Kendi ilişkinizi sürekli başkalarının ilişkileriyle kıyaslayın. Hep daha fazlasını talep edin, ne sevgi; ne ilgi size asla yetmesin
Kıskanmayan insan mı olurmuş canım. İlişkinin mihenk taşıdır kıskanmak. Aldığı nefesi kıskanın; o oksijenin içinde kaç tane yollunun zamanında verdiği nefes var biliyor musun? Resmen öpüşmüş gibi o ne be! Telefonunu sürekli karıştırın. Bir şey bulamazsanız, kesin silmiştir. Mutlaka bir şey vardır iyi bakın.
Gittiği her yeri size haber vermesini isteyin. Ama siz hiç haber vermeyin. Merak etsin, çıldırsın, kudursun. Telefonu ikinci çalışta açarsa, acımayın ayrılın. Sonra barışırsınız bir şey olmaz.
Sosyal medya hesaplarının şifrelerini isteyin. Vermezse sizi hiç sevmemiş demektir. “Sen beni sevmiyorsun, bir şeyler gizliyorsun” diye üstüne gidin. Instagram’da beğendiği her kızı takipten çıkarın. Hatta çıkartırken, kıza küfürlü mesajlar atmayı asla unutmayın.
Her gün eski sevgililerinin hesaplarına tek tek girip bakın. Onları tehdit edin. Artık sevgilinizle alakası kalmamış bile olsa, siz edin. Kendinizi sürekli onlarla kıyaslayın. “Onlara onu yaptın, bana yapmıyorsun” diye ağlayın zırlayın.
Bu ara kiminle karşılaşsam, ‘nasılsın’ sorusunun cevabını, ‘ayrıldık’ olarak alıyorum. Bu ne lanetli Haziransa, herkes ya ayrıldı ya ayrılacak kıvama geldi. İşin kötüsü ilişkim yeni başladı. Korkutmayın ya beni, zaten zor buldum!
Kardeşim astrolojiyle ilgilenince, bu Retrolar, Marsın bilmem neye kare açısı falan, evde muhabbetimiz sürekli bunlar üzerine dönmeye başladı. Sözleşme mi imzalanacak, ay şu gezegen hareketi bitsin. Tatile mi çıkacağız, “dur bir ay hareketini tamamlasın.” Anlayacağınız tam deli işi. Bir işe yarıyor mu, onu da bilmiyorum. Yalnız işte deprem bekler gibi beklediğimiz Merkür Retro’su döneminde zayıf ilişkiler bitecek falan filan muhabbeti vardı. Vallahi kimi görsem ilişkisi bitti! Bu arada sen bi aşık ol mu? ‘Retro’da gelen, Retro’da gider’ diye yeni nesil atasözümüzü dinlemeden hoop diye ilişkiye başla mı? Bir taraftan korkuyorum, “ha şimdi bitecek, ha şimdi, yarım saat sonra da bitebilir” diye tetikte bekledim. Merkür Retro’su bitti, ee bizimki bitmedi. Bir on gün de üstüne ekledik, yok yine bitmedi. Değişti mi diye adamın gözlerinin içine bakıyorum. ‘tamam’ dedim. Bu olayı atlattık, bizi artık kimse tutamaz. Bir taraftan da çünkü hiç sorunumuz yok. İnanılmaz eğleniyoruz. İşte bu noktada nazar olayı devreye girdi.
Yemişim Retro’sunu
Bu nazar konusunu hiç anlamamışımdır. Başına gelen iyi şeyleri anlatma, mutluluğunu anlatma, insanlar senin iyi günlerini bilmesin. Olur mu öyle şey ya. İyi olanı, güzel olanı anlatmayacaksan ne anladım bu işten. Mutluluktan korkmak kadar korkunç bir şey var mı? En kötü günlerimde içki masası fotoğrafı koyup, altına Sıla’nın şarkı sözlerini yazmam normal. Ağzım kulaklarımda fotoğraf attığım zaman anormal. Hayatım hep, ne zaman işler sarpa saracak diye düşünmekle geçiyor. Hep bir şey olacak, hep sonu kötü olacak. Tabii geçmiş tecrübelerle de ilgili: Ben daha ilişkinin başında, ayrılırsak ona şu şarkıyı yollarım diye düşünüyordum. Evlenmeye karar verince, boşanırsak, çocuklar bende kalır, hafta sonları o alır diye dertleniyordum. En mutlu zamanlarımda, “nasılsa ayrılacağız kendimi kaptırmamalıyım” diye abuk subuk kavgalar çıkartıyordum. Kendini gerçekleştiren kehanet gibi ilişki bitince de ‘işte ben biliyordum!’ diye kendimi doğruluyordum. Tabii ki gerçekleşir. Bütün enerjimi, bütün düşüncelerimi ayrılığa yönlendiriyorum. Gelecek hep puslu, gelecek hep kötü. O yüzden daha fazla acı çekmemek için kendimi tutuyordum. “Ya yemişim nazarı da Retro’sunu da” dedim en son. Düşünmemek için bıraktım kendimi. İyi insanlar da gördüm, kendi halini bırakıp, benim için sevinen. Dualar eden. Kendimi bırakınca o korktuğum mutluluğun aslında nasıl güzel bir şey olduğunu fark ettim. Yazıyı mutlu sonla noktalayacağımı sanıyorsanız, işte size son dakika golü: “Siz de bırakın kendinizi, güzelinizi anlatın, insanların gözlerine sokun mutluluğunuzu demeyi çok isterdim” ama yüzümde zona çıktı. Nazar diye bir şey varmış meğer, neyse bizden de böyle çıktı diye mutlu oluyorum, ne yapayım.
Öyle mutlu ol ki, geçmişimize bile ‘İyi ki’ diyelim
Toplumda kız çocuk büyütmenin daha zor olduğuna dair bir inanış vardır. Büyütmek demeyelim de aslında diğer erkeklerden korumanın zorluğu... Bunun üzerine binlerce şey yazılır aslında da neyse, bugün Babalar Günü. Babam bizi tek başına büyüttü, kendine özgü birtakım yöntemleri vardı
BEN ASLA YAPMAM
Birinci maddemiz bu. Hesapladım, ne zaman bu cümleyi kursam, hooop “Aa meğer yapıyormuşum”... Arkadaşın kendinden küçük biriyle mi beraber, çocuğa o mu bakıyor, ne bileyim; sevgilisi ona korkunç kötü davranıyor ve ayrılmıyor mu? WhatsApp kız gruplarında, o ağzını burnunu yamultan bir ifadeyle “Ben asla ama asla yapmam!” dedin mi, en az iki sene içinde başına geleceğinden emin ol. O yüzden, ne yapıyoruz? Günde beş kez, “Ben asla, yakışıklı; SGK’sı düzenli ödenmiş, komik, anlayışlı, protein tozu kullanmadan kas yapan vs vs... biriyle birlikte olmam” diye tekrarlıyoruz.
KÜÇÜMSEME
Off en sevdiğim şey işte ama ne yaparsın. “O ne yani ya, o kim ki, ne olsun”... “Öyle biriyle beraber olacağıma, ölürüm daha iyi”... “Öfff leş leş arkadaşları var ya, iğrenç. Bırak, onlarla gezmeyi tozmayı, çanta diye yanımda taşımam!”... Kaderin işi gücü yokmuş gibi, sanki bir tek seni dinliyormuşçasına, aaa hoop bi bakıyorsun küçümsediğin ne varsa tam ortasındasın. Üstelik durumunun farkında bile değilsin. Burada ne yapıyoruz peki, etrafımızda ne gördüysek övmelere doyamıyoruz. “Ya öyle demeyin ama... Kızları var ya”... Hani tam dedikodunun en harika yerinde, araya girip bütün muhabbetin içine eder. Seni kötü hissettirir gerizekâlı. Hah, onlardan oluyoruz. Çok sıkıcı ama yapacak bir şey yok.
DALGA GEÇME
Bi noktada aslında küçümseme ama ondan daha masum. Arkasından değil, yüzüne de yapabileceğin bir olay çünkü. Kendinden kısa boylu biriyle mi beraber arkadaşın? Özellikle yakınsa, Allaaaaahhhh! Harcamalara doyamayız. “Sevgiline bilet almana gerek yok bence, çocuk kontenjanından girsin işte”... “Artist gibi çocukla berabersin valla, ‘Hobbit’ filminde oynasa oynarmış”... Sonrası artık çocuğundan mı çıkar, gidersin senden 10 santim kısa birine zil zurna âşık mı olursun orasını bilemem. O yüzden, böyle bir durumda karşılaştığımızda, ağzımıza gelen o komiklikleri, birtakım şakaları yutup; “Özünde iyi bir insan ama ya” diyerek olayı kapatıyoruz.
BEN ONUN YERİNDE OLSAM
Empati doluymuş gibi görünen ama aslında baştan aşağıya “Ben daha iyiyim” egosuyla dolu bir cümle. “Ben ondan daha zekiyim, ben ondan daha güzelim, ben ondan daha yetenekliyim, ben bu işin içinden anında çıkarım ama o mal” demek bu. Tabii ki öyle bir olay yok. Evren öyle bir katakulliye getiriyor ki adamı, öyle bir ortamın içinde buluyorsun kendini. Bi bakıyorsun onun yerindesin. Üstelik daha beter haldesin. Nerede boynu bükük bir garip görsek, yapacağımız tek şey; “Hor görme kim bilir ne derdi vardır” demek olacak.
Malumunuz, Kenan İmirzalıoğlu dönemi artık kapandı.
Yaşlanmasıyla, tipiyle falan alakası yok, hâlâ taş gibi maşallah.
Olay, yeni neslin ‘ideal erkek’ kavramının değişmesi...
Uzun montlu, maço, konuşurken uzaklara bakan, sürekli migren ağrısı çeker gibi bir hali olan erkekler revaçta değil.
Yerine her fırsatta memelerini gösteren, şaşkın pozlar veren, komik, çok kitap okuyan, müzik zevki olan adamlar geldi.
Hal böyle olunca, biz arada kalan neslin kafası karıştı.
En son, “erkeğim beni kıskanmalı, korumalı, coşturmalı, yavru köpek olduğum için beni sahiplenmeli” diye diye nice adamın peşinde mum gibi erimiştik.
Şimdi bir anda, “Kıskanmak mı ne iğrenç! Sen kimsin beni koruyorsun, git kendini koru ayı!” demeye başladık.
SÜREKLİ ŞİKÂYET EDENLER...
Herkesin yaşadığı o küçük sıkıntıları büyütüp kocaman yapan insanlarla gerçekten anlaşamıyorum. Her sabah işe gittiği yolda trafikten sinir krizleri geçirenler, hoca bir ödev verdi diye kendini öldürmeye kadar işi ileri götürenler... Dışarı, hepiniz dışarı.
DEĞER BİLMEYENLER...
Bu konuyu önceleri sadece ilişki bazında düşünürdüm, sevdiğim beni sevmedi gibisinden. Sonradan fark ettim ki, çok verip az aldığım her insan beni üzüyor. İstesem de istemesem de beklenti içine giriyorum. Kendimi sürekli küçük, değersiz hissediyorum.
SİZE BİR ŞEY KATMAYANLAR...
Bir insandan bir şey öğrenemiyorsan, o kişi hayatında gereksizdir. Bu kadar basit. Sana bir şey katmalı, seni büyütmeli. Senden de bir şeyler öğrenmeli. Bu, kendimi bildim bileli tek uyguladığım kuraldır zaten.
SİNİRLİ İNSANLAR...
Hep bir ‘aman şimdi sinirlenecek, ayy dur şimdi tatsızlık çıkaracak’ hali, yanımda saatli bir bomba taşıma hissi. Bir de bütün dünya bir olmuş bunun üzerine geliyormuş gibi davranırlar ya.... Ay sen kimsin! Kim yani? Anan baban bu kadar tahammül etmemiştir sana!
Eski sevgilim koyu Beşiktaşlıydı, hatta onu tavlamaya çalışırken futbol seven bir kız imajı bile çizmiştim. Maksat köprüyü geçene kadar ayıya dayı demek işte. Sonra ilişkimiz başladı, ardından ciddileşti; artık maç izlememe gerek kalmadı. Yine böyle büyük bir derbi var, günlerden pazar ve tek izinli olduğum gün. Yani “Ya maç ya ben” diyebileceğim bir pozisyondayım.
Hayır, bir de neymiş, benimle maç izlemek bir işkenceymiş. Yaptığım da vallahi bir şey yok, sadece iletişim kurmaya çalışıyorum o kadar. “Meyve soyayım mı ya”, “Ohaa çocuğa bak! Bu kim, adı ne, ayy salak neden futbolcu olmuş manken olsaymış”, “Tuvalete gidiyorum, bi istediğin var mıı”, “Ara versinler de sevişelim be, çok sıkıldım” diyerek iki üç kez beraber maç izlemeyi denedik. Başaramayınca, daha doğrusu o bu işten sıkılınca ben yüzüğün de verdiği cesaretle direkt içimden geçen sesleri dışarı aktarmaya başladım!
Sabahtan dedim ki, “Hadi gel çıkalım dışarı kitap falan bi şeyler bakmamız gerek”. Çıktık işte, bu sürekli offluyor puffluyor. Böyle her şeye bir tavır, kapris deli etti beni. Sanki maça değil, Rusya’ya erkek erkeğe eğlenmeye gidecek, nasıl heyecanlı.
Bütün günü burnumdan getirdi resmen. Sonra bir deli oldum ben. Önce trip attım, sessiz sessiz durdum. Ne bileyim, ağlayacak gibi davrandım ama anlamadı. “Madem öyle” dedim, “Maça falan gitmiyorsun” diye ilk emrimi verdim ilişkide. Allahhhh bunu dememle, adam oldu doğuştan Çarşı taraftarı. Kanatları falan çıktı. Gözleri alev alev! “Bana karışamazsın” diyerek gitti içeri...
Aaa üstüme iyilik sağlık, ne demek karışamıyor muşum? Öyle şey mi olur, sevgiliyiz be biz. Tabii ki karışacağım, anandan babandan çok hem de! Gitti ya içeri, bas bas bağırmaya başladım: “Bana göstermediğin ilgiyi alakayı 11 tane herife göstermeye mi gidiyorsun, bir günüm var bir günüm, onu benimle geçireceksin!”
Bana delirmişim gibi bakmaya başladı. Kalktım gittim ben de kendimi odaya kilitledim. Sessizlik olduğunda yere kapıya bişiler atıp, sinir krizi geçirdiğimi sanmasını istedim ama “İşe yaradı mı” diye bir sor...
Yaz yakın. Ölüm gibi iki şey var: Biri lazerden randevu almak, diğeri spor salonlarında boş koşu bandı bulmak. Oldu da bir heves tam da bu mevsim spor salonuna attınız kendinizi. Sorarım size: Tehlikenin farkında mısınız?
Bir kere salonu tanıtmak için gezdiğin zaman kesinlikle içeriye büyü falan yapıyorlar. O ilk haliyle, başladıktan sonraki hali aynı olmuyor. Herkes mutlu, hocalar sevecen, ilgili. Aletler boş, grup dersleri kıvamında. Sanki iki ay içinde 34 beden olacakmışsın gibi gaz veren biri yanında. Kayıt oluyorsun, ödemeyi yapıyorsun, hoop, hoş geldin gerçek dünya!
O uzay mekiğine benzeyen aleti boş yakalarsan ne âlâ! Oldu da buldun. Bitmedi. Salondaki hocalara, zarif bir biçimde, hedefini tek tek izah etmen gerekli. Sonra sana bir program hazırlıyor; günün 4 saatini orada harcaman şart.
Yaa bi dur, ben daha yeni başladım. Hayatımda hareket namına yaptığım tek şey, kapı açmak. Hoopi hadi dört saat koşturacağım şimdiyle nasıl başlarım. Bunun ben bile farkındayım da senin işin bu, nasıl anlamazsın!
Disko topu gibi taytlar