dan Abdullah Gül’e, Mesut Yılmaz’dan Recai Kutan’a birçok lideri objektifinin karşısına geçirmeyi başaran Tarık Er’in fotoğraflarıyla onlarca bakan, yüzlerce milletvekili seçim meydanlarına çıktı.
Usta fotoğrafçıysa, politik portrelerden kazandıklarını kendisi için fotoğraf çekmeye, Türkiye’yi fotoğraflayıp sergiler açmaya harcıyor.
Usta fotoğrafçıyla, meslek hayatının ve politik portrelerinin hikayesini, doğa tutkusunu ve sergilerini konuştuk. Fotoğrafçılığın dijital teknoloji sayesinde farklı bir çağa taşındığını söyleyen Tarık Er’le Balgat’taki stüdyosunda keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. İşte o sohbetten satırbaşları:
TRAFİK YÜZÜNDEN BALGAT’A TAŞINDIK
Çocuk yaşta başladım fotoğrafa. Film yıkayıp kurutarak, salonlarda fotoğraf sererek başladım mesleğe. Ama stüdyoda hep iyi işler çıkardım. Orada geliştirdim kendimi, ispatladım. Ama bir işte iyi olmak hatta çok iyi olmak yetmiyor. Ticari şansa inanırım. Yıllarca Bahçeli’de fotoğraflar çektikten sonra trafik yüzünden 1985 yılında Balgat’a taşındık. O yıllarda Balgat boştu, gelişmemişti. Ama bizim için önemli değildi, çünkü işimizi iyi yapıyorduk ve biliniyorduk. Merkezde çalışma kaygımız yoktu.
POZ VERMEYEN BAKAN NEREDEYSE YOK
Sonrasında ANAP’ın, Saadet Partisi’nin genel merkezleri oraya taşındı. Oradan fotoğraf işleri gelince, baktılar sonuçlar hayal ettiklerinden çok çok iyi. İş, işi getirdi. Sonra genel başkanları Mesut Yılmaz’ı da Recai Kutan’ı da çektim. Sonrasında AK Parti ve MHP taşındı oraya. Ama onlar gelmeden önce, o partilerin vekilleri, bakanları çoktan benim stüdyoma girmişlerdi bile. Tayyip Erdoğan’ın ilk Başbakanlık yıllarında da Abdullah Gül’ün ilk Cumhurbaşkanlığı yıllarında da fotoğraflarını çektim. Bana poz vermeyen bakan bile yok neredeyse.
ENDÜSTRİYEL FOTOĞRAFLAR DA ÇEKİYORUM
Usta gazeteci Osman Altınışık, meslekte geçen zamanını, tecrübelerini ve yaptığı önemli haberlerin perde arkasında yaşananları “Haberin Seyir Defteri”yle kitaplaştırdı. Sabah Ankara’nın Yayın Yönetmenliği görevini yürüten Osman Altınışık, 30 yılı aşan meslek hayatında görev yaptığı 17 Ağustos Marmara depremi, Adnan Kahveci’nin trafik kazası, Çeçen eylemcilerin kaçırdığı Avrasya Feribotu gibi pek çok olayı aktarırken genç gazetecilere de yol gösteriyor.
Antalya’da görev yaptığım yıllarda tanıştığım, genç gazetecilerin “Osman abi”si Altınışık’la yollarımız Başkent’te de kesişti. Tanıştığımız yıllarda ikimiz de Antalya’da farklı ajanslarda çalışıyorduk, şimdi Ankara’da farklı gazetelerde görev yapıyoruz. Farklı kuırumlarda olsak da, o yıllardan bu yana kopmayan gönül bağı ile dost sohbetleri için sık sık bir araya geliyoruz. Hazırlık aşamasından başlayarak yakından takip ettiğim, Osman Abi’nin yazdığı “Haberin Seyir Defteri” son sohbetimize bahane oldu.
HABERE ULAŞMAK DAHA KOLAY
Osman Altınışık kitabını, “Şimdi habere ulaşmak daha kolay. Gazetecilik, teknolojinin getirdiği nimetlerden sonuna kadar yararlanan mesleklerin başında geliyor şimdi. Hem haberin hazırlanması, hem de sunulması için geçerli bu konu. Genç gazeteciler, bu mesleğin geçmişte nasıl yapıldığını da, haberin bugün nasıl kovalanması gerektiğini de görecek bu kitapta. Kitabı okuyanlar, gazetecilik yaptığım 30 yıllık yakın tarihte yaşananların perde arkasını da öğrenecek” diyerek anlattı. Sonrasında kitaptan bazı bölümler hakkında uzun uzun konuştuk. İşte bu sohbetten ve kitaptaki özel bölümlerden anlar:
“Mesleğe başladığım yıllarda habere ulaşmak da bunu aktarmak da daha zordu. Şimdi internet dünyasında en zor bilgiye bile çok daha hızlı ulaşabiliyorsunuz. Binlerce kilometre uzaktaki bir ülkede yaşananlardan dakikalar, hatta saniyeler içinde haberdar olabiliyorsunuz. Haberin aktarılması da çok kolay tabii. Çok değil 10-15 yıl önce bir kare fotoğrafı geçebilmek için saatlerce uğraştığımız olurdu. Şimdi herkes cep telefonu ile çektiği bir kareyi aynı anda arkadaşına gönderebiliyor. Bolu’da çektiğiniz fotoğrafı İstanbul’a aktarmak o kadar zor ve uzun süren bir işti ki. Eğer çok önemliyse tanık olduğunuz olay, atlayıp arabaya filmi götürmek daha kolay ve kısa sürüyordu. Haber yazdırmak için sabit hatlardan PTT santraline telefon numarası yazdırılıyordu.
“KAZIM KANAT BEKLESİN”
Kitapta aktardım mesela Boluspor’un 1. Lig’de olduğu yıllar, cep telefonu insanlar için hayal bile değil. Bolu Atatürk Stadı’nda Boluspor Beşiktaş’la oynuyor. PTT’nin sabit hatları vardı, stadyumlarda. Maçın ilk dakikalarında ‘031’i çevirir santrale numara yazdırırdınız. İlk yarının sonuna doğru ancak geri dönüş olurdu zaten. Maçın sonlarına doğru telefon için yığılmalar olurdu. O zaman rahmetli Kazım Kanat en popüler yazarlardan. Numarayı yazdırdım PTT’ye. Sonrasında da ‘Ne oldu bizim numara’ diyerek kaydımı sormak için aradım. Benim eşim o zaman evli değiliz henüz, PTT’de çalışıyor. Telefona çıkan sayesinde tanıdığım bir isimdi Güzim Emil abla. Bana ‘Damat, kaydın alınmış, Ankara’dan bekliyoruz’ dedi. Bolu’ya sıra yazdırıyorsunuz, Ankara’ya oradan İstanbul’a bağlanıyorsunuz. İki aktarmalı bir bağlantı. Tüm nezaketimle numaranın önce bağlanmasını istediğimde Güzin abla, ‘Olmaz sırada Kazım Kanat var’ dedi. Bende ‘Abla boşver Kazım Kanat beklesin. Bugün öncelik vermeyeceksin de ne zaman vereceksin. Bak kızını almam’ dediğimde biraz da sevimlilikle ‘Hadi ama’ falan diye ısrar edince ‘Ayrılma bağlıyorum’ cevabını aldım. Bir kaç dakika süren telefon mücadelesi bana saatler kazandırmıştı. Zaten sonrasında 17 Kasım 1990’da da eşimle evlendim. Kitapta anlatıyorum bu olayı ‘Hakkını helal et, mekanın cennet olsun Kazım abi’ cümlesi ile bitirerek.”
OSMAN ALTINIŞIK KİMDİR
Uganda, Kongo ve Ruanda’nın balta girmemiş yağmur ormanlarında, Akagera bataklığında, Masai Mara ve Serengeti düzlüklerinde, Hint Okyanusu’nda yaşayan ve pek çoğu nesli tükenmek üzere olan hayvanlar karelerinin yer aldığı sergi, 24 Ekim’e kadar AnkaMall AVM’de ziyarete açık olacak.
Burak Doğansoysal’la tamamı Türk ekip tarafından çekilen ve Türkiye’nin ‘ilk özgün yaban hayat belgesel serisi’ olan belgeseli ile fotoğraf macerasını konuştuk.
Dünyanın farklı coğrafyalarında vahşi doğayı ve etnik kültürlerin gizemlerini fotoğraflayan Doğansoysal, deneyimlerini bu belgesel sayesinde kendi anlatımıyla ekrana taşımayı amaçladığını söyledi. İşte Doğansoysal’ın, fotoğrafçılar kadar, doğa tutkunlarının da ilgisini çekecek sohbeti:
MASAİ MARA’DAN HİNT OKYANUSUNA
“2007 yılında başladığımız bu belgesel projesinde uzun emeklerin ardından 26 dakikalık 13 bölümden oluşan ilk sezon yayına hazır hale geldi. Yaban’cı isimli bu belgeselde anlatıcı ben olsam da, arkada tamamı Türk kalabalık bir ekip var. Balta girmemiş yağmur ormanlarından dağ gorillerini, dünyanın en büyük papirüs bataklıklarından biri olan Akagera’da dünyanın en nadir kuş türlerini, Masai Mara ve Serengeti düzlüklerinde büyük kedileri, antilop göçünü ve fil sürülerini, Hint Okyanusu’nun yüzlerce yıldır değişmemiş adalarından doğal hayatı hem fotoğraflara hemde bu belgesel sayesinde ekrana taşıyoruz. Projenin ilk ayağı sergilerdi. Sergiler, Ankara’nın ardından İstanbul, Antalya ve Eskişehir’de ECE Türkiye’nin yönettiği sekiz farklı AVM’de vatandaşlarla buluşacak.
11 YIL ÖNCE BAŞLAYAN TUTKU
Yaban hayatı fotoğrafları ve sonrasında ‘Yabancı’ projesine dönüşen, her şey 11 sene önce Lawrance adında bir arkadaşımla tanışmam sayesinde başladı. Güney Afrika’ya yapacağım bir gezi öncesi fotoğraf ve doğa tutkunu olduğumu bilen bir arkadaşım ‘Mutlaka safari yapmalısın, tam senlik’ dediğinde bu tavsiyenin hayatımı değiştireceğini bilmiyordum. Tavsiyesine uyarak bir safari kampı ile iletişime geçip seyahatimi ayarladım. 9.5 saatlik Johannesburg uçuşunun ardından, 10 kişilik pervaneli uçakla bir saat mesafedeki safari kampına uçtum. Piste iniş için alçalmaya başladığımızda pilotun anonsuyla pistten kaçarcasına uzaklaşan gergedan ailesini gördüm. Her yeri açık bir ciple az önce uçağımızdan kaçan gergedanların yanından geçerek gittiğim kampta tanıştım Lawrance’la. Ertesi günlerde ise ilk olarak pek çoğu nesli tükenmek üzere olan kuşları çektim. Lawrance’ın tecrübelerini aktardığı O seyahatte bolca leopar, aslan, antilop, fil, bufalo gördüm. Üzerime doğru yürüyen ilk aslan, 3 metre mesafedeki ufak tümsekte göz seviyemde oturan leopar, üzerimize koşan gergedan tarif edemeyeceğim kadar çok heyecan vericiydi. Bana sürekli sorulan bir sorudur “bu işe nasıl başladınız?” Ben de her seferinde bıkmadan anlatırım: ‘Her şey Lawrance ile tanışmamla başladı’.”
Keyifli bir bayram sohbeti için doğru adres de elbette böyle bir ustadan başkası olamazdı.
Başkentin politik havasını yıllarca en yakınından takip ettiği siyasi liderlerle yaşayan Kadir Şengün’le bayramın ilk günü buluştuk. Anıları, keyifli hikayeleri ile saatler süren doyumsuz bir sohbetten ancak gazete sayfasının yer verdiği kadarını aktarabileceğim. Gerisi, bundan sonra dost sohbetlerimde anlatacağım renkli hikayeler olarak hafızama kazındı. İşte size, Kadir Şengün’ün anlattığı hikayelerden renkli bir kaçı:
GENÇLERE ÜZÜLÜYORUM
“Ben Süleyman Demirel’le, Turgut Özal’la, Bülent Ecevit’le, Alparslan Türkeş’le, Necmettin Erbakan’la çalıştım. Şimdi hala fotoğraf çekmeye devam ediyorum. Eski liderlere bakınca genç meslektaşlarımın o yılları yaşamamasına üzülüyorum. Hepsi de değer verirdi bize, nazik davranırdı, tanırdı. Hep en yakınlarında foto muhabirleri olurdu. Şimdi iktidarı da muhalefeti de aynı. Özellikle Başbakan, Cumhurbaşkanı şimdi gazeteciyi vatandaşın girdiği yere bile sokmuyor. Her gün daha geri itiyorlar. Ama biz orada bir çift göz, bir objektif değiliz. Gazeteye ya da internet sayfasındaki fotoğraflara bakan biri, olayı oradaki foto muhabirinin gözü ile görür. Bizler oralara bakan insanların gözüyüz.
HERKES MERAK ETTİ
Tabii meslekte 45 yıl geçti gitti bu kadar yakından izleyince. Bir çok renkli anı da var. En keyiflilerinden birini anlatayım. Anadolu Ajansı yıllarım, Turgut Özal yeni Başbakan. Libyalı bir devlet bakanı onuruna yemek veriyor. Yemek başında fotoğraf çektikten sonra salonun kenarında beklemeye başladık. O arada rahmetli Özal, bizim olduğumuz tarafa bakarak, beni çağırdı. Yanına gittim. Kulağıma bir şey söyledi. Döndüğümde gazeteci arkadaşlar, merakla ‘Ne dedi’ diye sorup duruyor. Bir şey diyemedim, çıktım gittim. O aralar Başbakan Özal’ın köşke çıkıp görüşme durumu var. Gazeteciler telaşlandı tabii herkes o gün saatlerce ajansın haberlerini takip etti, ‘ne geçecek’ diye bekliyorlar, bir haber atlattık sanıyorlar. Oysa Özal bana yalnızca, ‘Ordan çekil televizyonu göremiyorum’ dedi. Bense söylersem dalga geçerler diye susup, oradan çekip gitmiştim.
KAPI NASIL KAYBOLDU?
Fotoğraflara yansıyan Mogan Gölü’ndeki kuş çeşitliği ve doğal güzellikleriydi. Ama özellikle Hürriyet Ankara sayfalarını yakından takip edenler veya az da olsa çevre haberlerine vakit ayıranlar, Mogan’ın sessiz bir yok oluş yaşadığını bilirler. Dilerim, Fotomogan Yarışması’nda karelere taşınan kuşlar fotoğraflarda kalmaz ve başkentlilere nefes aldıran Mogan, kurtarılarak eskisi gibi “Cennet” olduğu haberleriyle gazete sayfalarında yer bulur.
MOGAN’I KURTARIN
Ankara’nın incisi olması gerekirken çevre felaketine dönüşen Mogan Gölü’ndeki kirlilik, yüzeyinin yosun kaplanmasına, pek çok kuş türünün bölgeyi terketmesine ve balık ölümlerine neden oluyor. Geçtiğimiz günlerde göl üzerinde bir gezinti yapan TBMM Başkanı Cemil Çiçek, Çevre ve Şehircilik Bakanı İdris Güllüce ile Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu ve Gölbaşı Belediye Başkanı Fatih Duruay da Mogan’ın bu hazin yokoluşuna bizzat şahitlik etti. Her geçen gün adı “Cennet”ten uzaklaşan Mogan’ın kurtarılması için bir an evvel hayata geçecek acil eylem planlarına ihtiyaç olduğu açık.
ELİMİZDEN KAYIYOR
Haberin o ateşli takibiyle günlük tüketilen bir ömrü yaşayan biz gezeteciler, foto muhabirleri, şehir hayatının keşmekeşi içerisinde hayat süren Ankara’nın pek çok sakini gibi yaşadığımız bu kentin yanıbaşında elimizden yavaşça kayan, yok olan doğal güzelliklerini göremiyor. Oysa, Depo Photos yayın yönetmeni Abdurrahman Antakyalı, Habertürk Gazetesi’nden Ümit Turpçu ve Zaman Gazetesi’nden Ali Ünal gibi ustalar ve Sabah Gazetesi’nden Uğur Yıldırım gibi genç meslektaşlarımım jüri koltuğunda oturduğu “Fotomogan” adlı bu yarışmaya başvuran yüzlerce fotoğrafın büyük bölümü herşeye rağmen bölgede yaşayan yabani hayatı da ortaya koyuyordu.
456 KUŞUN EVİ MOGAN
Yaklaşık 6 saat süren zoru değerlendirme sırasında 5 yüze yakın fotoğrafı tek tek incelerken, Mogan’ın Türkiye’de yaşayan 456 kuş türünden 201’ini barığını öğrendim. Üstelik fotoğraflarda Mogan’a bağımlı yaşayan kuş türlerinin en önemlileri ise balıkçıllar, sukuşları, kıyı kuşları, ötücüler, yırtıcılar ve tümünün “evi” buradaki sazlıklar. Yalnızca 3 ödül ve bir mansiyon verilen bu yarışmada sergilenmesi için seçtiğimiz 25 karede, “Kurtarın” diye feryat eden bu göldeki bu doğal canlılığı yansıtıyor. Ama fotoğraflara yansımayan bu göle gelen türlerin her geçen gün sayılarının azaldığı ve her geçen yıl nesillerinin giderek tükendiği.
GELECEĞE TAŞINACAK KARELER
Aralarında foto muhabirleri, muhabirler, kameramanlar vardı. Bu renkli seyahatten gazete sayfalarına yansıyan fotoğraflarından bir bölümünün altındaysa CNN Türk kameramanı Ertan Ezen’in imzası vardı. Ezen, “Kamera bir uzvum gibiyse fotoğraf makinesi kalbim gibi” sözleriyle hem mesleğine hem de fotoğrafa olan sevdasını anlattıyor.
Yaşanan bir olayı fotoğraflamak ya da bir görüntüyü yakalamak istiyorsanız orada fiilen olmak, yaşananın en yakınında durmak zorundasınız. Böyle olunca foto muhabirleri ve kameramanlar pekçok olayın en sıcak noktasında omuz omuza görev yapıyor. Foto muhabirleri tek bir karenin peşinde koşarken onlar saniyede 24 kare çeken kameraları ile yaşananları en can alıcı hali ile akan bir görüntü halinde televizyon ekranlarına taşımaya çabalıyor. Aralarında CNN Türk’ün usta vizörlerinden Ertan Ezen’in de bulunduğu bir çok kameraman meslektaşımızsa birer fotoğraf tutkunu. Fotoğrafa olan ilgisini anlatan usta kameraman Ezen’le, Ağrı tırmanışını, hayatının akışı içerisinde fotoğraf ve video arasındaki ilişkileri konuştuk:
BU KEZ ZİRVEYİ GÖRDÜK
“Geçtiğimiz haftalarda 6 gazeteci, Ağrı Dağı zirvesine tırmanmayı başardık. Ama aslında bu zorlu tırmanışı daha önce de bir kaç kez denemiştik. Geçen yıl yaptığımız tırmanış sırasında sert hava koşulları bizim zirveye çıkışımıza engel olmuştu. Sonuçta dağ size izin verirse zirveyi görürsünüz. Ve yukarıda hava koşulları çok çabuk değişiyor. Bu yılki tırmanışımızda zirveyi gördük. Bu yolculuğu hem filme çektik hem de fotoğrafladık. Eğer yapabilirsek bunları bir belgesel haline getirmek istiyoruz.
FOTOĞRAFIN YERİ AYRI
Bir video kaydında, sesi, ışığı farklı açılardan yansıyan görüntüleriyle bence hayatın neredeyse aynısını iki boyutlu bir dünyaya taşıyorsunuz. Akan görüntü daha inandırıcı geliyor bana ama bu görüntüler, televizyonlarda çok çabuk tüketiliyor. Fotoğrafsa her zaman daha kalıcı. Fotoğraf; ışıkla, ritmle tek bir karede tüm duyularınızı etkiliyor. Bu anlamda da fotoğrafı daha etkileyici buluyorum, insanda yarattığı duyguyu daha çok seviyorum. Bu yüzden de fotoğraf çekmeyi ve başkalarının çektiği fotoğraflara bakmayı çok seviyorum.”
KAMERA İŞ FOTOĞRAF KEYİF
1989 yılında üniversitede turizm ve otelcilik okumaya başladığım yılın yazında İngiltere’de öğrenciler için oluşturulmuş bir organizasyonla; bir çiftlikte çalıştım. Burada kazandıklarımla aldığım ilk fotoğraf makinesi ile çektiğim ilk kareler çokta güzel değildi. Ama beni zehirlemeye yetmişti. Döndükten sonra fotoğrafla ilgili bir alanda eğitimimi sürdürmek istedim ve turizm okumayı bırakıp şimdiki adı iletişim fakültesi olan basın yayın yüksek okuluna girdim. Mahalle arkadaşlarım burada okurken bana daha iyi bir makine aldı. Okulda öğrendiklerimle fotoğraf benim için keyifli hale geldi. Daha çok gezdim, daha çok okudum, daha çok insanla tanıştım, daha çok fotoğraf çektim. Okuldayken hayatımı fotoğraftan kazanabileceğimi hayal ederdim.