Türkiye’nin önde gelen vergi uzmanları bunun “adalet duygusunu inciten orantısız bir ceza” olduğu düşüncesinde birleşiyor.
Yazarları susturmak, gerçeği anlatan manşetleri engellemek için yapılan siyasi baskı bu...
Türkiye’de, her geçen gün ağırlığını arttıran ciddi bir basın özgürlüğü sorunu var.
Başbakan hep “demokrasi nutukları” atıyor ama söylediklerine kendisi de inanmıyor mutlaka... Özgür basının olmadığı bir yerde demokrasiden söz edilebilir mi?
* * *
Basının asli görevi “halkı bilgilendirmek ve iktidarı eleştirmek”tir.
Sürekli açılım yaptığını iddia eden bir iktidar, “demokratik” adını verdiği ne kadar açılım yaparsa yapsın, o ülkede özgür basın olmadan demokrasiyi ve meşruiyetini koruyamaz!
Her yıl Türkiye’nin en çok vergi veren işadamı olarak “rekortmen” ilan edilen ve defterdarlık tarafından kendisine teşekkür plaketleri verilen Aydın Doğan’ın uğradığı bu büyük haksızlık demokratik vicdanı yaralamış bulunuyor.Bir iktidarın görevi ülkeyi yasalara ve demokratik kurallara göre yönetmektir.
Sakın haa! Ona muhalefet yapmayın! Yanılıp da yaparsanız yandınız! Hakkınızda hemen ceza ve tazminat davaları açılır!
İktidar yanlısı gazeteleri ihya eden, yandaş gazeteci ve yazarları devletin uçağı ile gezilere götüren Başbakan, özgür gazeteci ve yazarlara fena halde kızıyor. Tüm baskılara rağmen onları susturamayınca yöntem değiştirdi. Yeni taktik: “Gerçekleri yazan gazetecilerin patronlarına hücum etmek!”
Doğan Medya Grubu’na şubat ayında kesilen 825 milyon liralık ağır vergi cezası sadece öncü bir gözdağı idi. Son kesilen vergi cezası ise öldürücü:
3 milyar 755 milyon lira! Dünya basın tarihinin en ağır cezası! Rekorlar Kitabı’na girer! Bu akıl almaz cezanın amacı belli! Doğan Grubu öldürülmek isteniyor!
* * *
Gerçekleri yazan gazetelere ve gazetecilere değil, onların patronlarına saldırıp, hukuka aykırı şekilde akıl almaz cezalar vererek yıldırmak, siyasette eskiden de kullanılan bir yöntemdir ama bu haksızlığı yapanlara hiçbir yarar sağlamamıştır.
Bir zamanlar burnu havada dolaşan o kudretliler şimdi nerede? Tarihin tozlu sayfalarında kaybolup gittiler ama özgür basın hâlâ var. Geçmişten ders almak gerekir. Gücü ele geçirenler “Dediğim dedik, çaldığım düdük!” inadından vazgeçmeyince Türkiye’ye zarar veriyorlar!
* * *
Ünal Uyguç, birkaç gün önce elinde kırmızı kaplı bir kitapla geldi ve:
“Basılmasında öncülük ettiğim bu önemli kitabı okumalısın” dedi.
Aydınlı olmakla övünen meslektaşım Ünal Uyguç “Milli Mücadele’de Aydın” başlığı altında bir dizi kitabın Aydın Belediyesi tarafından hazırlanmasını sağlıyor. Uyguç’un bana getirdiği kırmızı kaplı kitap, bu dizinin 8’inci kitabı... Adı: “Milli Mücadele’de Aydın Sancağı ve Yörük Ali Efe”
Kitapta hayatı anlatılan Yörük Ali Efe, Kurtuluş Savaşı’nın eşsiz kahramanlarından biridir ve Aydın’ın kurtuluşunda başrolü oynamıştır.
Okuması yazması bile olmayan (ümmi) Yörük Ali, emrindeki çeteyle baskınlar yaparak Ege’de Yunan ordusunu perişan eden mucize bir adamdır.
Türk ulusu zorda kalınca ne cevherler çıkarıyor!
Yörük Ali Efe, Ege’de, işgalci Yunanlılara karşı başlatılan sivil direnişin önderlerinden olmuş, bu vatan hizmetinin karşılığı Atatürk’ün takdirlerini kazanmış, büyük zaferden sonra İstiklal Madalyası ile onurlandırılmıştır...
* * *
Mektubun yazarı Oktay Yıldırım gerçek bir Güneydoğu gazisi olmasına ve dağlarda terör çeteleriyle savaşıp yaralanmasına rağmen bu sıfatının kullanılmasından rahatsız olmuş...
Bu defa Silivri 4 No’lu L Tipi Kapalı Cezaevi’nden bir mektup geldi. Mektubun her sayfasında “Mektup Okuma Komisyonu tarafından GÖRÜLMÜŞTÜR” damgası vardı.
Mektubu yine Oktay Yıldırım yazmıştı. Ergenekon Davası’nın 1 numaralı sanığı olduğunu bildiren Oktay Yıldırım’ın yeni mektubunu (özetleyerek) yayınlıyorum:
* * *
“Uzun süreden beri okurunuzum. Bir yanlışlığın düzeltilmesi için bu mektubu yazıyorum. Düzeltilmesini istediğim husus, adımın önüne yazdığınız ‘Güneydoğu Gazisi’ sıfatıdır.
Ben, Türk Silahlı Kuvvetleri’nden “Harp malûlü” olarak gururla emekliye ayrıldım ve sıfatımı hiçbir yerde, hiçbir yazımda kullanmadım. Bunun yazılmasından da rahatsızlık duyuyorum. Ben yazılarımın sonuna adımın dışında hiçbir şey yazmam, tıpkı sizin gibi... Sadece Oktay Yıldırım diye imza atarım.
Bu tür sıfatların, yazının içeriğinin önüne geçerek bir övünç vesilesi olarak kullanılması beni ziyadesiyle rahatsız ediyor.
Bugün başımıza gelenlerin ve ileride gelecek olanların anlatıldığı bir mektuptur o...
Türkiye’de bugün medya bölünmüş durumda... İktidarı destekleyen dinci kesimin yazarlarının gerçekten “dinci” mi, yoksa “kinci” mi olduklarını anlamak zor!
İslamcı kesimde, gönülden inançlı, aklı başında olan meslektaşlarımız da var tabii...
Bunların önde gelenlerinden biri Mehmet Şevket Eygi Hoca... Onun yazdığı yazılar ilginçtir. İyi bir Müslüman ve açık sözlü, düzgün bir yazardır. Sözünü esirgemez. Zaman zaman kendi camiasını dürüstçe ve şiddetle eleştirmekten çekinmez.
* * *
Mehmet Şevket Eygi, bakınız eleştirilerinden birinde neler yazdı? Özetle naklediyorum:
“Dindarlık lâfla, edebiyatla olmaz. Dindar kişi asla haram yemez, dürüstlükten kıl kadar ayrılmaz, halkı aldatmaz, yalan söylemez, verdiği sözü çiğnemez ve emanetlere hıyanet etmez! Gerçek dindar, sefaletten ölmeyi tercih eder ama haram parayla geçinmeyi, hele zenginleşmeyi hiç düşünmez. (Gemiciklerle, apartmancıklarla, villacıklarla, deniz fenercikleriyle zengin olanların kulakları çınlasın)
Bizi agresif dinsizler, kefere, fecere, İslam ve Müslüman düşmanları mahvediyormuş... Hayır, hayır! Bize, içimizdeki münafıklar, din sömürücüleri, mukaddesatı maddi menfaate tahvil eden alçaklar en fazla zararı veriyor!
Müslümanlar ‘Uyanın!’ diyorum!”
Buna rağmen ülkemizde saldırgan teröristler yerine askere çatmak moda oldu. Gizli tanıkların iftiralarıyla, gerçek dışı ihbarlarla tutuklanıp hapse atılan subaylar, komutanlar kamuoyunda üzüntü yaratıyor.
Zaman zaman ara verilmiş olsa da terör hiçbir zaman durmadı, hainlikler devam etti, yollara mayınlar döşendi, karakollara baskınlar düzenlendi.
Askerin yaptığı, bu melanete karşı cesaret ve fedakârlıkla yurdu savunmaktır.
Şimdi “tarihi fırsat”, “barış-kardeşlik”, “Kürt açılımı”, “Demokratik açılım” sözleri ağızlardan düşmüyor.
İyi de... Nasıl olacak bu? Belli değil! Açılımın sınırı nedir? O da belli değil.
Meçhul bir açılıma ve olmayan duaya “amin” denir mi?
* * *
PKK ve onun Meclis’teki ayağı DTP kanadından, katledilen bunca masum insan nedeniyle hiç pişmanlık sözü geliyor mu?
Büyük taarruz, ertesi sabah başlayacaktır.
Yaver Muzaffer Bey, Başkomutan’a top mermilerinin miktarı hakkında bilgi veriyor. Cephane çok azdır. Düşman mevzileri ancak üç-dört saat kadar topçu ateşi altında tutulabilecek, sonra cephane bitecektir. Komutanlar:
“Acaba yoğun bir ateş yerine top mermilerini idareli mi kullansak?” diye soruyor.
Başkomutan “Hayır” diyor “İdareli kullanmak yenilmek demektir. Hepsini de kullanacağız. Son mermi bitinceye kadar ateşe devam edilecek... Sonra süngülerimizi takıp hücuma geçecek ve cephane ikmalini düşmandan yapacağız!”
* * *
26 Ağustos 1922... Sabah olmak üzeredir...
* * *
Atatürk İstanbul’da Florya Köşkü’ne giderken Nuri Conker’in kullandığı otomobil tenha bir yola sapar. Atatürk tarlada çalışan bir çiftçi görür. Adam çiftindeki öküzün yanına eşeğini bağlamıştır. Tarlasını yalpa vura vura güçlükle sürmektedir.
Atatürk, otomobili durdurur ve araçtan iner. Çiftçiye, neden sabana inek ya da öküz yerine eşeğini sürdüğünü sorar. Çiftçi, Atatürk’ü tanımaz:
“Devlet öküzün birini vergi olarak haczetti beyim” der.
Atatürk’ün canı sıkılır:
“Neden hakkını aramak için muhtara başvurmadın ağa?” der.
Adı Halil olan çiftçi acı acı gülümser:
“Öküze haciz konulurken muhtar da oradaydı!”