Hani oldu da olmaz ya, Allah’ın işi, sevgiline yalan söylemek durumunda kaldın. Tabii ki sen asla öyle bir şey yapmazsın canım, o ayrı mevzu. Hani bi arkadaşının başına gelirse aklında bulunsun diye söylüyorum. Mutlaka ilk başta o kadar masum, o kadar pamuk gibi bir yalanının bilerek ortaya çıkmasını sağla. Atıyorum, farz-ı misal, ona gizlice doğum günü partisi hazırlıyorsunuz. Bunu belli edecek, onun anlamasını sağlayacağın hareketlerde bulun. Sana soru sorduğu zaman yapmacıktan yutkun, gözlerini kırpıştır, elin ayağına dolanmış gibi davran. Kaçamak cevaplar ver, gülmeye uğraş...
Bundan sonra her yalan söylediğinde gözlerini kırpıştırdığını düşünecek. O kirpikler çıpık çıpık etmiyorsa, seni haklı bulup hayatına devam edecektir. Bir de sürekli iki lafından biri, “Ben yalan söylemeyi beceremem” olsun.
Ara, arasana hadi, ara sor!
Oldu da yakalandın ya da bir şeylerden şüphelendi. Konu ne olursa olsun, “Köpeği bugün gezdirdin mi” bile olsa, hemen diklen, anında dayılanarak konuş. “Bakkalı ara bakalım, önünden bugün köpekle geçmiş miyim, geçmemiş miyim!” Gidip arayacak hali yok zaten. Kimse aramıyor. Lisede bir sevgilim vardı, “Dün ne yaptın?” diye sorduğum an gürlerdi, “Evdeydim ya evde, ara annemi sor” diye. Bir daha soramazdım. Sonra zaten evde olmadığı ortaya çıkmıştı, keşke anasını arasaymışım.
Baktın çıkış yolu yok, asla kabullenme! Konuşma, söylediklerine cevap verme. Sadece kafanı salla, ‘sana yazıklar olsun’ gibisinden. Sorsun dursun, “Bana nasıl inanmazsın” diye. Sen kız, bağır. Olayla ilgili tek kelime çıkmasın ağzından. Kafasında hep soru işareti olsun.
Bana yaptıklarını asla unutmadım
Her fırsatta geçmişi açmayı ihmal etmiyoruz. “Sana aldığım kazağı neden giymiyorsun?” gibi dünyanın en dandik olayından bile koskocaman kavga çıkartabiliriz. Zamanında 36 beden çıkmış ağzından, onu giydiğin zaman kardan adama benziyorsun, kolların lop lop çıkıyor. Kazağı bulamıyorumdan bir başla, geçmişi hooop daya önüne. Biraz sinir krizi, “Sen benim yanımda o kızla konuştun ya, benim yanımda!” diye ağlama nöbetleri. Özür dileyiş, “hayatım yapma böyle kendini üzüyorsun’ tesellisi ve bir daha konu açılmadan kapanış.
Boş ver ya, seni mutsuz etmek istemiyorum
Sevgili AKP,
Hükümetin başına geçtiğiniz zaman 2002’de yaşım oy vermeye yetmiyordu. Ailecek İzmir’de mandalina soyarak televizyondan oy sonuçlarını bekliyorduk. Hatırlıyorum, yine iki görüş vardı: Eski siyasetçilerden sıkılan yeni kan, yeni hayat arayışındakiler ve “Bunlar gelirse özgürlüğümüz elimizden alınacak, siz ne yapıyorsunuz?’ diyenler.... Malum, İzmir olunca, ikinci görüş daha ağır basıyordu. Saçma geliyordu o zamanlar. “İnsanlar dinden neden korkar ki? Din kötü bir şey değil; Sevmeyi, saymayı, birlikte güzel yaşamayı öğretir bize. O nereden geldiğini anlamadığın kalbinde duran korkuyu sakinleştirir, sana kendini iyi hissettirir. Bu kadar korkacak ne var?” diyordum. Ardından ikinci seçim geldi: Cumhuriyet yürüyüşleri, olaylar, kargaşalar... “Demokrasi dediğin çoğunluğun kabul ettiğiyse bunlar Cumhuriyet’e aykırı, sandıkta gösterirsin gücünü” diye düşünüyordum. Size oy vermedim ama yine de abartı bulmuştum yapılanları.
Ve şimdi bu düşündüklerimin hepsinden utanıyorum. Son iki senedir yaptığınız her şeyden utanıyorum. Başkasının adına utanmayı öğrettiniz bana, bu korkunç duyguyu hissettirdiniz. Ortaya çıkan tapelerde bahsi geçen milyon dolarlık rüşvetler, koyduğunuz yasaklar, ülkeyi ikiye bölecek açıklamalar, kadına bir gram bile değer vermemenizi geçtim. Berkin Elvan olayından sonra o vicdansızlığınız bile yetti. Küçücük bir çocuğun ölümüne üzülen herkese nekrofil (ölü sevici) diyen eski AB bakanı, ‘Çocuğun fişini çektiler’ diyen bir milletvekili ve adını duyunca olayı borsaya bağlayan bir Başbakan...
Kalbiniz bu kadar mı kurumuş?
Ardından o güzel yüzlü Burak Can Kahramanoğlu! Sokağa çıkan herkesi suçladınız, memleketi “Bizler ve onlar” diye ikiye böldünüz. Kışkırttınız. Onlar! Her nefret söyleminizin altında bu vardı. Kalbinizin bu kadar kurumuş olacağını hiç tahmin etmemiştim. Emin olun kimse tahmin etmezdi bu kadarını...
Bir tutturmuşsunuz hizmet, hizmet, hizmet... Zaten bunları yapmak sizin göreviniz, o yüzden oradasınız. Sanki babanızın hayrına yapmışsınız gibi. 12 sene geçti. Koskoca 12 senede Ankara Konya arası 2 saat oldu, siz de haklısınız bu da bir başarı.
Seçimler ne getirir bilmiyorum ama tek temennim siyaset gündeminin bu kadar hararetli olmayacağı birilerinin başına gelmesi. Umarım bizi sokağa dökmeyecek, kan döktürmeyecek, isyan ettirmeyecek, ülkeyi ikiye üçe beşe böldürmeyecek, İşten çıkarken birbirimize, ‘dikkat et’ demeyeceğimiz günler gelir. Yasaktan bahsetmeyeceğimiz, haberleri izlerken öfkelenmeyeceğimiz günleri görürüz. Kadına sadece üreme organı olarak bakan, dışarı çıktığı için onu suçlu bulan, tecavüzleri haklı gösteren insanlar geride kalır. Kim bilir, belki de kocaman birer hayal bunlar... İlk seçimde anlam veremediğim, “Dini kullanıyorlar, sömürüyorlar” söylemlerini şimdi daha iyi anlıyorum. İyi insanlar olduğunuza artık inanmıyorum...
Hayır, yani aslında olaya biraz geçmişten bakınca hep hayalini kurduğun yaştasın. Artık çaydanlıkta su ısıtıp, saçlarını yıkadığın öğrencilik günlerin geride kalmış. Annene babana gece dışarı çıkmak için yalan atmak zorunda değilsin. Kendi paranı kazanıyorsun. Beraber olduğun adamın, askerliğini, okulunu, anasının rızasını beklemek zorunda değilsin. Şu sınav bi geçsin, yok bi finaller bitsin, ay KPSS bi tutsun diye diye zaten gençliği anlamadan Allahhh kaydırmışım diye bir üzülüyorsun. Genç miyim olgun muyum onu bile kendi içinde çözemiyorsun.
Aslında hayatının en güzel yaş aralığı bu olması gerekirken, sürekli sinirli, devamlı bi’şeylere yetişmeye çalışan, aklını kariyerle bozmuş, hep meşgul ve insan sevmeyen biri haline geliyorsun. Niye yani, hep istediğin bu değil miydi?
Bi de “Niye” diye soruyorum utanmadan, niyesi mi kalmış bu işin. Patır patır herkes evleniyor ve devamlı, “Geç kalıyorsun” sinyali sana çakılıyor. İlk başta kıskançlıktan “Benim o yumurta kafadan neyim eksik” diye burnundan soluyorsun. Sonra asıl istediğinin bu olmadığını fark ediyorsun. Sen fark ediyorsun da etrafındakiler sana nedense bu aydınlanmayı hiç yakıştıramıyorlar. “En güzel zamanlarım” diyorsun. Önce kendimi tanımam gerek ki başkasına anlatabileyim derdimi. Kısa sürüyor tabii bu düşünce. Bir korku geliyor soldan soldan, herkes çift ben tekim. Hep tekim, lan ben niye tekim! Radarları bi açıyorsun, zaten iyiler kapılmış artık o korkuyla kim gelirse sıkı sıkı sarılıyorsun...
Ya da çok yoruluyorsun artık. İstediğin gibi sevilmemek koyuyor. “Beni sev, benimle ilgilen, bak ben buradayım” diye diye soğuyorsun, korkuyorsun. Sosyal hayat denilen şeyse sadece çiftler ve çiftini bulmak isteyenler için yapıldığından iyice kendini çekiyorsun, iyice içine gömülüyorsun. Ya da var gücünle dağıtıyorsun. Eskiden ortamın en küçük yaşta olanı senken, etrafında mantar gibi türemiş taze kanları görünce ne yapacağını bilemiyorsun.
Çok mu erken?
Biriyle berabersen, bu kez evlilik korkutuyor. İşin kötüsü bunu da kimseye anlatamıyorsun. Sevgilinle sorunun olunca günlerce ağla zırla, milletin beynine tecavüz et. İş müstakbel koca olunca, içine ata ata kuru... “Lan daha çok mu erken, işe güce verseydim kendimi valla terfi etmiştim. Şimdi bu çocuk ister. ‘Geline bak, utanmasa damadın üstüne limon sıkıp yiyecek’ diye dalga geçecekler. Ben nasıl o gelinliğe girerim ya. Dua edelim de çocuk olursa sesi mesi güzel olsun, biz bu maaşla hayatta geçinemeyiz.”
“Dünyayı sırt çantamızla dolanalım” türünden hayallerin bile her şey dahil otel sistemine dönüyor. Gökova’da şezlongda uyuduğun günleri, Çeşme’de ucuz pansiyonlarda tek odada 10 kişi kaldığın günleri unutup. “Oda servisini yollar mısınız, bu havluyla başkası ellerini silmiş!”
Bunu da birlikte bira içmelerine dayandırmıştı. Niye şaşırıyorsam, 13 yaşında çocuğun 32 tane kocaman yaşlı başlı adamın tecavüzüne uğraması bile, ‘kendi rızası’ olarak geçti tarihe... Aklıma geldikçe deliriyorum, o korkunç adamlarla bile empati yapabiliyorum ama savcıyla yapamıyorum maalesef!
İzmirliler bilir, her parkın içine bi jet, ne bileyim tarihi bi savaş uçağı koyarlar. O parklardan biri de babaannemlerin mahallesinde. Bir sabah, 13-14 yaşlarında bir kız çocuğu parkta çırılçıplak o uçaklardan birinde asılı şekilde bulunmuştu. En son akşam saatlerinde kızı parkın içinde birileriyle konuşurken görmüşler, sonrası zaten korkunç! Olaydan daha korkunç bir şey varsa o da mahallenin kadınlarıydı maalesef. Herkes tek bir ağızdan, “Gecenin vakti tek başına bi kızın ne işi varmış orada” diyordu. Üstelik zannetmeyin bu mahalle öyle tutucu bir mahalle olsun, alakası yok. Zaten hep böyle değil mi, “Ne işi varmış adamın evinde”, “O da o arabaya binmeseymiş”, “Öyle giyinirse olacağı bu tabii”. Suçlu hep kadın anlayacağın, “O da kendini korusaymış canım” durumu.
Üveylikle büyüyen bir çocuk olduğum için, en fazla duyduğum ikazlardı, “Kapını kapat”, “Öyle kıkırdama”... Olur da bir hata olursa(!) kapısını kapatmayı unutan çocuğun hatası olacak. Erkek bu, yapar, bakar, saldırır. O yüzden de hayatımız hep “Benim yüzümden” ezilmesiyle, her olayda “Keşke yapmasaydım” iç çekişiyle devam ediyor. Çünkü büyükler tarafından, bize sorulmadan, ‘kendi rızasıyla’ damgası vuruluyor. Sonrasında da cinsellik ayıp, günah...
Biriyle iki kadeh bişey içince, onunla sevişmek zorunda değiliz. Ya da birini evimize davet edince...
Ya ‘yollu’ ya ‘Kezban’
Okul, iş, otobüs ne bileyim her yerde kadın ve erkek sürekli dipdibe yaşarken, kendimizi devamlı cinsel saldırılardan korumak ne kadar korkunç bilemezsin. Arkadaşlık diye bir şey var, insanlık diye bir olay var en önemlisi. Gece dışarı çıktığımız zaman, ‘piyasaya gelmiş’ muamelesi görmek istemiyoruz mesela. Dans etmenin, eğlenmenin kötü olduğunu da düşünmüyorum. “Şimdi bu saatte eve gitmeyeyim, babam etlerimi kerpetenle kopartır” diye diye saçma sapan evlerde kalmamız daha mı iyi? O son otobüsle eve giderken Müge Anlı’nın bütün bölümleri tek tek gözümüzün önünden geçiyor. Allah’a en fazla dua ettiğimiz saatleri o otobüsten inip, eve koşarken yaşıyoruz. Bir de kafamız çok karışık, cinsellikten rahat bahsedince ‘yollu’, biraz kendimizi çekince ‘kezban’ oluyoruz. Üniversiteyi Ankara’da okumuştum, ilk yıl şort giydim diye okuldan uyarı almıştım. Etrafımdakilerin “Kesin kaşar bu” bakışlarından bahsetmiyorum bile.
Erkekler için ne kadar korkunç bir yafta aslında. Potansiyel sapık gözüyle bakılıyorsun. Beynin yokmuş gibi, düşüncelerin sadece sapkınlıktan ibaretmiş gibi davranan kadınlarla dolu etrafın.
Sevgilinizle birbirinizi tanıma dönemini atlattınız ve ilişkinizi bir sonraki aşamaya, gelişme bölümüne getirttiniz. Pöff en sıkıcı bölüme hoş geldiniz.
Hoşçakal kaçamak bol seksler, buluşmak için fırsat kollamalar... Merhaba, ilişkinin gidişatı tartışmaları, yeni kurallar koyma evresi!
Adı üstünde ilişkinin gelişme bölümü işte. “Hadi birbirimizin her şeyi olalım” evresi. Başta bir heyecanlı geliyor tabii, sevgiliyle aynı evde yaşamak, öpülerek uyandırılmak, beraber emlakçı bakmak falan bi gaza getiriyor insanı. Reklamlardaki ilişkiler gibi sürecek zannediyorsun. Bir süre geçince ise “Bardağı buradan alıp, buraya yerleştirmek çok mu zor!” diye adamın tek tek saçlarını yolmak istiyorsun.
Eve çıkılmaya karar verilmişse, ana baba olayını iyi bi çözmek lazım. Şimdi gelmiyorlar diye düşünüyorsun ama sevgilinle eve çıktığın gün geleceklerdir emin ol. Büyük ihtimalle ilk başta gizleyeceksindir ailenden. Onlar gelmeden, üç-beş gün önceden temizlik yapsan iyi olur. Daha bütün evden erkek eşyalarını kaldıracaksın.
Ev küçük olmasın! “Nasılsa iki kişiyiz, evde at mı koşturacağız?” diye düşünme. Sıkış tepiş evin içinde sinirden birbirinizi yemeyin, ben baştan uyarımı yapayım.
Alıştığın bi yemek düzenin oluyor mesela. Sabahları azıcık ekmeğin içine peynir koyuyorsundur kahvaltı diye. Akşam altıdan sonra yemiyorsundur. Elin adamıyla birlikte yaşamaya başlayınca, ilk günler ona kendini göstermek için, sabah ezanıyla kahvaltı hazırlamalar mı, “Akşama arkadaşlarını getir rakı yapalım”lar mı... Sonra gelsin kilolar tabii. Tutkulu kavgalar da yerini artık, “Sessiz ol, komşular şikâyete gelecek” uyarılarına bırakıyor. Öyle doya doya istediğin gibi sosyal medyada adama atıp tutamıyosun. Twitter’a, “Keşke elimizden daha fazlası gelse...” yazdığın an bütün hısım akraba arayacak, “Üzülme kızz, bir sürü anaya babaya muhtaç çocuk var. Evlat edinirsiniz bi tane ne olacak” ya da arkadaşlar, “Elçin’i öğrendin di mi?, Merve’yle mi yoksa, Ayy yoksa Seda ile mi?”
Ama yine de uyandığın an, gözlerini açar açmaz, ilk onu görüyorsun ya; kapı çaldığı zaman, kapının arkasında bekliyor eminsin bundan. Yemeği sen yapıyorsan, bulaşığı o yıkıyor. Televizyon izlerken saçlarınla oynuyor. Hasta olduğun zaman karnını ovalıyor, neye alerjin var senden daha iyi biliyor. Böyle şeyler de olunca, amaaaaaaan tatlısı acısından fazla diyorsun. Bir de ev kiraları çok yüksek, iki ayrı ev ohooo. O paraları balayına saklayın siz...
Kendimi bildim bileli, internette sosyal ağların göbeğinde varlığımı sürdürüyorum. İlk başta üniversitemin forum sitesi, ardından blog, Friendfeed, Facebook, Twitter derken aldığım bilmem kaçıncı ‘sosyal medya kahramanı’ ödüllerinin hakkını vermeye çalışıyorum. Ve şu an benim bütün bu sosyal medya özgürlüğüm bir adamın dudakları arasında. Oh ne ala valla, sıkıldın engelle, daraldın engelle, küstün engelle, “İleri geri konuşuyorlar arkadaşım hakkında” de engelle... TİB’in başındaki abimiz nasıl uygun görürse...
Umurunuzda bile değil özel hayatımız. Ama “Kızlı-erkekli evler var” diye ortalığı ayağa kaldırmış olsanız bile, vallahi de billahi de oy verirken en son uçkur aklına geliyor insanın. Buna da şükür diyor insan tabii, bir tweet atmak için devlet dairesine kadar gidip onay bekleyebilirdik de. Belli mi olur yetkili abilerimizin işi? Benim merak ettiğim konular şunlar...
Okul fotoğrafları n’olcak?
Facebook’ta sadece bizim çirkin çıktığımız o eski okul fotoğrafımızı kaldırabilecek miyiz? “Yaaa çirkin çıkmışım” out; “Davacının çirkin çıktığı için sayfanın kapanması” in!
Eski sevgililerimizin Twitter adreslerini kapattırabilecek miyiz mesela? Ne bileyim hakkımızda ileri geri konuşuyorlar ya...
Victoria Secret mankenlerinin fotoğraflarını kaldırabiliyor muyuz? Bu da özel hayata müdahale. Benim bacağım o kadar uzun olmak zorunda mı?
Moda blog’larında, “O altına giydiğin, Beşiktaş Pazarı’nda 7 TL” diye yorum yazan kişiyi evinden aldırtabiliyor muyuz?
Bütün diziyi baştan sona, bu çocuk nasıl ailesine kök söktürüyordur, çocuğun da iticisi mi olurmuş yahu gibi duygularla izledim, yalan yok. Boşanma sahnesine geldi, orada bi durdum işte. Ben de çocukken boşanma denilen şeyi böyle bir şey zannediyordum. Çok küçüktüm ev zaten cehennem yeri gibiydi. Annemle babam her gece kavga etmeyi alışkanlık haline getirince, akrabalarda bazen de komşularda kalmaya başladık. İlk o zaman duymuştum, boşanma kelimesini. Bize anlattıkları olay, aynı dizide olan gibiydi, hâkim bey amcaya ağlarsak onların boşanmayacağına inanıyorduk. Evde neler diyeceğimin provalarını yapıyordum. Bana sordukları zaman, “Hayır ben sizi ayrı görmek istemiyorum” diye bilmiş bilmiş konuşmalar hazırlıyordum. Sonra bize sormadan boşandılar, bize sormadan başkalarıyla evlendiler, bize sormadan taşındılar.
Şimdiki aklımla iyi ki boşanmışlar diye düşünüyorum ama o zamanlardan kalan o hiçe sayılma duygusu yüzünden saçma sapan ilişkiler yaşamışım. Etrafıma da bakıyorum çoğu kişi böyle. Birazcık ilgi, birazcık saç okşama, az bir şey sahiplenme gördüğümüz an, o kişiyi alıyoruz hayatımızın merkezine koyuyoruz. Sevgili gibi sevmeyi bilmiyoruz, hep bir aile arayışı içindeyiz. Alakasız şeyleri huzur zannediyoruz, kavgayı tutku diye adlandırıyoruz.
Oysa hepimiz güçlü kuvvetli insanlarız, sahiplenilmeye ihtiyacımız bile yok. Zaten sahiplenilmek kadar da itici bir kelime yok. Ne yapacak adam, gelip yemeğini, suyunu mu verecek. Ama işte o çocuklukta olan travma, o ilgi açlığı, o korunmamışlık öyle bir ortaya çıkıyor ki ilerde... Hep terk edileceksin zannediyorsun, sevildiğine inanmama. Bence bütün sorun bundan kaynaklanıyor, biz sevmeyi bilmiyoruz. Sevildiğimizi hissetmemişiz çünkü. Sonu hep buhranlı, bunalımlı ayrılıklara varıyor. Çocukken korunmaya muhtaç olabilirdik ama şimdi, millet bizden korksun yahu, onlar bizden kendilerini korumak için uğraşsın. Hepimiz kendi ayaklarımızın üstünde durmayı öğrendik, birazcık ilgiyle de hemen dağıtmayalım kendimizi. Hemen o fikri sorulmamış çocuğa dönmeyelim. Geçti, bitti artık...
Sevgili ebeveynler, siz de sorun çocuklarınıza. Anlamaz demeyin... Anlıyorlar çünkü, ciddiye almasınız bile sorun, paylaşın, o ailede birey olduğunu hissettirin. Hissettirin ki onlar da büyüyünce, ‘sevilmemişler kulübü’nden olmasın. Birisiyle göz göze gelmem bile yetiyor, çocukken neler yaşadığını tahmin etmem için. Bu kulüpte olan herkes öyle, bir mimikten, bir kelimeden, bir hareketten hemen birbirimizi tanıyoruz. Duygularımızı ifade edersek, yeniden yaralanmaktan çok korkuyoruz. O yüzden hep, içten içe ‘seni anlıyorum’ diyoruz.
Son zamanlarda -niyeyse- sosyetenin özel hayatı pek bi revaçta. Ee benim de alanım ilişki olunca hemen burnumu sokmalıyım, bir yorum yapmalıyım yoksa geceleri nasıl uyurum dedim.
Biri birine “Kocam üç yıl boyunca beni bu kadınla aldattı” diğeri “üç sene sonra aldatıldığını fark ettiysen sorun sensin” bahsi geçen koca ise “Eski gelininle Facebook’tan arkadaş, seni oyuna getiriyorlar.” Yani anlayacağın Müge Anlı’da yaşanan olayların fazla paralı hali. Tabii bir de ortada cinayet yok. Gelin-kaynana çekişmesi, altın değil de işte yalı kavgası, kocamın paralarını yiyorlar feryadı ve “İstesem kocanı ayartırdım” güveniyle paran da olsa, sonun kadın programlarına dönüyor demek ki. Sosyete demişken, şu İstanbul’da hakkında efsaneler olan spor salonunu bilmeyen yoktur. Hani evli girip, dul çıkıyorsun; bekâr girip, evleniyorsun. Üstelik zengin koca garantili hani... Tabii kocanın zenginini bulmak kolay değil. Salona girip, “Sağda barfiks çekenden 750 gram alabilir miyim, üstüne de şu havuzda parlayan beyefendiyi alayım” gibi bir olay olmuyor. Zaten salonun bir hava parası var, off diyorum. Bana göre onu veriyorsan, kocaya ihtiyacın yok. Haydi verdin diyelim, kaz gelecek yerden tavuk esirgemez karakterde bir insansın. Değilsin de haydi varsayalım öylesin. Ya tamam masuscuktan işte! Asla terlememen lazım, sabahın köründe bile gitsen makyajlı olmalısın, oradaki herkese kırk yıllık tanıdığın gibi gülümsemelisin. Ünlü görünce hemen yanına gidip, amcanların onu nasıl sevdiğini anlatıp, ağzın kulaklarında fotoğraf çektirmek yerine, dikkat çekmek için kavga çıkartabilirsin. Neticede ünlü işte. Onu sinir edip, sonra korkmuş gibi yaparsan, bravo dikkatleri çektin! Şimdi sıra, oradakilerin tek tek yüzlerini hafızaya alıp, bekâr olanları tespit etmek. Gerçi şimdi boşanmasını bekle, parayı karısı alacak mı diye içine ateşler düşsün, off ne uzun iş.
Seslenen kitap
İnsanın kendi günlüğünü yazması ayrı, yüksek sesle okuması daha ayrı bir olaymış. ‘Seslenen Kitap’ yazarların kendi sesinden kitaplarını dinleyeceğin bir mecra. Tabii her şeyi yarım yamalak dinlediğim için, ‘kendi sesinden’ olayını atlamışım. “Acaba benim kitabımı kim okuyacak” diye yaylana yaylana ofislerine gidiyordum ki, o kişinin ben olduğumu öğrendim. Allahım, zaten sesim vik vik 15 yaşında kız gibi. Okurken sürekli, ‘ne salak kızmışım ya’ diye kendime kızdım, hatta bazen kendimi tokatlamak istedim. Bazı yerleri okuyamadım, başlayamadım bile. Aileyle ilgili olan yerlerle yüzleşmek istemedim niyeyse. Zorla yalvar yakar o tarafları başkasına okutturdum. Benim için ilginç bir anı oldu, terapi gibi... İnternet adresi http://www.seslenenkitap.com