Acaba gerçekten prensiniz bu mu, yoksa at yüzünden biraz gaza gelip, az da yokluktan gelen her adamı prens mi sandınız?
Düzgün bir işi var mı, maaşı, sigorta primleri düzgün yatıyor mu? Bu önemli, ilerde kafamızı duvardan duvara vurmamak için şimdiden dikkatli olmakta fayda var. Kendin için yapmıyorsan bile temeli atılmamış çocukların için ilk bunlara bakacaksın.
-Yurtdışı seyahati denildiği an ağzının suyu aka aka, gözler midye bekleyen biracıya dönerek, “Tayland yaee, ben böyle bir ülke görmedim abicim!!!!” diye cümleye başlıyorsa zaten pek prenslik birine benzemiyor demektir. Bir de bunların, Rus versiyonu var, “Havaalanında daha üstüne atlıyorlar, bi köy varmış orada erkeksizmiş! Düşünsene erkeğin olmadığı bir köy ııyhh içim gıcıklandı!”
Evinin düzeni çok önemli. Dağınıksa, katlanılabilir. Fazla düzenlisi de sinir bozucu, o ne be öyle! Elinde sarı bir bezle, halı silen prens mi olurmuş?
-Köpekçi mi kedici mi? Yani gözü dışarda mı yoksa evcimen mi? Başta evcimen daha dikkat çekebilir tabii ama iş yakından öyle değil maalesef. Hiç evden çıkmayan bir adam, sabah zorla uyanan. Yataktan çıkmak bilmeyen, işe giderken küfür eden. Evdeki tek gününde onu rahatsız etmeni istemez; tek bir günü vardır, biraz anlayıştır. Köpekçi versiyonu başta bir ilgini çeker. Çekicidir, sosyaldir, atiktir... Dengesizdir, sorunludur, başına gelen her türlü şeyden hep başkaları sorumludur. Sürekli böyle birinin peşinde koşturmak isteyecek misin acaba?
-Fazla arkadaşı var mı? Her hafta sonu, ‘arkadaşlarınla bik bik...’ diye bir kavgaya hazır hissediyor musun kendini? Rakibin dişiler olunca iş kolay emin ol, iki kıskançlık krizi, bir sesli ağlama en azından bir süre mevzuyu kapatmaya yeter. Konu erkek arkadaşa gelince, analarını babalarını bu kadar savunmazlar.Arkadaşı olmaması da sorun, peşinde mıy mıy dolanır. Bir de böyle seri katil mi, anasını babasını mı kesti de kimi kimsesi yok diye düşünmekten adamın bahçesini
kazarken bulursun
‘Acımı böyle atlatıyorum’cular
Her gece birilerinin koynunda, ha bire birilerinin peşinde. Sorsan ayrılığı hâlâ atlatamamış. Eller havaya, sabahlar olmasın fink fink gezerek acı mı çekilirmiş? Biz evde tuvalet kâğıtlarına göz yaşlarımızı silelim, eşe dosta “Ölüyorum” diye haber yollayalım, yemeden içmeden kesilelim; adam gece “Esmeri mi götürsem, sarışının mı numarasını alsam?” diye düşünsün. En kötü yanları içip içip aramaları. Telefonu açmadığın zamanlar, zil zurna sarhoş haliyle kapına dayanmaları. Üstüne sabah, özür mesajları, “İçki sorunum var benim, başka dertlerim de var, zaten hayat bana ıska geçmiş...” Canım ya, çok mutsuz.
‘Senin için neler neler yaptım’cılar
İlişkinin başından sonuna kadar yaptığı her şeyin çetelesini tutup, ayrılık vakti geldiği an pusuda bekliyormuş gibi hemen sıralar yaptıklarını. Önce telefonla, sonra mesajla, ardından arkadaşlarına. Nankörlükle suçlar, her mesajında mutlaka yaptığı bir iyiliği hatırlatır. Demek ki yetmemiş yaptıkların, sevgin de ilgin de yetse zaten ayrılmazmışsınız. O yüzden ondan en fazla alacağı cevap, ‘hakkını asla ödeyemem’ olur. Onun üzerine de ‘ödeyeceksin, köpek gibi seveceksin!!!’ denmez ya...
‘Ona iyi bakın’cılar
En bayığı bunlar, ilişki biter bitmez bütün çevreye haber gönderirler: “Eski sevgilime iyi bakın, o iyi bir insan, geceleri üstünü örtün, uyandığında sırtını öpün.” İlişkide de zaten böyledir bu tipler. Ha bire ilgi alaka adı altında seni yerinden kıpırdatmazlar. Hayatında en büyük şans onunla karşılaşmanmış gibi davranırlar. Özgüvenini yerle bir edip, ayrılığı bile kendi ego savaşına dönüştürürler.
‘Bir türlü kabullenemedim’ciler
“Ha ha ha bakın, sonunda popoyu kurtardım, ne yazacağım” mı dedim acaba? Ve en son geçen gün, “Yazacağım tabii be” diyerek, blog’un ‘şifremi unuttum’ kısmına tıkladım
Bundan üç dört sene önce, İzmir’den İstanbul’a bir televizyon kanalında çalışmaya gelmiş, babasının ayarladığı misafirhanede, kaloriferler bozuk olduğu için ince battaniyeyle yatan; işe üç otobüs bir vapurla gitmek zorunda olan bir kızdım. Misafirhanenin WIFI şifresiyle internete girip, blog yazıyordum. Şimdiyse o zamanlar kurduğum neredeyse bütün hayallerimi gerçekleştirdim.
Çocukluğum zaten korkunç, ergenliğim şımarık, büyüme tantanamsa kimlik bunalımımla geçti. Yani o yüzden, kendimle ilgili gelecek planlarım hep kısıtlıydı. Çok para hayali kuramazdım, Aydın Doğan’la mı evleneceğim yani, alınan maaşlar belli. En büyük mutluluk benim için, tişörtün kenarındaki etiketi elimle çıkartırken, tişörtün yırtılmasını umursamamak! Evden çalışabileceğim bir iş dilerdim, o otobüslerde her gün ağlardım. Şu an evden çalıştığım bir işim var.
BİR BLOGGER NE İSTERSE
Hiç sevilen bir çocuk olmamıştım, hep hor görülmüştüm. Şu an çığlıklar atıyor insanlar imza gününde benim için, dünyanın en garip hissi.
İş dersen, önce radyo televizyon üstüne gazetecilik okudum. Sırf sevgilim okuyor diye okudum ama olsun, neticede bitti. Şimdi, Çınar Oskay burada yazmam için beni yemeğe falan çıkarıyor. Öğrenciyken, CV’im ona ulaşsın diye kıçımı yırttığım adam yani. Bir de üstüne Elele dergisini ekle. “Ne olur, montaj operatörünüz olayım” diye ağladığım televizyon kanalları, “Ne olurrr bizde programa çık” diye bana aynı durumla geliyorlar.
Barınaktan son dakika kurtarılmış bir köpeğim var, tam bir blogger’a yakışır.
Ev bulamama! Zaten çoğumuzda para öyle çok yoktu. Yani aynı anda hem emlakçı hem depozitoyu çat diye çıkartamıyorduk. Sahibinden ev bulmak mı? Allah düşmanımın başına vermesin, fazla ev sahibi olmanın insanı nasıl çıldırttığına şahit oldum. Amcasının oğluna gelin olarak düşünen mi, iş attık zannedip gece kapıya dayanan mı, iki günde bir eve erkek atmış mıyız diye kontrol eden mi! Zaten lise yeni bitmiş, baba ocağından uçmuşuz, yeni bir hayata adım atmışız, hooppp dakika bir gol bir, her çaldığımız kapı bizi s.tük zannediyor!
Öğrenciyken hayatım ev değiştirmekle geçtiği için şehrin en merkezinde de oturdum, merkeze iki buçuk saat uzaklıktaki sitelerde de. Merkezinde oturmak demek işkence bir kere. Yurda yetişemeyen kim varsa senin evinde. Ev sahibinin tantanası, apartmandakilerin baskısı, yıldıkça yılarsın. Şehir dışı dersen, en son otobüse kalmaman lazım, mutlaka duraktan sonra karanlık bir yol vardır senin apartmana giden. Bir de oralarda evler pırıl pırıl falan ama bu kez hemen bir dedikodu: “XXX’de kadın satıyorlarmış, her apartmanda iki transseksüel varmış!” Bu arada, o karanlık duraktan seni evine gidene kadar koruyanlar da yine o
transseksüeller olur.
Son otobüsü de atlamamak gerekli. Kız arkadaşını evine bırakan birkaç kişi ya da misafirlikten dönen bir aile yoksa o otobüsü ne siz düşünün ne ben! Hayatımda bilmediğim duaları o otobüste ezberledim...
İnanın öğrenciler bir araya geldiği zaman seks yapmıyor, bekaret hâlâ popüler merak etmeyin. Nasıl olmasın ki, sürekli suratımıza çarpan ‘namussuz’ damgası var. Arkadaşlarımızın evine girerken, ev sahibi duymasın diye ses çıkarmadan girmeye çalışırdık. O kadar kolay mı
bunca bakışın, düşüncenin arasında cinselliğini tanımak?
Kızlı-erkekli ev zaten en zoru... Daha kendi arkadaşların arasında hemen yerler seni: “Onca evsiz karı-kız varken gidip Hasan’larla eve çıktı, derdi belli di mi?” Hadi bunları atlattın diyelim, akraba olayı var bir de. Amerikan dizisi değil ki bu, dayım gelsin de Emre ve Berkecan’la evde batak atsın.
Ama şöyle bir şey var: Bin kez söylediğin halde bininde de anlamadığı durumlar olmuyor değil. Bizim ev bahçeli, dış kapıda da kabak gibi tel kapı yaptırmışız. Hani börtü böcek girmesin diye. O kapıyı ben kapatıyorum, bizimki açıyor. Ben kapatıyorum, arkamdan inat edermiş gibi sonuna kadar açıyor! Kültablaları olayı var bir de. Sigara kullanmıyorum, kültablasına falan asla dokunamam. Her sabah kalktığımda orta sehpanın üstünde mutlaka görüyorum, orada görmezsem mutfak tezgâhı.
Evde kendi kendime yok işte Tibet’in beş hareketi, Jillian Michael bilmem ne yapıyorum. Adamın yanında doğal olarak rahat hareket edemiyorum. İlk başta garip sesler çıkartıp, Alman güllecileri gibi durduğumdan utanıyordum; sonrasında ise beynimi yemesi yüzünden. Ne zaman başlasam, “Heh şimdi bu mu küçültecek o popoyu! Yanlış yapıyorsun, belini kırcan, yatma yere hasta oluyorsun sonra...” Bir anda uzman kesiliyor başıma. Koca evde yer arıyorum yapmak için dibimde bitiyor. Odaya kitliyorum kendimi, hemen tık tık, “Napıyorsun sen orada?” Napcam Cern deneyi yapıyorum!
‘Hayat müşterektir’ diyerek hayatımda adını dahi duymadığım spor kanallarına üye olduk. O üye olduğumuz güne lanet olsun. Ekranda kıllı bıyıklı amcalar görmekten artık fenalık geldi. Hayır, maçı izliyor, üstüne özetini izliyor, bir de üstüne bu amcaların yorumlarını izliyor. Öyle “başka odada izle” deme hiç, ayrı gayrı takılacaksak ben ne anladım beraber yaşamaktan. Atıyorum, bir dizi açıyorum, daha fragmanda başlıyor. “Bunu mu izliyecez şimdi, ne bu? Versene şu kumandayı, sonra açarım” Dizi için de kavga çıkartmayayım diyorum, alıyorum elime telefonu internette dolanıyorum.
“Canım bir şey içer misin?” diyorum, “ıı ııh istemem” diyor, tam kendime kahve koyuyorum oturuyorum. “Aşkım ya bana da yapsana...” Homur homur gidip yapıyorum, önüne koyuyorum. Aaa beyefendi kahve içmeyi unutmuş.
Alarm olayını unutmamam lazım. Bir insan beş milyon kez bir alarmı erteler mi? Bunca ertelemeye rağmen hâlâ nasıl camış gibi yatıyor onu da anlamıyorum. Alarm müziğinden midem bulanıyor artık. O uyanır uyanmaz kahvaltı edecek, ben ise ne zaman erkenden kahvaltı etsem bütün günü yemek yiyerek geçiriyorum. Orada da küçük çaplı kıyametler yaşamıyor değiliz.
Ama güzel yanları da yok değil beraber yaşamanın. Yani güzel olmasa bunca insan hayatını biriyle birleştirmek için uğraşmazdı herhalde... Di mi?
Bayram tatili için Gölcük’ten memleketine giderken bebeğini evde yalnız bırakıp döndüğünde cesedini hastaneye götüren kadından başlayalım! Kimse bana bu kadının hasta olduğunu inandırmaya kalkmasın. Dip boyasını yaptırmış, saçlarına fön çektirmiş, kırmızı pantolonunu çekmiş şıkıdık şıkıdık yürüyordu. Hasta insan öyle mi olurmuş! Yavaş yavaş kadının gerçekten hasta olduğuna inanmaya başladım. Nedense sorunlu insanlar süslenmezmiş gibi geliyor, ona hasta demem için korkunç pespaye bir halde olması gerekiyor gibi bir algı oluşmuş. Ne saçma! Belli ki çocuğu aldırmakta gecikti, evde doğumunu yaptı. Sonra da bebeğin ölüsünü bir yere gömemeyeceği içinse böyle bir çözüm buldu diye düşünmeden duramıyor insan. Kadını elime verseler, 10 dakikada tırnaklarımla paramparça edecek kadar öfkeliydim. Ben köpekleri evde bir gece bile yalnız bırakamaz, başkasına emanet edemez, eve geçtiğimde “Ya Puki’nin suyu bittiyse?” diye kafayı yerken bu kadını anlamam mümkün değil. Zamanla bu öfke, yerini “Ben ne yapardım?”lara bıraktı: Ben olsam hastaneye gitmezdim... Ben olsam babasını arardım... Ben olsam doğurmak için hastane hastane dolaşmazdım. Ben olsam...
VELİLERİN DERDİ BAŞKA!
Hadisenin bir başka boyutu da kadının öğretmen olması. Öğrencilerinin yaşadığı travmayı düşünmek bile istemiyorum. Bir yandan velilerle röportaj yapılmış: “Biz şikâyet ettik onu. Kılığı kıyafeti düzgün değildi.” Yani tek dertleri kadının giyim tarzı. En başta benim de saldırdığım, sonra kendimden utandığım olay yani. Ne iğrenç, ne korkunç insanlarmışız meğer! Yargılarımız hemen üst-baş, kılık kıyafet üzerine. Biraz gösterişli giyinince hemen “O her şeyi yapar zaten!” algısı oluşmuş. Komşuları kadını tanımıyor, kimse kadını tanımıyor. Karnı burnunda ders veriyor, bir kişi bile hamile olduğunu anlamıyor. Babanın adını söylemeden kayıt yaptırıp bebeği doğurmak için hastane hastane dolaşıyor.
BABA NEREDE?
Bu hikâyede kadın hep yalnız ve asıl soru şu: Bebeğin babası nerede? Neden kimse adamdan bahsetmiyor? “Doğuracağından haberim yoktu” deyip işin içinden çıkmış olabilir mi? Kadın, hamile kaldığını söylemiş, adam da daha önce evlenip boşandı diye beraber olmak istememiş olabili mi? Hatta belki de “Çocuğu da aldırır” diye bir daha aramamış... O zaman, kadın kadar erkek de bu lince maruz kalmayı hak etmez mi? Kim bilir! Onu yalnız bırakarak, tek başına bu kadar şeyin altında onu ezdiği için annesinden daha fazla o suçlu diyebilir, “Bu bebek ikisinin değil mi?” diye düşünebilir, hamile haliyle bir başına kalan kadınlardan görebilir, hatta meseleyi Meryem Uzerli’ye bağlayabiliriz! Daha geçen ay Meryem Uzerli’nin röportajını hep bir ağızdan okuyup, sevgilisine demediğimizi bırakmamış mıydık? Uzerli, hamile kaldığını sevgilisine söyleyince, adam da çocuğu istemeyince “Hay senin erkekliğine!” diye saydırmamış mıydık?
Bebeğin babasının adı bile verilmediği için bir şey demek zor. Babaya dair eldeki tek bilgi adamın polis olduğu. Kim bilir aralarında neler yaşandı, ne kavgalar çıktı ve adam birden yok oldu?
Kadın belki bakarım diye belki de artık kürtaj vakti geçti diye bebeği doğurmuş olabilir ama asıl mesele kadının doğumdan sonra delirmiş olması.
Etrafında karşı cinse dair ne varsa gereksiz bir koruma içgüdün olmalı en basitinden. Ana, bacı, akraba kızları dışında; mahalleli, işyeri, okul, memleketlisinin namusundan sorumlu olma hali yüklenmeli adama...
Para erkek için güç demek. Eş bulma kraterlerinin başında ‘Benden daha az maaşı olmalı’ diye bir madde olmalı. Yeni çağın avlanma yöntemi, ‘dışarı çık, evine para bulmak için savaş; sonra eşini annen sevmeli, teyzelerin sevmeli, anneannen sana uygun bulmalı. Onlar her sürtüştüğünde arada kalan yine sen olacaksın çünkü.
Ağlamaz, gülmez, duygularını göstermez. Allah korusun, biraz gösterecek gibi olduğu zaman anında toplum tarafından, ‘karı gibi’ diye aşağılanır. Hayatta en büyük korkusu budur, kadın yerine konmak. Ne gariptir en sevdiği şey yine kadındır.
Pipisiyle gurur duymak zorundadır. Sadece kendi değil, ailesi, akrabaları hepsi ona ait olan organla gurur duymalıdır. Misafirliğe gelen hiç tanımadığı insanlara açıp gösterdiği zaman alkışı hak etmelidir. Büyüdüğünde de aynı alkışı bekler, aynı gururlanmayı ister. Sürekli kendisiyle yarış halindedir.
Önce okulu bitirmeli, üstüne askerliğini ardından adam gibi bir iş, sonra ailesinin uygun bulduğu bir eş. Bu sıralama dışına çıktığı an, başına gelecek en kötü şeylere razı olmalıdır. “Ben demiştim” diye etrafında dolanan onlarca sesi susturamaz yoksa.
Parası yoksa sevgilisi de olmayacaktır. Binbir bahane ile dışarı çıkmak istemez, kız anlamaz. Ev en ucuz ortamdır bu kez kız yanlış anlar.
Biraz fazla samimi davransın, şak diye yavşak etiketi yapışır. Kendini çektiğinde ise, eşcinsel.
Allah’tan kadın olarak dünyaya gelmişim de rahat rahat söylenebilme özgürlüğüne sahibim. En azından elimde avcumda şimdilik bu var, ben de bunu sömürebildiğim kadar sömüreceğim elbette.
Modoko’yu bilmeyen yoktur, mobilyacılar çarşısı hah işte o. Ben malum yine taşındığım için kızlarla mobilya bakmaya gittik. Hepsi yeni gelin eşyaları. Yok koltuğu ayrı satmıyoruz, ay o orta sehpayı ayrı veremiyoruz, bu iğrenç tekli koltuk kampanyanın parçası... Bulduklarım da var ama onlar da o kadar pahalı ki camın önünden gözyaşlarıyla seyredebiliyoruz. Sonra bize, oraya kız başınıza gitmeyin dediler. Bu kez onları dinleyeyim dedim. Aman Allahım, her girdiğimiz mağaza bizle ayrı ilgileniyor. Geçen sefer fiyat bilgileri için adama artık ağlayacak seviyeye gelmiştim. “Param var, yemin ederim alacağım o Allah’ın belası kitaplığı söyle ne kadar, ilgilen benle ilgilen” diye sarsacaktım neredeyse adamı. Aynı adam şimdi bize bir ikramlar, bir sohbetler, bir hoşgörü falan. Çünkü adamların kafası öyle çalışıyor. Üç beş vikleyen kız ancak öğrenci evi eşyaları alır. Ama yanında bi erkek varsa, o kesenin ağzı sonsuzluğa açılır. Ve bu düşünce cinsel tacizden bile daha iğrendirici. Yanında bir adam yoksa, ciddiye alınmama!
GARSONUN NEFRETİ
Sadece bu değil, mekânlarda mesela kız topluluğuysanız garsonun en nefret ettiği masa sizsiniz. Masanda istersen Miranda Kerr olsun, bütün mekân masana tapınsın, önünde mumlar diksin o garson senin masana bakmamak için var gücüyle uğraşacak. Çünkü bir araya gelmiş kız topluluğundan para çıkmaz, para çıkmadığı gibi bela olma potansiyelleri yüksek. Asılanlar, ayy şu adamı atar mısınızlar, içkinin içine elli bin tane malzeme koydurtmalar...
Emlakçı desen aynı şekilde, ‘eşinizi göremedim’, ‘kız kardeşimle yaşayacağım’ anında göstereceği evler değişiyor. Ya baştan aşağı hacca gitmiş, dönmüş, umre için tur arayan bir apartmanın bodrum katı. Ya da istediğin ev standardının on kat altı bir ev. Haa ama kira aynı, sadece evin konumu ‘kız yaşamına uygun mahalle’ olduğu için oradan vurmayı düşünüyor.
Başarılı kadının arkasından dönen dedikodular var tabii bi de. “O oraya gelebilmek için neler yaptı neler ufuuuu” Hep aynı, hep ama... Adamlarda da ne uçkur sevdası varmış, birkaç kez takıldığı kadına hemen terfi verecek. ‘Fındık kadar...’ başlayan mide bulandırıcı bir söz öbeği var. Başarısız olan her adamın ağzında bu laf. Bir kadın ancak cinselliği sayesinde bir şey olabilir, adamın beyni bu.
Hâlâ var mı bilmiyorum ama otobüslerde olan ‘bayan yanı’ uygulaması da korkunç. Ne zaman bunu duysam kendimi seks bağımlısı, altında deri don olan, arka cebinden kırbaç çıkartmaya hazır biri gibi hissediyorum. Bir taraftan da tabii sürekli beynime, “eğer bir erkeğin yanında oturuyorsan, seni elleyecek. Ve biz firmamız olarak, seni ellemesin diye yanına Hacer teyzeyi verdik.”
SORUN KADINDA