17 Ekim 2011
EN çok izlenen televizyon dizisi olan “Muhteşem Yüzyıl” Türk insanının tarihe ilgisini arttırması bakımından iyi, fakat birçok olayı saptırması, çarpıtması bakımından da kötü... Diyecekler ki, “Bu bir film, tarih değil, bir hikâye!”
Öyle elbette ama mademki bir tarih dilimi üzerine oturtulmuş, mademki bir döneme adını veren ve onu muhteşem yapan kişi ve kişilerden söz ediliyor, tarihi kahramanlara biraz daha saygılı olmak gerekmez mi?
Mesela Malkoçoğlu Bali Bey... O dönemin en ünlü, en yiğit akıncı beyi Malkoçoğlu, dizide adi bir çapkın, yüzsüz bir zampara, basit bir sokak serserisi gibi gösteriliyor.
Adam bir Yahudi kızının peşine takılıyor, okul önlerinde kız tavlamaya çalışan herifler gibi sokakta onu takip ediyor, kız kendisini reddetmesine, “Defol git serseri” diye terslemesine rağmen askıntı olmaya devam ediyor.
Evini öğrenip pencereye tırmanarak odasına girdiği kız “Hırsız var!” diye bağırınca, yiğit Malkoçoğlu korkarak pencereden atlayıp, bir sokak serserisi gibi arkasına bakmadan kaçıyor!
Böyle komik ve küçültücü durumlara düşürülen Malkoçoğlu Bali Bey kim?
Dediğimiz gibi, muhteşem bir devrin, gerçekten yaşamış muhteşem bir kahramanıdır.
1495 yılında doğmuş, görkemli bir hayat sürmüş, şanlı bir isim bırakarak 1548 yılında bu dünyaya veda etmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu’nda akıncı beyi, ordu komutanı, vezir ve beylerbeyi olarak en üst düzey görevler yapmıştır.
“Muhteşem Yüzyıl”ın senaryosunu yazanlar, dizideki gibi komik bir çapkın tipi yaratmak istiyorlarsa, hayali bir isim kullanabilirlerdi. Bu, daha doğru, daha saygılı bir davranış olurdu.
Malkoçoğlu Bali Bey kim? Biraz onu anlatayım...
Sınır boylarında efsane olan bir akıncı beyi idi... Emrinde binlerce akıncı vardı ve onun adını duyan dost-düşman herkes titrerdi.
Elbette ki aşkları, sevdaları vardı. Fakat bunların hepsi edep çerçevesinde yaşanmış, genellikle genç kızlar, kadınlar ona yaklaşmak istemişti.
“Muhteşem Yüzyıl” dizisinde gösterildiği gibi hiçbir zaman pencerelere tırmanan, karı-kız peşinde koşan, kovulduğu kadınların odalarına zorla giren adi bir çapkın olmadı.
Malkoçoğlu, 1521 yılında, 26 yaşında iken Belgrad’ın fethinde olağanüstü görevler yaptı ve fethedilen kente ilk giren yiğitlerden oldu.
1526 yılında 31 yaşında iken, Mohaç Meydan Savaşı’nda, Osmanlı Ordusu’nun sağ cenah komutanı Malkoçoğlu Bali Bey idi. Bu büyük savaşın kazanılmasında ve Macaristan’ın fethinde önemli rol oynadı. Kanuni Sultan Süleyman, Macaristan’ın başkenti Budin’de Malkoçoğlu Bali Bey’e ikinci beyberbeyi ve vezir rütbeleri verdi.
Osmanlı-Lehistan savaşı başladığında Malkoçoğlu Osmanlı tarihinin en büyük akıncı seferlerini gerçekleştirdi.
Lehistan üzerine 40 bin akıncı ile iki ayrı sefer yapan Malkoçoğlu, bütün Galiçya’yı çiğneyerek Polonya’nin kalbi olan Varşova kentine kadar girdi, 10 bin seçkin esir ve zengin ganimetlerle geri döndü.
Muhteşem devrin en parlak komutanlarından biri olan Malkoçoğlu Bali Bey’i, komik birtakım olayların kahramanı olarak göstermek, insanlarımıza yanlış bilgi vermek oluyor.
53 yaşında ölen Malkoçoğlu Bali Bey’in kabri bugün Bursa’nın Yenişehir ilçesindeki Balibey Camii avlusundadır. Bu büyük kahramana Allah’tan rahmet diliyorum.
Yazının Devamını Oku 10 Ekim 2011
KİMİ ağlar, kimi güler, bu dünya böyle gider. Televizyonlardaki “Evlenme programları” toplumumuzun aynası gibi...
İzleyicileri hem eğlendiriyor, hem düşündürüyor.
Kırık kalpler, bağrı taşlı, gözü yaşlı insanlar TV’ye çıkıp kendilerine eş sarıyorlar.
Daha önceki eşlerinden ağrılı-sancılı ayrılıklar yaşayanlar, önce bunu kabullenemiyorlar, sonra umutsuzluk ve acı başlıyor, en sonunda da başka arayışlara geçiyorlar.
Eskiden, “Boyu boyuma, huyu huyuma uygun olsun” denirdi.
Şimdi, özellikle kadınlar önce parayı soruyorlar:
“Kaç para kazanıyorsun? Aylık gelirin ne?”
“Evin var mı? Yalnız mı oturuyorsun?”
Sevgi, saygı, karşılıklı anlayış, duygusal bağlar daha sonra geliyor.
Mutluluk kapısını paranın açtığına inanılıyor.
Parasıza yüz veren yok. Parayla kaleler de, kalpler de fethediliyor.
Evlilik programlarını izleyerek insanlarımızın içinde bulundukları sıkıntıları, karmaşık ruh hallerini ve toplumumuzun genel yapısını çok iyi tahlil edebilirsiniz.
Adam yaşlı, ayakta zor duruyor, konuşurken sanki uyuyacak gibi ama gelir düzeyi iyiyse, hele evi ve otomobili de varsa, kızı yaşındaki genç kadınlar bile ona talip olabiliyor!
Kısacası; “Varsa paran, çok olur seni soran!”
TV’lerde siz de izlemişinizdir. Kimi genç, kimi yaşlı, kimi güzel, kimi çirkin bir sürü aday evlenmek için geliyor.
Sunucu hanım onları seyircilere tanıtıyor, nasıl bir eş aradıklarını anlatıyor.
Erkek ve kadın adaylar bir paravanın iki yanına oturuyor ve önce, birbirlerini görmeden, müstakbel eşi tanımak, huyunu-suyunu öğrenmek için karşılıklı sorular soruyorlar.
Ekonomik güvence, iyi para, sürekli gelir, her şeyden önce geliyor.
Para olunca, huzur ve mutluluğun da olacağına inanılıyor!
Tabii bu arada, yalanlar da havada uçuşmaya başlıyor. Hepsi kendisini övüyor:
“Ben şöyleyim, ben böyleyim. Ben sevdiğim kadını prensesler gibi yaşatırım. Âşık olmak için ruh ikizimi arıyorum. Ona kalbimin bütün kapılarını açacağım...”
Derken bir telefon bağlantısı kuruluyor. Öfkeli bir kadın sesi:
“Yalancı... Ahlaksız adam... Bana da aynı sözleri söylemiştin!” diye bağırıyor... Ve uzun bir tartışma dönemi başlıyor. Dedik ya... Dünya hali bu... Yollar biter, yalan bitmez!
Adaylar bazen “Birlikte bir çay içelim” diyorlar. “Çay içmek” birbirlerini iyi tanımak, evlilik düşüncelerini güçlendirmek için daha ileri adımlar atmak anlamına geliyor.
Çay içtikten sonra evliliğe karar verenler olduğu gibi “Elektrik alamadık” diye ayrılanlar da oluyor. Fakat arayış bitmiyor. Umutla başka talipler beklemeye başlıyorlar!
Programlarda hem komedi, hem dram iç içe...
Çiçeği burnunda gençler, yaşlı amcalar, dedeler, teyzeler, nineler... Hepsi var.
Çoğu yalnızlıktan bıkmış, zavallı ve çaresiz kalmış insanlar... Evlenmek istiyorlar!
Bir kadın çıkıyor ekrana... “Ben, tek başıma 8 çocuğumu büyüttüm, adam ettim. Bir anne 8 çocuğa bakıyor ama 8 çocuk büyüdükleri vakit bir anneye bakmıyor!” diyor ve gözlerinde yaşlarla kendisine bakacak bir koca arıyor.
Başka bir aday da “Açlığı tanımayan yoksulluğu bilemez. Açlık ağlatır, dert söyletir, çile inletir” diyor. Yoksulun dostu olmuyor ve herkes varlıklı birini istiyor. Bu programlarda “Memleketimizden insan manzaraları” görüyoruz. Yüreklerimiz acıyla burkuluyor!
Yazının Devamını Oku 3 Ekim 2011
“MUHTEŞEM Yüzyıl” adlı televizyon dizisinin en büyük faydası, halkımızın tarihe olan ilgisini artırması oldu. Dizide “Süleyman-Hürrem Sultan aşkı” ön planda tutuluyor ama o dönemde çok daha önemli olaylar var.
Batılıların “Muhteşem” adını verdiği Kanuni Sultan Süleyman gerçekten büyük bir padişahtı fakat hayatında birçok da “kara leke” vardı.
Bunların en önemlisi “evlat katili” olmasıydı. O büyük padişah, en sevdiği iki oğlunun öldürülmesi için emir vermiş, beraber büyüdüğü ve kardeşi gibi sevdiği Pargalı İbrahim Paşa’yı da boğdurtmuş bir hükümdardı.
Şehzade Mustafa,
Şehzade Bayezid,
Şehzade Cihangir.
Yazının Devamını Oku 26 Eylül 2011
BİZ, ulus olarak birbirimizi yemeye meraklıyız. Birçok kişi, kendi gibi düşünmeyenlere kızıyor, diş biliyor, karşı fikirlere tahammül edemeyip işi hakarete, küfre, kavgaya-dövüşe götürüyorlar.
Ülkemiz sanki ikiye bölünmüş gibi...
Ne de olsa, eskiden Bizans olan topraklarda yaşıyoruz.
Havasından mı, suyundan mı, nedir, Bizans döneminde de durum böyleydi.
Biz, tüm Anadolu’yu, İstanbul’u ve Trakya’yı Bizanslılardan aldık.
O dönemler, fetihler devriydi...
İstanbul’un fethi Bizans İmparatorluğu’na indirilen son ve öldürücü darbedir.
* * *
Bizanslılar da vaktiyle birbirlerini yiyorlardı.
Maviler ve Yeşiller diye iki gruba ayrılmışlardı. Aralarında müthiş bir çekişme vardı.
Bugünkü Sultanahmet Meydanı’nda olan hipodromda yapılan araba yarışlarında birbirleriyle mücadele ettikleri gibi, siyasi alanda da öldüresiye boğuşuyorlardı...
Sonunda ülkelerini el birliğiyle batırdılar!
Biz bu toprakları onlardan aldığımıza göre, asırlar sonra aynı hastalık bize de geçmiş olabilir mi? Bizans’ın Mavileri-Yeşilleri gibi birbirimizi yiyip duruyoruz!
* * *
Toplum olarak gülmeyi unutmuş gibiyiz. Başka ülkelerden gelen yabancı konuklar bunu bizden daha iyi görüyor, bazıları “Neden Türkiye’de gülen insan az?” diye soruyor.
Dost acı söyler ama doğru söyler.
Teşhis doğrudur. Gülmeyi unutan bir toplum olduk ne yazık ki...
Bu durum, günlük aile hayatımızdan tutun, spor ve siyaset hayatımıza kadar tüm yaşamımızı etkiliyor. Tabii olumsuz yönde etkiliyor.
Sokaklarda kavga, sporda kavga, siyasette kavga...
Kavga etmediğimiz yer, kavga etmediğimiz gün var mı?
* * *
Dedik ya... Gülmeyi unutan bir toplum olmuşuz. Oysa küçük bir gülümseme ortalığı ışık gibi aydınlatır.
“En büyük sanat, seyirciyi ağlatmaktır” diyen bir dram oyuncusuna, bir komedi sanatçısı “Ağlatma işini acı soğan da yapar. Asıl marifet, gerçek ustalık, insanları güldürebilmektir” diye cevap vermiştir. Hangisi haklıdır sizce?
Amerika’nın efsanevi başkanlarından olan Abraham Lincoln’ün gülme konusundaki bir cümlesi hep aklımdadır. Lincoln “Bir tebessüm, insana hiçbir şey kaybettirmez fakat vereni fakirleştirmeden alanı zengin eder” der.
Tebessüm sadece bir an sürer ama hatırası bazen hayat boyu devam eder.
* * *
Rahmetli Erdal İnönü, Türk siyasetinin en kaliteli ve en nüktedan adamlarından biriydi.
SHP içindeki “sağ” sosyal demokratlarla, “sol” sosyal demokratlar, bir akşam Ankara’da, İnönü’nün başkanlığında yemeğe giderler.
Garson masaya gelerek “Ne emredersiniz efendim? Ne yiyeceksiniz?” diye sorar. İnönü “Hiçbir şey” der ve ekler:
“Biz, birbirimizi yiyeceğiz!”
* * *
İşin doğrusu, yalnız sosyal demokratlar değil, biz ulus olarak hep hepimiz birbirimizi yiyip duruyoruz. Böyle bir gidişin sonu iyi olmaz!
Dilerim bir gün (daha kötü günler görmeden) aklımız başımıza gelir!
Yazının Devamını Oku 19 Eylül 2011
BİRKAÇ gün önce Ali Şen aradı. Onunla uzun yıllar öncesine dayanan bir dostluğumuz vardır. Dedi ki:
“Eski gazeteleri tasnif ediyordum. 2002 yılının başlarında, AKP iktidara gelmeden aylar önce Star Gazetesi’nde Tayyip Erdoğan’la ilgili bir yazı yazmıştım...”
“Evet, hatırlıyorum” dedim. “Daha seçim olmamıştı ve Tayyip Erdoğan başbakan değildi... Ben, ilginç bulduğum için o yazıdan alıntı yaparak Gözcü Gazetesi’ndeki sütunumda bir yazı yayınlamıştım...”
Ali Şen, “Evet, işte o yazı” dedi. “Eski gazete kupürlerinin arasında o yazı elime geçti. Çok ilginç buldum. Sana yollayayım istersen...”
“İyi olur, ben de bir okuyayım, eski günleri hatırlamış olurum” dedim.
Ali Şen, 9 yıl 9 ay önce, 20 Ocak 2002 günü yayınlanan o yazıyı bana faksla gönderdi.
“Ali Şen ve Tayyip Erdoğan” başlıklı köşe yazısını okurlarımla paylaşmak istiyorum.
* * *
Yazıya “Ali Şen’i tanırsınız. Halk adamıdır” diye başlıyor ve şöyle devam ediyordum:
“Çalışma hayatındaki başarısına, Türkiye’nin önde gelen işadamları arasına girmesine ve zengin olmasına rağmen hiçbir zaman halktan kopmamıştır.
Sevilmesinin bir nedeni de, halka olan yakınlığıdır. İnsanların psikolojisini iyi bilir, yalnız Fenerbahçe taraftarlarının değil, tüm toplumun nabzını iyi tutar.
Bunları neden yazdım? Onu övmek için değil... Sadece tahminlerinin ve görüşlerinin doğru çıktığını belirtmek için...
Hafta başında onun Star’da yazdığı köşe yazısı dikkatimi çekti. Tayyip Erdoğan’dan bahsediyor ve özetle şöyle diyordu:
* * *
‘Erdoğan’a konulan yasaklardan sonra artık onun seçimi kazanacağına eminim...
...Siyasi yasaklar, hep mağdur insanları öne çıkarır.
...Anayasa Mahkemesi’nin 11 hâkiminden 6’sı Tayyip Erdoğan’ı mağdur siyasi lider yaptı...
Ülkenin en ünlü 11 hâkimi, Tayyip Erdoğan’ı nereye koyacaklarını tam bilemedi, kararlarında bölündüler.
...Demokrasi tarihimizde halk hep yasaklı liderlere seçim kazandırmıştır.
...Bir mahkeme kararı (6’ya 5 alınan siyasi yasak kararı) Erdoğan’a sanki haksız rekabet avantajı sağladı. Çünkü bu karar diğer parti liderlerine yaramadı. Halkın önünde kimse duramaz.
Genç Tayyip Erdoğan’ın önü bu kararla tamamen açılmıştır.
Hayırlı olsun!
Onu istemeyenlere de geçmiş olsun!’
Ali Şen özetle böyle diyor. Haklı mı, haksız mı, zaman gösterecek ama... 30 yıllık arkadaşıyım, ben onun bugüne kadar yanıldığını pek görmedim.”
* * *
9 yıl önceki yazı böyle... Sonra 2002 seçimleri oldu. Ali Şen’in dediği gibi Tayyip Erdoğan kazandı, başbakan oldu. Sonraki yıllarda oylarını artırarak iki seçim galibiyeti daha aldı... Ve o günlerden bugünlere geldik.
Aradan 9 yıl geçtikten sonra tekrar okuduğum yazıdaki görüşlerin ne kadar isabetli çıktığını bir kez daha gördüm.
“Siyasi yasaklar hep mağdur insanları öne çıkarır” sözü aynen gerçekleşti.
Ne yapalım, her şey aziz milletimize hayırlı olsun.
Ali Şen’in bir sözü daha var ki, onu da yazmadan edemeyeceğim. Şöyle diyor:
“Basınımızın önemli bir kısmı ne yazık ki, kendi halkını iyi tanımıyor!”
Yazının Devamını Oku 12 Eylül 2011
BU meslekte uzun yıllar geçirdim. Hemen her iktidar zamanında, siyasetçilerin hoşlanmadığı gazetecilerden biri oldum. Çünkü muhalefet yapıyordum. Şimdi bu iktidarın düşünce yapısına karşı çıkan bir gazeteciyim.
AKP’nin elbette ki olumlu işleri de var. Var amma “Laik Atatürk ilkeleri”ne karşı çıkması, benim bu partiye muhalif olmama yol açıyor.
AKP’ye karşı olunca da ortaya garip bir durum çıkıyor ve çok kişi beni CHP’li zannediyor. Burada açıklıyorum: Ben CHP’li değilim, hiçbir partiden değilim. Eskiden de değildim, şimdi de değilim, bundan sonra da olmayacağım.
Ben, CHP’nin “Ana muhalefet görevini” gereği gibi yerine getirdiğine inanmıyorum.
Böyle sakat bir muhalefet anlayışıyla, karmakarışık yönetim tarzıyla, enerjisini yitirmiş, rahatına düşkün görünen mensuplarıyla CHP herhalde hiçbir zaman iktidar olamayacak!
Bunlar, AKP karşısında her zaman yenilmeye mahkûm bir tavır sergiliyorlar!
* * *
Muhalefette başarılı olabilmek için daha dinamik olmak, iktidar partisinden daha fazla çalışmak, halkın içinde, halkla beraber yaşamak, insanlarımızın nabzını iyi tutmak gerekir.
CHP’lilerde bunu yapan var mı? Sadece iktidarı kötülemekle bir yere varılmıyor.
CHP’nin aldığı yüzde 26 oyun önemli bir kısmı, AKP karşıtı olan ve başka oy verecek parti bulamayan seçmenin kerhen verdiği oylardan oluşuyor!
CHP’nin sevdiğim tek yanı laik Atatürk ilkelerine sahip çıkmasıdır.
Ben, ulusça bu günleri Mustafa Kemal Atatürk sayesinde gördüğümüze inananlardanım.
Mustafa Kemal, Osmanlı’nın imzaladığı, idam fermanına benzeyen Sevr Antlaşması’nı elinin tersiyle itmese, “Ya istiklal, ya ölüm” diyerek Anadolu ihtilalini başlatmasa halimiz ne olurdu? Bağımsızlığımızı kaybederek esaretin korkunç batağına gömülürdük!
Evet. CHP’nin beğendiğim tek yanı Büyük Atatürk’e sahip çıkmasıdır.
Bunun dışında bu partinin hiçbir becerisini göremiyorum. Lafla muhalefet yapılmıyor.
Ya MHP diyeceksiniz? MHP’nin milli duygulara sahip çıkmasını beğeniyorum ama genel yapısı itibariyle partiyi güçsüz buluyorum. MHP, Devlet Bahçeli’den başka bir lider bulmak zorunda... Dinamik ve karizmatik bir lider... Sanırım o zaman bu parti hamle yapar.
* * *
Çalışmaktan, halka yakın olmaktan bahsederken Sarıgül örneğini vermek istiyorum. Tüm CHP ve diğer muhalefet partilerinin, enerji, çalışma ve dinamizm bakımından, Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül’ü örnek almaları gerekiyor.
Sarıgül’ün günlük iş hayatı, çok erken vakitte başlıyor. Sabah saat 05.00’te ayağa kalkıyor, duş, kahvaltı vs. derken saat 06.00’da yola koyuluyor ve bölgesini dolaşıyor. Mahalleler, camiler, okullar, işyerleri... Bu arada dükkânlarını açan esnafla konuşuyor, dertlerini dinliyor, ihtiyaçlarını tespit ediyor. Sonra saat 08.30’da belediye binasına gelip makamına oturuyor.
Gelen vatandaşı dinliyor, dertlerine çözüm arıyor, gereken talimatları veriyor, okullarla ilgileniyor, çalışkan öğrencileri belediye binasında toplayıp, onlara ödüller veriyor...
Hemen her günü aynı dinamizm içinde geçiyor. Halk, bu çalışmanın karşılığını veriyor ve hiçbir parti desteği olmadan çalışan Sarıgül’ü her dönem büyük oy farkıyla başkan seçiyor.
* * *
Gelelim bendenize... O partiyi sevme, bu partiyi sevme... Sen sevmezsen, onlar da seni sevmez elbette... Ne olacak bu durumda?
Ne gam? Yalnız da kalsak biz inandığımız yolda yürürüz. Topal karınca misali...
Topal karınca hacca gidiyormuş... “Yahu bu halinle binlerce kilometreyi aşıp oraya nasıl varırsın?” diye alay etmişler. Karınca, “Haklısınız, belki oraya varamam. Varamam ama yolunda ölürüm ya. Bu da bana yeter! Benden sonrakiler oraya varır” demiş. Bizimki de o hesap!
Yazının Devamını Oku 5 Eylül 2011
‘Şike’ darbesiyle Türk futbolu nakavt olmuş boksöre döndü, şimdi yerlerde sürünüyor! Yalnız futbolda değil, hemen her konuda, ulus olarak kendi kendimize o kadar düşmanlık yapıyoruz ki düşmana ihtiyacımız kalmıyor! Türk futbolunun içine düştüğü hazin durumu, önemli bir futbol adamıyla konuştum.
Uzun yıllardır hep ‘üst düzeyde görevler’ yapan bu spor adamı, spekülasyona sebep olmamak için adının verilmemesini istedi. Çok uzun olan konuşmayı, yerimin darlığı nedeniyle özetleyerek naklediyorum. Diyor ki:
* * *
“Son şike olayları nedeniyle gündemin birinci maddesi şu:
Fenerbahçe, Beşiktaş, Trabzonspor, Sivasspor, Eskişehirspor vs bunlar küme düşerse ne olur? Herkesin ağzında şu var: Futbol çöker!
Şimdi ben diyorum ki ‘Hayır, çökmez. Daha iyi, daha sağlıklı bir yapıya kavuşmamız için milat olur. Budanan bir ağacın sağlıklı olarak yeşerip yeniden dal budak salması gibi Türk futbolu da daha güçlü olarak yeniden doğar, büyür, gelişir.’
* * *
Şunu da belirtmek zorundayım: Ortada hiçbir yargı kararı yokken Fenerbahçe’nin Avrupa Şampiyonlar Ligi’nden men edilmesi haksızlıktır. Türkiye’de küme düşürülmesi meselesi de haksızlıktır fakat bu haksızlığın kaynağı, yeni çıkan ‘Türk Spor Yasası’dır. Bu yasa, ‘Bir kulüp başkanı veya yöneticisi şikeye teşebbüs ederse, şike olmasa bile, hapisle cezalandırılır’ diyor, ayrıca, kulübü ve takımı da sorumlu tutuyor.
Yani şikenin gerçekleşmesi gerekmiyor, ‘teşebbüs’ bile ‘şike’ olarak kabul ediliyor.
* * *
Bir kulüp başkanı teşebbüs etti diye koskoca bir kulüp ve onun milyonlarca dolar değerindeki, takımı yakılır mı? Şikeyle hiçbir ilgileri olmayan futbolcuların ne günahı var?
Fakat ne çare ki, bu yılın ilk aylarında çıkan Türk Spor Yasası böyle emrediyor!
Bu kanun Meclis’te görüşülürken kulüplerin yöneticileri, hukukçuları neredeydi?
Bir yöneticinin kişisel işgüzarlığı ile koskoca bir kulüp ateşe veriliyor. Adil bir yasa değil ama bu kanun değişmedikçe yapacak hiçbir şey yok. Başkanlar hapis yatacak, takımlar küme düşecek.
Şimdi ‘Ligde kalma zirvesi’ filan yapıyor, “Bu ligde küme düşme olmasın” diyorlar. Bunların hepsi “Kellim kellim layenfa”dır. Yani faydasız, boş laflardır.
* * *
Tüm bu acı sonuçlar aslında kulüplerimizin kötü yönetilmesinden kaynaklanıyor. Hemen hemen bütün kulüplerimiz ekonomik açıdan dibe değil, dibin dibine vurmuş durumda!
1994 yılında kurulan ‘Havuz sistemi’yle kulüplerimize akıl almaz büyüklükte paralar kazandırıldı. Ne yaptılar bu paraları? İyi harcadılar mı? Tesisleri var mı? Altyapılarını güçlendirdiler mi? Hayır! Tüm kulüplerin altyapıları sıfır olmuş durumda. Yıllardır, genç takımlardan gelen tek futbolcumuz yok!
* * *
Ülke futbolu, bol süt veren inek gibi sağıldı, paralar, yanlış transferlere, bilinçsizce alınan yabancı futbolculara, yabancı antrenörlere ve bunların aracılarına aktarıldı, bu arada büyük cezalar ödendi. Yalnız Beşiktaş’ın ödediği cezaların toplamı 20 milyon dolar civarında...
Bu usulsüz harcamaları, devlet görevlileri, bürokratlar, genel müdürler yapsaydı, tutuklanır, özel yetkili mahkemelerde yargılanırlardı!
Biz, bu havuz sistemini çok kötü kullandık. Bu kadar büyük mali imkânlara sahip Türk takımları Avrupa’da fırtına gibi esmeliydi. Esmedi! En büyük takımlarımız bile Avrupa’nın kıytırık takımları karşısında ezildi, yenildi, elendi.
Ayıptır, yazıktır, günahtır!
* * *
Şimdi bir şike olayı var. Bunun cezası neyse uygulanmalı ve her şeye yeniden başlanmalı. Fakat bu defa akıllı davranmalı, disiplinli, planlı, programlı hareket etmeliyiz.
Bu kötü olay, futbolumuzda milat olmalı, hilesiz, hurdasız, şikesiz, şaibesiz bir futbolun yaratılmasına vesile olmalıdır. İnanıyorum ki bu yangının küllerinden, birkaç yıl içinde daha büyük bir Türk futbolu doğacaktır.”
Böyle diyor ‘üst düzeyde görevler’ yapan futbol adamı. Eğri olmadan doğru bilinmez!
Peki, sonuç ne? “Ayaz oldu, bulut oldu, yani günler umut oldu!”
Futbolumuzun özeti bu!
Yazının Devamını Oku 29 Ağustos 2011
YARIN, mübarek Ramazan Bayramı’nın ilk günü... Bayram, sevinç, neşe, mutluluk demektir. Peki, mutlu muyuz?
Mehmetlerimiz hain tuzaklarla kalleşçe şehit edilirken...
Geniş kitlelerde geçim sıkıntısı artarken...
Bölücü faaliyetler ülkenin huzurunu bozmaya devam ederken...
Bir kısım insanlarımız, haklarında mahkûmiyet kararı olmadan, yargısız infaz gibi, yıllarca hapiste tutulurken...
Türk futbolunun lokomotifi Fenerbahçe’ye hukuk dışı, insafsız darbeler indirilirken...
Mutlu olmak mümkün mü?
Kimi ağlar, kimi güler, bu dünya böyle gider!
* * *
Kana doymayan terör, Güneydoğu’dan gelen şehit cenazeleri, ekonomideki güçlükler, yönetim hataları sonucu futbolun bataklığa gömülmesi, geçim derdi, bölücü faaliyetlerin artması, yoksulluk, çekilen sıkıntılar vs... Doğal olarak şikâyetlerin artmasına yol açıyor.
Ben eskiden bunları ciddiye alırdım. Artık tebessümle karşılıyorum. Çünkü şikâyetlerin en yoğun olduğu, sıkıntıların en yüksek dereceye çıktığı bölgelerde bile iktidarın yüzde 50’nin üstünde oy aldığını görünce, milletin bizi işlettiği sonucuna vardım.
* * *
Şikâyet mektuplarını okudukça aklıma şu hikâye geliyor:
Bir pencereye asılan kafesteki kuş, sadece geceleri ötüyor, gündüzleri suspus oluyormuş. Bir yarasa, niye gündüz ötmediğini sorunca kuş şöyle cevap vermiş:
“Gündüzün öterken yakalandım ve bu kafese konuldum. Bu bana ders oldu”.
Yarasa acı acı gülümseyerek ona demiş ki:
“Artık iş işten geçti yavrum. Bunu yakalanmadan önce düşünmen gerekirdi!”
Sonuç: Kuşun kafese, balığın ağa girdikten sonra sızlanmasının, şikâyet edip gözyaşı dökmesinin faydası yoktur. Başa gelen çekilecektir!
* * *
Kişisel ihtiraslar, ülke çıkarlarının üstünde tutuluyor, vatandaşa da bol vaatlerin ninnisi söyleniyor. Manzara-i umumiyemiz şöyle:
Etraf yalaka dolu, el etek öpmek ayıp değil,
Aman ha ağalara laf etme, haddini bil!
* * *
CHP’nin 20 ve 22’nci dönem milletvekili Bülent Tanla, Bankalar Birliği verilerinden yararlanarak bir değerlendirme yapmış... Buna göre:
Türkiye’de, toplam servetin yüzde 90’lık bölümü, bankada tasarruf hesabı olanlardan yalnızca yüzde 3’lük bir kesimin elinde bulunuyor.
Bankalarda yaklaşık 80 milyon hesap var. 2 milyon 715 bin kişi toplam servetin yüzde 90’ına hükmediyor, artakalan yüzde 10’luk küçük bir bölümü ise bütün Türkiye paylaşıyor.
Bu durum, çarpık gelir dağılımının, servet paylaşımına da yansıdığını gösteriyor.
Dünyanın 17’nci büyük ekonomisi olan 73 milyon nüfuslu Türkiye’de, 2 milyon 715 bin hesabın sahibi, Avrupa ve Amerika düzeyindeki bir zenginlik içinde yaşıyor.
Bunun tam tersi olup, yoksul bir Afrika ülkesinin zavallın insanları gibi yaşayanların oranı ise Türkiye’nin yüzde 20’si (14 milyon 600 bin kişi)...
Somali’ye yapılan yardımların benzeri bu insanlarımıza da yapılmalı.
Ülkelerde, büyümenin ve zenginleşmenin nimetlerinden her kesimin yararlanması gerekirken bizde bunun tam tersi oluyor. Birileri yiyor, birileri bakıyor!
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) insanlarımıza soruyor: “Mutlu musunuz?”
Her 100 kişiden 71’i “Mutluyuz” diyor. Halkımız yoksulluğundan memnun! İyi mi?
Yazının Devamını Oku