28 Nisan 2008
Haberlere göre Mısır’ın başkenti Kahire yakınlarında bulunan piramitlerin etrafındaki güvenlik kameraları 15 dakika süren Mavi Güneş gibi "garip bir olayı" belgeledi. Görüntüleri inceleyen bir grup bilim insanı bu olayın nedenini hálá çözememiş! Halbuki mavi ay, mavi dağ, mavi pus gibi bu olayın nedenini İTÜ Meteoroloji Mühendisliği Bölümü’nün birinci sınıf öğrencileri bile açıklayabilirdi.
Atmosferde çok sayıda optik olay meydana gelir. Açık havada gökyüzü mavi; ufuk ise süt beyazdır. Gündoğumu ve günbatımında gökyüzü pembe, kırmızı, turuncu ve morun parlak renklerini içeren bir görünüm kazanır. Gece, yıldızlardan, gezegenlerden ve Ay’dan gelen ışık dışında gökyüzü karanlıktır. Gece boyunca Ay’ın da büyüklüğü ve renkleri değişir. Gece yıldızlar sürekli olarak göz kırpıyormuş gibi görünür. Tüm bunları anlayabilmek için güneş ışığının atmosferle olan etkileşimi yakından incelenmelidir.
Atmosfere ulaşan güneş radyasyonunun yaklaşık yarısı görünür ışık formundadır. Güneş ışığı atmosfere girdiğinde absorbsiyon, yansıma ve saçılmaya uğrar ya da her hangi bir engelle karşılaşmaksızın yoluna devam eder. Saçılmaya genellikle hava molekülleri, küçük toz parçacıkları, su molekülleri ve çeşitli kirleticiler gibi çok küçük boyutlu maddeler neden olur. Güneş ışığı atmosfere girdiğinde mor, mavi ve yeşil gibi görünür ışığın kısa dalga boyları, sarı, turuncu ve özellikle kırmızı gibi uzun dalga boyundaki ışığa göre daha fazla saçılmaya uğrar. Öyle ki mor ışık, kırmızı ışıktan 16 kat daha fazla saçılır. Gökyüzüne baktığımız zaman, görünür ışığın mor, mavi ve yeşil dalga boylarındaki saçılmış ışık bütün yönlerde gözümüze ulaşır. Bu dalga boylarındaki saçılmış ışığın birlikte oluşturduğu etki mavi ışık olarak algılanır. Bu nedenle gökyüzü mavi olarak görünür. Toz fırtınaları nedeniyle Mars da, öğle vakti kırmızı, günbatımında ise mor bir renk alır.
GÖKYÜZÜNE ASILI PARÇACIKLAR RENK VERİYOR
Hava molekülleri ve çok küçük parçacıklar tarafından mavi ışığın seçici saçılımı, uzaktaki dağların mavi görünmesine neden olabilir. Bazı yerler (insan kaynaklı hava kirliliğinden uzak alanlar dahil) "mavi pus"la örtülebilir. Mavi pus bazı özel süreçlerin sonucunda meydana gelmektedir. Bitkiler tarafından ozonla etkileşebilen son derece küçük parçacıklar atmosfere bırakılır. Bu etkileşim, mavi ışığı seçici olarak saçan küçük parçacıkların oluşmasına neden olur. Atmosferde asılı haldeki toz ve tuz gibi küçük parçacıkların miktarı arttıkça gökyüzünün rengi de maviden süt beyaza değişir. Bu parçacıklar boyutça çok küçük olmalarına karşın, görünür ışığın bütün dalga boylarını her yönde ve eşit bir şekilde saçılmaya uğratacak kadar büyüktür (geometrik saçılma). Bu olay pus olarak adlandırılır.
Gökyüzünün rengi, atmosferde ne kadar asılı madde olduğu hakkında bir fikir verir. Örneğin, ne kadar çok asılı madde varsa, saçılma da o kadar fazla olacak ve gökyüzü daha beyaz görünecektir. Asılı parçacıkların önemli bir kısmı yere yakın olduğundan, ufuk beyaz renkte görünür. Eğer bir dağın tepesinde isek, asılı parçacıkların önemli bir kısmı, bulunduğumuz seviyenin altında kalacağı için gökyüzü koyu mavi bir renkte görünür.
TÜRKÇESİ, ÇIKMAZ AYIN SON ÇARŞAMBASI!
Güneş ışığının çok sayıdaki atmosferik parçacık tarafından saçılması bazen alışılmadık görüntülerin ortaya çıkmasına neden olabilir. Eğer volkanik kül, toz, duman, parçacıklar ve kirleticiler üniform bir büyüklükte ise güneş ışığını seçici olarak saçabilirler. Böyle bir durumda, öğle vaktinde bile güneş turuncu, yeşil ve hatta mavi renkte görünebilir. Örneğin güneşin mavi renkte görünebilmesi için asılı parçacıkların büyüklüğünün, görünür ışığın dalga boyuna yakın olması gerekir. Bu koşullar altında gerçekleşen saçılma Mie Saçılması olarak adlandırılır. Yukarıda bahsedilen türden parçacıklar kırmızı ışığı mavi ışıktan daha fazla saçılmaya uğratarak güneşin mavi, gökyüzünün ise kırmızımsı bir renk almasına neden olurlar. Özetle mavi güneş, havada asılı (toz, tuz, kum gibi) parçacıkların büyüklüğü görünür ışığın dalga boyuna eşit olduğu (Mie Saçılması) zamanlar oluşur.
İngilizce’de "Mavi Ay Gerçekleşince" (Once in a Blue Moon) şeklinde belirsiz ve uzak bir zamanı ifade eden bir söz vardır. Türkçede ise bunu şöyle ifade edebiliriz: Unvanı ve makamı her ne olursa olsun gerçek anlamda meteorolojiden anlamayanlara bu olayın nedenini sorarsanız daha çok beklersiniz; çünkü onlar bunu ancak "çıkmaz ayın son çarşambası" açıklayabilir...
Yazının Devamını Oku 
21 Nisan 2008
"Sular yükselince balıklar karıncaları yer, çekilince de karıncalar balıkları. Kimse bugününe aldanmasın, çünkü kimin kimi yiyeceğine su karar verir." Beni etkileyen bu söz bir mafya babasına filan ait değil. Bu Çin atasözünü, Sezen Aksu’dan öğrendim....
"Minik Serçe"miz, son yıllarda doruğa çıkan çevre problemleri ile daha da kırılganlaşan bir dünyamıza karşı kayıtsız kalamamış ve aşağıdaki satırları yazmış:
"Suyun olduğu yere kuruldu tüm uygarlıklar. Su varsa hayat oldu hep. Ama sadece insan bedeninin biyolojik fonksiyonlarının yerine getirilmesiyle sınırlı kalmadı suyun sunduğu yaşam. Bir topluluğu ’millet’ yapacak kadar keskin izler bırakan bir yapıştırıcı; ortak kültürün, medeniyetin, daha kolay bir yaşamın kaynağı oldu su.
Dünyanın tüm dillerinde ve kültürlerinde su için söylenmiş, sudan doğmuş, onun bolluğuna, berraklığına, kutsallığına, gücüne ve en önemlisi belirleyiciliğine atıfta bulunmuş dolu söz var. Hele içlerinde biri var ki, mecazi anlamının derinliğinden çok bugünün gerçeğini anlatır olması dokunuyor insana. Bir Çin atasözü der ki: ’Sular yükselince balıklar karıncaları yer, çekilince de karıncalar balıkları. Kimse bugününe aldanmasın, çünkü kimin kimi yiyeceğine su karar verir.’
Büyükçekmece Gölü de kararını verdi, bu karara adeta zorlandı ve çekilmek bir yana, kurudu. Balıklar yerini karıncalara bırakırken, biz de belki de bundan böyle ’sudan ucuz’ olacak yaşamların tehlikesiyle karşı karşıya kaldık. Karar merciinin su olduğunu göz ardı edip, bollukların yaşandığı günlere aldandık.
Farkında mısınız? Gerçekten de kuruyoruz! Büyükçekmece Gölü bunun en iri kanıtı. Daha fazla artmadan bu örnekler, en başta bireysel çabalarımızla sahiplenmeliyiz bu gerçeği ve çözüm yollarını. Hálá ’suya sabuna dokunma’ şansımız varken..."
ÇIPLAK GÖL YATAĞINDA TOPLANILACAK
Sezen Aksu’nun bu güzel yazısı, İstanbul Valiliği İl Afet Yönetim Merkezi’nin "Farkında mısınız? Kuruyoruz" etkinliklerinin yer aldığı www.farkindamisiniz.com web sitesinde. Bu etkinliklerinin ana amacı herkesin, karşı karşıya kaldığımız ve etkilerini yaşamaya başladığımız kuraklık tehdidinin farkına varmasını sağlamak. Böylece, kuraklık bir afet boyutuna gelmeden vatandaşlarımızın tasarruf ve çevre bilinci konusunda bilinçlendirilmelerine katkı sağlanacağı düşünülüyor.
Bunu sağlamak için alışılageldik yöntemlerin dışında, kuraklığın etkilerini tüm çıplaklığıyla göz önüne serecek çarpıcı yollar seçmişler. Örneğin, bu amaçla, eskiden sulak arazi olan, hiçbir zaman yok olmayacağına inanılan ama şimdilerde yavaş yavaş küçülmeye başlayan alanların (Büyükçekmece Gölü, Alibeyköy Barajı, Tuz Gölü) kuruyan bölgelerinde, büyük kalabalıkların buluştuğu etkinlikler düzenlenecek.
Böylece eskiden sularla kaplı olan alanlara şimdi büyük kalabalıkların sığması ve bunun tüm ülkeye gösterilmesi, insanlar üzerinde, gölün su seviyesindeki azalma, suyun kaç kilometre çekildiği gibi sayısal bilgilerden çok daha çarpıcı bir etki yaratacak. Ayrıca bu etkinliğin canlı tanıkları olan katılımcıların (Çevre halkı, ilköğretim-lise-üniversite öğrencileri) gündelik yaşam alanlarına, kuraklık afetine karşı mücadelede güçlü birer savaşçı olarak döneceklerine inanılıyor.
SİZ DE DESTEK VERİN
Babazula adlı müzik grubu ise şu mesajı vermiş: "Biz umutsuz olsak da inançsız değiliz. İnsanların cesaretini kesinlikle kırmak istemiyoruz. Bir Çin atasözü, bir kelebeğin kanat çırpışı tüm dünyanın gidişatını değiştirebilir, diyor. Hakikaten bu etkinliğin dalgaları binlerce, yüzlerce şeyi değiştirebilir."
İstanbul Vali Yardımcısı Adem Karahasanoğlu, "Bu bilincin oluşturulabilmesi için herkesin üzerine düşen sorumluluğu yerine getirerek etkinliklerde yer almasını bekliyorum" diyor. Benim de desteklediğim bu etkinliğe herkesin yapabilecekleri ölçüsünde destek olacağını umuyorum...
Yazının Devamını Oku 
14 Nisan 2008
Kendime bir iyilik yaptım ve yaşam kalitem toptan değişti! Artık benimle beraber seyahate de çıkan CPAP adlı bir makinem var. Atatürk Havalimanı’nda laptopları çalıştırmamızı istemekten bir türlü vazgeçmeyenler bakalım bu yeni ve havalı makinemi de çalıştırmamı isteyecek mi?
Eskiden sabahları vinç dayasaydınız beni yataktan kaldırmazdınız. Bir dakika daha uyuyabilir miyim diye yalvaran bir şekilde saate baktığım çok olmuştur. Sonra da gün boyunca hep esner ve uyuklar dururdum. Eskiden saatlerin ileri alınmasına da hep uykusuzluk ve yorgunluk nedeniyle kızardım. Şimdi erkenden uyanıyorum. Hatta, artık bir türlü sabah olmuyor. Erken kalkıp koşsam mı, diye plan yapmaya bile başladım. Artık horlamaktan boğazım kuruyup şişmiyor. Çenem ağrıyıp kalıbından çıkmış gibi durmuyor. Bacaklarımda da ağrı hissetmiyorum. Kalp çarpıntısı, sabahları ellerimde şişlik olmuyor. Daha da önemlisi zıpkın gibi yataktan fırlıyorum, artık gün boyunca zihnim ve gözüm açık. Bu durumda üşengeç ve tembel benden eser kalmadı.
HER ŞEY ORTAYA ÇIKTI!
Eskiden sorsaydınız "Sadece çok yorgunken ve sırtüstü yatınca horlarım" derdim. Diğer durumlarda horladığımı söyleyenler ise dış güçler ya da bozgunculardı! Bacaklarımda huysuzluk filan da yoktu. Nefesimi sürekli alıyordum. Ne de olsa hava bedava! Her şey İ.Ü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalı, Uyku Bozuklukları Merkezi’nde bir düzine kablo ile yatıp kalktıktan sonra ortaya çıktı. Sanki yalan makinesine bağlanmıştım, inkár ettiğim veya farkında olmadığım her şey ortaya çıktı!
Derin bir uykuya dalmak için sabaha kadar mücadele ediyormuşum. Sonuçta da sabah kalkınca üzerimden kamyon geçmiş gibi oluyordum. Sabahtan kablolarımın bağlı olduğu bilgisayardaki kayıtları görünce, nefesimin de arada bir durduğunu, bacaklarımda da birçok kez hareket olduğunu gördüm. En berbatı da solunum sesi ve video kayıtlarından net bir şekilde görülen ve işitilen her pozisyondaki şiddetli horlamam oldu. EKG kayıtlarında anormal solunum olaylarına eşlik eden anormal kalp atışları da vardı. Uyanıkken yüzde 95 olan oksijen alışım, nefesimin kısa süreli durması ile birlikte yüzde 71’e kadar düşüyormuş. Bu durumda istediğim kadar yatsam bile uykumu alamıyordum.
Sonuçta Obstrüktif Uyku Apne Sendromu (Uykuda Solunum Durması Hastalığı) tanısı ile bir otel odası gibi tasarlanmış uyku laboratuvarının deniz manzaralı odasında tekrar uyumam gerekti. Bu sefer çok küçük ve sessiz bir makineye (CPAP) bağlı bir maske burnumun üzerindeydi. Bir sürü kabloya ilaveden ilk defa bir maske ile uyumam kolay olmadı ama sabah dinç hissettim. Burundan nefes aldığım için hiç horlamamış boğazım kurup şişmemiş, çenem de ağrımamıştı...
SOSYAL ZARARI BÜYÜK
Horlama Türkiye’deki erişkinlerin yüzde 26’sında mevcutmuş. Fakat her 100 kişiden en az beşi sadece horlamıyor, aynı zamanda solunumu da duruyor. Bunun sonucunda dokularına yeterli oksijen taşınamadığı için ertesi gün yorgun ve uykulu olanlar aynı zamanda hipertansiyon, kalp yetmezliği, kalp krizi ve felç gibi hastalıklara da maruz kalabiliyor. Daha fazla bilgi için Türk Uyku Tıbbı Derneği’nin www.tutd.org.tr sitesine girin ve böyle bir rahatsızlığınız varsa kendinize bir iyilik yapıp hemen bir Uyku Bozuklukları Merkezine gidin.
Bu hastalık sadece hasta için ciddi problemlere neden olup hayati tehlikeler oluşturmuyor. Aynı zamanda büyük toplumsal zarar yaratabiliyor. Örneğin, bu hastaların direksiyon başında da uyuyup trafik kazasına sebep olma riski, normal insanlara göre, 2-3 kat fazla. Bu nedenle, hastalığın tedavisine devletin katkısı ve ilgisi daha fazla olmalı. Örneğin, binlerce kişi sıra beklerken bir-iki ilave kadro ile bu merkezlerin daha verimli çalışması neden sağlanamasın? Alet için devletin katkısı da artık komik kalıyor!..
Yazının Devamını Oku 
7 Nisan 2008
23 Mart Dünya Meteoroloji Günü’nde, uzun yıllar sonra ilk kez Devlet Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nün düzenlediği kutlamaya katıldım. Bu kutlamada iki sürprizle karşılaştım. Birinci sürpriz, yıllar önce Göztepe’den Kartal’a taşınan İstanbul Meteoroloji Bölge Müdürlüğü önünde "TEKEL Türkiye’dir Satılamaz" diye slogan atan göstericilerdi. Eski TEKEL işçileri olduğu sanılan göstericiler Çevre ve Orman Bakanı Prof. Dr. Veysel Eroğlu’nun, İstanbul Meteoroloji Bölge Müdürlüğü tesislerinin açılışını yapmasını fırsat bilerek o gün seslerini duyurmaya çalıştı.
Türkiye’de TEKEL denilince artık benim aklıma sadece Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü geliyor. Yani TEKEL’ciler, Türkiye’nin en büyük ve en son tekeli önünde, tekel için protesto gösterisi yaptığının farkında değildi. Dünyanın her tarafından Türkiye için hava tahmini yapıp yayınlamak serbesttir, ama DMİ dışında bir Türk’ün, Türkiye’den hava tahmini yapıp yayınlaması ise hálá yasak! Sonuçta rekabet ve serbest piyasa ortamı oluşmadığı için meteorolojideki durumumuz hiç de söylediği gibi parlak değil...
Aslında protestocuların sesini duyunca önce İstanbul Meteoroloji Bölge Müdürlüğü’nün Göztepe’deki arsasının satılıp yıllar önce Kartal’a taşınmasını protesto ettiklerini sandım. Çünkü normalde meteoroloji istasyonlarının yeri değiştirilmez. Ancak uzun yıllar boyunca bir istasyonda ölçülen sıcaklık, yağış gibi parametrelere bakarak iklim değişimlerini belirleyebilirsiniz. Yeri değişen istasyon verilerinin homojenliği bozulur, eğilim analizinde filan kullanılamaz. Yani Göztepe’de yıllardır yapılan meteorolojik gözlemlere ve bu gözlemler için 24 saat boyunca kesintisiz harcanan emeklere çok yazık oldu. İnşallah diğer meteoroloji istasyonlarımızın başına böyle bir şey gelmez.
BAKAN İDDİA TEKLİF ETTİ KABUL ETMEDİĞİME PİŞMANIM
İkinci sürpriz ise Çevre ve Orman Bakanı Prof. Dr. Veysel Eroğlu’nun "Mikdat, kuraklık var diye demeç vermişsin. Bir takım elbisesine iddiasına var mısın, bu yıl kuraklık olmayacak" demesiydi. Bu yıl da Türkiye’nin birçok yerinde yağışlar, barajlarda ve kuyulardaki su seviyeleri normallerinden az ama kendisini çok sayıp ve sevdiğim Bakanımız "kuraklık yok" diyordu. Hoca daha sonra "Tedbirlerimizi aldık, bu yıl İstanbul’da su kesintisi olmayacak" deyince kuraklık için kullandığı kriteri anladım. Bakanımız yıllardır su temini ve su arıtması konularına o kadar çok yoğunlaşmış ki "kuraklık" deyince hemen aklına "içme suyu" geliyor. Tarım Bakanı olsaydı, doğal olarak konuya başka türlü eğilecekti...
Keşke "kuraklık var" diye bakanımızla iddiaya girseydim. Sonuç olarak bakanımız iyi bir akademisyendir; literatürdeki kuraklık tanımlarına göre yurdumuzun değişik bölgelerindeki meteorolojik, hidrolojik ve tarımsal kuraklıklar olduğunu bilimsel olarak ispatlayıp elbiseyi alabilirdim...
TÜRK’ÜN KURAKLIK TANIMI BÖYLEYMİŞ
Bu durumda, bundan sonra "içme suyu kıtlığı" ile "meteorolojik, hidrolojik, tarımsal ve sosyo-ekonomik kuraklığı" birbirlerinden net bir şekilde ayırmamız gerektiğini anladım. Sonuç olarak, 2008 yılında içme suyuyla ilgili tüm tedbirler alındığı için İzmir, İstanbul, Ankara ve Bursa’da içme suyunda problem beklenmiyor. Yani, "Türkiye’de bu yıl kuraklık sorunu yaşanması beklenmiyor."
Bakanımızla daha fazla konuşabilme fırsatı bulabilseydim kendilerine; Afet Yönetim Uzmanı olarak da ülkemizde yerel yönetimlerin artık su bütçesi ve kuraklıkla mücadele planı yapmasının, kuraklığı tüm elemanlarıyla izleyip önceden belirlenen yapısal ve yapısal olmayan önlemlerin zamanında yürürlüğe koymasının da yararlı olacağını anlatmak isterdim.
İnternette, örneğin "The New York City Drought Management Plan" şeklinde arama yapan herkes New York Şehrinin Kuraklık Yönetim Planını bulabilir. Neden benzer şekilde İstanbul, Ankara gibi şehirlerimizin de kuraklık yönetim planları olmasın? Böylece meteoroloji mühendislerinin "iş kuraklığı" da hafiflerdi!
Yazının Devamını Oku 
31 Mart 2008
TIME Dergisi, 21’inci yüzyılda dünyayı değiştirebilecek olayları madde madde yazdı. Eğer bunlar hayata geçirilirse, acımasızca kirlettiğimiz dünya bize yeniden kucak açabilirmiş. TIME dergisine göre ’dev aynalar kullanarak güneş ışınlarını geri yansıtmak, okyanusları demir bakımından zenginleştirerek daha çok karbondioksit emilimi sağlamak’ gibi küresel ısınmayı durdurmak için uçuk alternatifler tartışılıyor. Geçenlerde bir valimizden de benzer laflar işittim. Anlaşılan sadece George Bush değil; Türkiye’de de "teknolojinin beyaz atlı prensi gelip bizi kurtaracak" diye hayal kuran çok.
Geçen yıllarda ABD’de yayımlanan "İklim Değişimiyle Mücadele" adlı rapora göre, küresel iklim değişimi sorunu teknolojik yöntemlerle çözülebilir. Bunun için:
Güney Okyanus başta olmak üzere denizleri demir tozuyla gübrelemek,
Havadaki CO2’yi yakalayıp yerin veya okyanusun derinliklerine sıkıştırarak pompalamak,
Jet egzoz gazlarının havada uzun süreli kalmasını sağlamak,
Güneş ışığını bloke etmek için uzayda yörüngeye devasa aynalar yerleştirmek,
Atmosfere güneş ışığını yansıtıcı etkisi yapacak toz zerrecikleri pompalanmak,
Volkanik patlamanın soğutma etkisini taklit için atmosferin yükseklerine binlerce küçük parlak balon ya da mikroskobik sülfat damlası pompalamak,
Yapay fotosentez yaratmak,
Hindistan’da ortalıkta dolaşan ineklerin yemlerine ilaç katarak geğirme ve gaz çıkarmak yoluyla ürettiği metan gazını azaltmak, gibi yöntemler öneriliyor.
PASTAYI ÇOK YERSENİZ KARNINIZ AĞRIR ŞİKAYET ETMEYİN!
Bütün bu ’Zihni Sinir Proceleri,’ güneş ışığının yüzde birinden azını uzaya geri yansıtmanın, sanayi devriminden beri tüm salınımın yarattığı ısınmayı telafi edebileceği düşüncesine dayanmakta. Ancak bu çözümler ne uygulanabilir ne de sanayinin istediği kadar ucuz...
Diğer bir deyişle, bu tür "iklim mühendisliği"ne yönelik çözüm önerileri, "hem pastayı yemek, hem de karın ağrısı çekmemek" isteyenlerin fikri. Küresel ısınma zaten insanoğlunun doğaya aykırı yaşam biçiminden, daha fazla tüketme arzusundan kaynaklanıyor. Soruna neden olan alışkanlıklarımızı değiştirmek yerine doğal olmayan çözüm önermek, dünyayla alay etmek gibi bir şey. IPCC sonuç bildirgesinde bu yöntemler, "spekülatif, hesapsız, yan etkileri belli olmayan öneriler" olarak nitelendirilmiş.
TEKNOLOJİYİ BEKLEYECEK ZAMANIMIZ KALMADI
Aslında iklim değişikliklerinin canlı yaşamına etkisi karşısında ülkelerinin geleneksel sistemlerini revize etmeleriyle birlikte, bütün dünyada daha verimli ve daha az emisyon salınımı sağlayan sistemler üzerine yatırımlar yapılmaya başlandı. Enerji stratejileri belirlenirken, yenilenebilir enerji kaynaklarıyla birlikte kojenerasyonun yaygınlaştırılmasına, bölgesel enerji üretim teknolojilerine geçilmesine öncelik verilmekte. AB Uyum Süreci’ni sürdüren Türkiye için bu yeni oluşum, tarihi bir fırsat. Sanayileşen bir ülke olan Türkiye de, tıpkı diğer gelişmiş ülkelerde olduğu gibi, bu konudaki uluslararası sorumluluklarını göz önüne almalı. Yıkıcı bir çevre sorunuyla karşılaşmak için bu yeni küresel harekette yerini almalı.
"Gelecekte düşük maliyetli teknolojiler icat edilebilir, bu nedenle şimdi iklim değişimine uyum çalışmalarımızı en düşük düzeyde tutmalıyız" şeklindeki bir argüman artık etik olarak savunulamaz. Birçok ulus için daha ucuz teknolojinin geliştirilmesini beklemek yok olma anlamına gelmektedir. Sonuç olarak, Sayın Valim artık yeni teknolojiler gelecekte icat edilecek diye emisyon azaltmayı ret etmek gibi bir lükse sahip değiliz. Arz ederim!
Yazının Devamını Oku 
24 Mart 2008
Erik, badem, kiraz ağaçları yer yer çiçek açtı, peki erguvanlara ne zaman sıra gelecek? Erguvan şenliği düzenlemek isteyenler, yine bu tuhaf geçen havalardan dolayışaşkın ve çaresiz. İBB AKOM’da Meteoroloji Mühendisi olarak çalışan Ahmet Köse’den bir mektup aldım: "Bana kış bitti mi, bundan sonra kar yağar mı, diye soranlara Beylerbeyi Sarayı’nın bahçesinde ve Boğaziçi Köprüsü’nün Anadolu Yakası’ndaki her iki ayağında bolca bulunan erguvan ağaçlarını gösteririm. Siz, erguvanlar çiçek açmadan kış bitmez, demiştiniz. O günden bu yana sürekli erguvan ağaçlarını gözetler oldum. Gözetlememin tek nedeni de bu değil elbet. İstanbul’a bu kadar yakışan çiçeklerini açtığında, bu kadar ahenk veren nadir doğa güzelliğinden kendimi mahrum etmek istemiyorum. Örneğin hangi Japonla konuşsanız, Japonya’nın en güzel günlerinin kiraz ağaçlarının çiçek açtığı günler olduğunu söylüyor. Bana göre de İstanbul, erguvan ağaçları çiçek açtığı zaman bir başka güzel."
Ahmet Köse’nin gönderdiği sunum dosyasında da ilginç bilgiler var: "Erguvan ağacı İstanbul’un bir simgesi. En azından geçmişte öyleydi. Beton yığınlarının çoğalmadığı dönemleri yaşayanlar, baharın İstanbul’a erguvan ağaçlarının çiçek açmasıyla geldiğini anımsayacaktır... Bu ağaç baharın gelişiyle kısa bir an için çiçeklenir, çiçeklerinin görüntüsü narin ve utangaçtır. Sanki ağaç yüzünü gizlemek istemektedir. Çiçeklerin dallarda çok kısa süre kalması sanki ağacın çiçeklerini insanlardan kıskandığı duygusunu verir."
YENİDEN DİRİLİŞİN MÜJDESİ
İngilizce’de "Redbud" veya "Judas Tree" olarak bilinen bu ağacın anavatanı Filistin. Erguvani dediğimiz renk, efsanelere göre utancın rengiymiş. Bu ağaç İstanbul’da tanınmaya başlayınca, neşenin, aşkın, coşkunun rengi olmuş. Eskilerin anlattığına göre önceleri bu ağacın çiçeği beyazmış. Filistin’de İsa’nın ortaya çıkması ve havarilerinden Yahuda’nın İsa’yı otuz gümüş karşılığı ihbar etmesi, daha sonra da bu yaptığından pişman olup, kendini bir erguvan ağacının dalına asması üzerine, erguvan ağacı, bu utancı kaldıramamış ve ihanet yükünü dallarında taşıdığı için bembeyaz çiçekleri utancından kızarmış.
Bu nedenle erguvan ağacının artık Filistin diyarının kavruk topraklarına tahammülü kalmamış ve ancak İstanbul’un eşsiz mavisi ve yeşiliyle avunabileceğini anlamış. Böylece İstanbul’a gelerek yerleşmiş. Kendine yeni bir yurt edinmiş. Erguvani renk mavi ve yeşilin arasında, baharın ve yeniden dirilişin bir müjdecisi olarak kabul görmüş.
Erguvan ağacının çiçekleri birden belirir ve birden kaybolur. Bu insanı hüzünlendirir. Var olmak ve yok olmak, kavuşmak ve ayrılmak gibi karşıtlıkları çağrıştırır. Çiçekler, sevgili gibi narindir, elde edilmesi, elde tutulması zordur. Sevgili gibi sahip olunamayacak kadar güzeldir. Erguvanın bir anlık çiçek açıp solması, bu ülkenin duygusal insanlarını etkilemiş ve şairler erguvan üzerine şiirler yazmıştır. İşte size Mustafa Süreyya Sezgin’in önceki yıl, erguvan zamanı yazdığı bir şiir.
Yıllar, yıllar önce / Bizim sokağın sonunda / Erguvan ağaçlı bir bahçe / Ağacın ardında
bir pencere / Geçerdim kapınızın önünden / Sessizce / Kızarırdı erguvanlar / Sanki beni görünce/
Bir siluet görünürdü pencereden / Heyecanlanırdım / Yağmur yağardı ince ince / Islanırdım /
Titrerdim / Şimdi nerede o renkler / O hevesler, o yürekler / Solunan hava bile değişti / Ama umut tükenmedi / Erguvanlar pembeleşti / Zaman artık hedeflere engel / Her nerdeysen / Bir an evvel /
Erguvanlar solmadan gel.
SEMPOZYUMA DAVET
Uluslararasi katılımlı IV. Atmosfer Bilimleri Sempozyumu, yarın İTÜ Maslak Kampusu’nda başlayacak. Sizleri de aramızda görmek isteriz. Daha fazla bilgi için: www.atmosfer.itu.edu.tr /atmos2008/
Yazının Devamını Oku 
17 Mart 2008
Elektrik ihtiyacımız 2020’ye kadar dört kat artacak. Sera gazı salınımını artırmayacak formüller bulmak zorundayız. Türkiye yılda 2,640 saat güneş alıyor. Bu güneş enerjisinin toplam gücü 1,3 milyar ton petrole eşdeğer. Kıymetini fark edelim, değerlendirelim...
Güneş, bizim için gücü ve boyutları hayal bile edilmesi imkánsız bir varlık. Öyle ki, 1.3 milyon adet Dünya’yı bir araya getirsek ancak bir Güneş olabiliyor. Güneş’in enerjisini ürettiği çekirdeğindeki sıcaklık 15 milyon derece. Güneşin görünen yüzündeki sıcaklık ise demirin ergime noktasından 3 kat daha fazla; yani 5,500 derece.
Hayatın kaynağı olan Güneş her yıl dünyaya 219,000 milyar kilovat saat (kWh) enerji gönderiyor. Bu enerji günümüzde dünyada tüketilenin tam 2,500 katı. Almanya’da bile yılda bir metre kareye gelen güneş enerjisi yılda 100 litre petrole eşdeğer. Türkiye ise yılda 2,640 saat güneş alıyor. Bu güneş enerjisinin gücü 1,3 milyar ton petrole eşdeğer. Diğer bir deyişle Türkiye güneşten inanılmaz miktarda enerji üretebilir. Yani bu bir "Güneş balçıkla sıvanmaz!" bir gerçeğimiz.
Güneş enerjisine yapılan yatırımlar sadece yeni iş alanları yaratmaz, aynı zamanda karbon dioksit (CO2) gibi sera gazlarını azaltılmasını sağlar. Örneğin, FORE ve SHARP Solar tarafından İzmir’de kurulan 20 kWh’lik fotovoltaik sistemle yılda 30.328 kWh elektrik üretilerek şu anda yaklaşık 26 ton CO2 emisyonunun atmosfere salınması engelleniyor. 20 yıl sonra 606 bin kWh enerji üretilerek azaltılacak olan CO2 miktarı 520 tona ulaşacak.
Haberlere göre başbakanımız, Büyükelçi Nick Baird’a, "Türkiye, Kyoto Sözleşmesi’ni imzalayacak" demiş. Gerçekte, Türkiye’nin 2020 yılındaki elektrik ihtiyacı bugünün 4 katına çıkacak. Bugün Türkiye kullandığı enerjinin yüzde 70’ni (büyük ölçüde petrol ve doğal gaz olarak) dışarıdan alıyor. Türkiye elektriğinin yüzde 68’ni klasik termik santrallardan sağlıyor. Bu durumda sadece sözleşmeyi imzalamak yetmez. Özellikle 2012 Kyoto ötesinde Türkiye’nin karbon kaynaklı enerjiye olan bu bağımlılığını mümkün olduğunca (birkaç bin ton olsa bile!) azaltması gerekecek. Bunun için bir güneş ülkesi olan Türkiye, güneşine yani bir ölçüde geleceğine ciddi bir şekilde sahip çıkmalı.
DÜNYA ORTALAMASININ ÜSTÜNDEYİZ
2002 yılında Türkiye’nin kişi başına düşen emisyon miktarı dünya ortalamasının biraz altındaydı. Geçenlerde Çevre ve Orman Bakanlığı tarafından yayımlanan "1990 - 2005 Ulusal Envanter Raporu" Türkiye’nin CO2 ve diğer sera gazı emisyonları ile ilgili rakamların hızla yükseldiğini göstermekte. Yayımlanan envantere göre, 1990-2005 yılları arasında Türkiye’nin toplam emisyonları yüzde 83,6 gibi rekor oranında artmış. Diğer bir deyişle, 2005 yılında 312 milyon tona çıkmış. Şimdi nüfusumuz 70 milyonsa, kişi başına yaklaşık 4,5 tonluk bir CO2 salınımımız var. Diğer bir deyişle, dünya ortalamasının üzerine çıkmış bulunmaktayız. Bu sonuç, daha önce resmi açıklamalarda dile getirilen, Türkiye’nin sanayileşmesinin daha başlangıcında, kalkınmasını tamamlamamış bir ülke olduğu, fazla kirletmediği ve masum olduğu yolundaki söylemleri de zayıflatıyor.
BELEŞÇİ DAMGASI YİYEBİLİRİZ
Ülkemiz güneş enerjisi gibi temiz teknolojileri daha fazla transfer eder ve yaygınlaştırılması için desteklerse hem gelişmesini tamamlarken "yüksek kirlilik evresini" daha kolay aşabilir, hem de taraf olduğu, olacağı uluslararası anlaşmalara uyarak uluslararası toplumda saygın bir yer alır.
Artan sera gazı emisyonlarımızla ilgili alacağımız önlemlerin ekonomik büyümemizi sekteye uğratacağı endişesi hiçbir şekilde doğru, etik ve sürdürülebilir bir yaklaşım değildir. Çünkü Kyoto Protokolü gereği önlem alan ülkelerin bir bölümü zaten gelişmekte olan ülkedir. Eğer bu ve benzeri bahaneler ile Türkiye Kyoto gibi süreçlerin dışında kalmaya devam ederse önümüzdeki yıllarda "beleşçi" (free-rider) bir ülke olarak damgalanıp ürettiğimiz mallar da haksız rekabete neden olan mallar muamelesi ile karşılaşabilecektir. İşte o zaman gerçek anlamda ekonomik büyümemiz sekteye uğrayacaktır.
Özetle, güneş enerjisine de evet demeliyiz çünkü güneş Türkiye’nin geleceğidir!
Yazının Devamını Oku 
10 Mart 2008
Göller, dereler kuruyor, nehirler küçülüyor. Susuzluk hayatın hemen her alanında büyük sıkıntılara yol açıyor. Senaryolar, gelecekte sorunun daha da vahim boyutlara ulaşacağını gösteriyor. Ancak, hiçbir şey için geç değil! Susuzluk için hepimizin alacağı küçük önlemler var.
Çocukluğumuzda gürül gürül akan dereler, çaylar çoktan kurudu. Ya içinde her yaz yüzdüğümüz, kıyısında oturup manzarasına dalıp gittiğimiz göller? Maalesef onların da yatakları artık boş. Kenarlarındaki ağaçlar, bitki örtüleri ve gölün varlığıyla yaşayan doğa içindeki tüm canlılar da onunla birlikte yok oldular... Öyle görünüyor ki, bir daha eski günlere döneceği de yok...
Felaket tellallığı değil yaptığım. Geçen yıl Yuvacık, Tavas, Seyfe, Eber, Beyşehir, Çavuşçu, Meke, Akşehir gölleri, İvriz Çayı kurumuştu. Balıkçılar Akşehir Gölü’nde hububat ekmeye başlamıştı. Yalnız bizde değil, dünyanın hemen her köşesinde benzer gelişmeler yaşanıyor. İşte bu nedenden dolayı, şu anda dünya nüfusunun üçte biri su ve içme suyu kıtlığı yaşıyor. Su kıtlığı, hastalıklara, beslenme sorunlarına ve tarımda üretim düşüklüğüne, dolayısıyla kıtlığa yol açıyor...
Geçen yaz yaşadıklarımız bu senaryoların habercisiydi adeta... Türkiye’nin başkenti susuzluktan çaresiz kalırken, diğer büyük kentler de benzer bir tablonun kıyısından döndü. Artık hava durumu bültenlerinde barajların doluluk oranları aktarılıyor. Bundan sonraki dönemde bültenlere daha neler girecek kim bilebilir ki? Belki de kişi başına içilmesine müsaade edilen su miktarlarını il il verecekler!
SEL BİLE KURTARAMAZ
Peki ya geçen yıl kavurucu sıcakların arkasından yağan yağmurlar derdimize çare oldu mu? Ne yazık ki hayır! Örneğin normalde İstanbul’daki aylık toplam yağışlar şöyle: Kasım 85,5 kg, Aralık 107,5 kg, Ocak 86 kg, Şubat 72 kg, Mart 62,4 kg, Nisan 45,5 kg, Mayıs 32 kg, Haziran 24,5 kg, Temmuz 23 kg, Ağustos 25 kg... Diğer bir deyişle, İstanbul gibi Akdeniz iklimi süren bölgelerimizdeki en yağışlı ayları kuraklıkla geri bıraktık. Altı aylık uzun vadeli hava tahminlerinden, mart ve nisan yağışlarının mevsim normallerinde olacağını görüyoruz. Barajlarımızda şu anki su seviyesi geçen yıla oranla düşük. Eksiğin bahar yağışlarıyla tamamlaması mümkün değil. Barajların normal su seviyesine ulaşması için (Allah göstermesin!) birkaç büyük sele ihtiyacımız var.
Bütün bunları siz okurları paniğe kaptırmak, birilerini suçlamak veya ortalığı birbirine katmak için yazmadım. Kuraklık, iklim değişikliği ya da halk arasındaki adıyla küresel ısınma, su kıtlığının pek çok nedeninden sadece birisidir. Su kıtlığının en büyük nedeni biziz! Şu anda sanki her şey normalmiş gibi davranıyoruz. Hálbuki eğer önümüzdeki yaz içecek su bulmak istiyorsak hemen bu günden itibaren önce birey olarak çok ciddi şekilde su tasarrufu yapmalı, sonra da yönetimlerden gerekli tedbirleri almasını ısrarla istemeliyiz.
ABD, İngiltere ve Japonya’da aldığım Afet Yönetimi eğitimlerine göre risk yönetimi uygulanmadan, (sadece kriz merkezleri olan ülkemizde olduğu gibi) tek başına uygulanan kriz yönetimlerinin iki aşaması vardır; vurdumduymazlık ve panik. Bu durumda şu anda her şey normalmiş gibi bu kurak gidişata karşı olan vurdumduymaz tavrımız esas yazın bizdeki paniğin nedeni olabilecektir. Benden söylemesi.
Yazının Devamını Oku 