14 Haziran 2010
Haftaya bugün astronomik olarak yaz mevsiminine gireceğiz. Fakat hâlâ arada bir sağanak yağışlar sonucu oluşan seller, arada bir de sıcak ve bunaltıcı günlerle karşılaşıyoruz. “Bu yıl yaz nasıl olacak” diye meraktan çatlayanlar var. Beni çıldırtan ise çöp maillerdeki saçma meteorolojik tespitler.
Mevsimsel hava tahminlere göre, bu yıl yaz, özellikle de başlangıç ayları sıcak geçecek. Diğer bir deyişle, bu yıl özellikle Ege, Akdeniz, İç Anadolu bölgelerinde hava sıcaklıklarının mevsim normallerinin biraz üzerinde olması bekleniyor. Yağışlar ise Güney Doğu Anadolu hariç tüm Türkiye’de mevsim normallerinde olacak. Yazın bizim için daha çok önemli olan hava sıcaklığıdır. O da tahminlere göre yüksek seyredecek gibi.
BUNA BEYAZ YALAN DERLER
Yaz aylarında aldığımız yağış, miktar olarak zaten küçük olduğu için mevsim normallerinin biraz altında ya da biraz üstünde olmasının pek önemi olmuyor. Yazın zaten az olan toplam yağışın bir önemi yok ama bir kaç saatlik şiddetli yağış sonucu ölümcül sellerin oluşma ihtimali her zaman var. Söz yağıştan açılmışken, bu konu Türkiye’de en az bilinen ya da hiç bilinmeyen meteorolojik olaylardan biridir. Bana da gelen saçma sapan mail ve bilginin haddi ve hesabı yok.
İşte bir örnek: “Dünyaya 10 yılda bir çok yağmur yağıyormuş. 2010 bu 10 yıllık periyottaymış. Bu nedenle yediğiniz kayısı, şeftali, kiraz, vişne, erik çekirdeklerini lütfen çöpe atmayın ve herhangi bir yerde toprağın 10 santim altına gömün. Üzerine de bir bardak su dökün.” İşte size tam bir beyaz yalan! Sadece yalan yanlış bilgi değil; ayrıca kötü bilime de güzel bir örnek.
Bu mailleri bana göndermeseler hiç kızmayacağım. Boğalar da benzer şekilde sinirleniyor. Aslında boğalar kırmızı örtüye kızmazmış; inekler çok kızarmış. Boğanın kızdığı şey ise inek yerine konulmasıymış! Ben de öyle... Ömrünü havadan-sudan işlerin bilimsel yönüne harcamış biri olarak uyduruk kaydırık şeyleri göndererek beni saftirik biri yerine koymalarına kızıyorum.
GAZA GELMEYİN LÜTFEN
Antik, beyaz ve zararsız yalanlardan biri de “Ağaçların yağmur yağdırdığıdır.” Yıllardır “Bulut ve Yağış Fiziği” dersleri almış ve vermiş biri olarak bunu bana anlatamazsınız. Siz yine ağaçları sevin ve koruyun ama bunu bu şekilde yalan dolan ya da yanlış bilgilere dayandırmayın lütfen. Ağaçları sevdirecek o kadar çok doğru bilgi varken bu tür yanlış bilgileri milletin zihnine koymanın hiç bir gereği yok.
Hava koşullarında döngü arama hastalığı da antik bir alışkanlıktır. Ama artık bu tür (aslında yıldan yıla değişen) periyot ya da döngülere göre (çağdaş dünyada diyelim!) hiç kimse su kullanımını ya da ağaçlandırma çalışmalarını planlamıyor. Siz yediğiniz meyvenin çekirdeğini ne yaparsanız yapın. Yok, yok vaz geçtim öyle kafanıza göre oraya buraya çekirdek filan gömmeyin daha iyi! Çünkü ağaç dikmenin ve yetiştirmenin de bir kuralı var. Allah göstermesin her tarafımızın kayısı, şeftali, kiraz, vişne, erik ağaçlarla kaplandığını bir düşünün!..
Nereye, ne zaman, ne çeşit ağaç dikileçeğinin de bir kuralı, yolu ve yöntemin var. Diğer bir deyişle, iyi niyetli de olsa gaza gelmeyelim; herşeyi ortalıkta dolaşan maillere göre değil uzmanlarına danışarak yapalım lütfen.
Yazının Devamını Oku 
7 Haziran 2010
Türkiye’de yaklaşık 17 milyon hanede TV bulunuyor. İzlenilirlikleri, çeşitli sosyal ve kültürel statüye sahip denekler üzerinden, farklı profiller oluşturularak ölçülüyor. Bugün ulusal yayın yapan kanalların izlenilirlikleri ortalama yüzde 15 ve üzerinde iken; meteroloji mühendislerinin çoğunlukla istihdam edildiği haber kanallarında bu oran yüzde 0.1 ila yüzde 1.5 arasında değişiyor. Neden acaba?
27-28 Mayıs’ta Ankara’da Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü’nce (DMİ) düzenlenen Uluslararası Katılımlı 1. Meteoroloji Sempozyumu’nda konuşan SKY TÜRK Meteoroloji Editörü Özgül Menderes bu konuyu özetle şöyle açıklıyor:
DMİ’DEN CANLI YAYIN
“Daha çok kişiye, daha doğru ve anlaşılır bilginin ulaştırabilmesi için ulusal kanallarda ya da ratingi fazla olan kanallarda da meteoroloji mühendislerinin istihdam edilmesi gerekiyor. Bugün 5 büyük kanala baktığınızda gün içi ve hane halkının en fazla ekran başında olduğu saatlerde hava durumu bültenleri 25-45 saniye arasında sınırlı. Çoğu televizyon da sponsor hatırına, daha doğrusu sponsorluk anlaşması yapılarak kanala bir gelir elde edildiği için hava durumunu yayınlıyor.”
Meteoroloji Mühendisleri Odası geçmişte bir karar alarak, TV’de bir uzman çalıştırılması ya da DMİ’den bilgilerin alınarak yorum yapılmadan, değiştirilmeden yayımlanması yönünde bir yaptırım ortaya koydu. Ancak bugün bunun meteoroloji mühendislerine etkisi negatif yönde. Kanallar, bir uzman ya da mühendis istihdam etmek yerine, DMİ’den gelen bilgileri çok kısa da olsa yayımlamayı tercih ediyor. Birçok kanal, özellikle sabah bültenleri içerisinde her gün DMİ’den bir uzmana bağlanarak günün ya da önümüzdeki günlerin hava tahminini alıyor. Bu tarz bir örneği daha önce gittiğim hiçbir ülkede görmedim. DMİ, kendi kuruluş amacına bağlı olarak zaten yazılı ve görsel basına gün içinde bilgi ve uyarı yolluyor. Doğru olan bu uyarıların bir uzman kişi tarafından yorumlanarak haber haline dönüştürülmesidir. Fakat bu bilgiler haber merkezlerinde bu konuda uzmanlığı olan kişiler tarfından haber metnine dönüştürülmediği için, basında sıklıkla “tuhaf” haberlerle de karşılaşabiliyor. Bu noktada bütün meteoroloji çalışanları zan altında kalıyor...
Bu açıdan bakıldığında doğru olan, kanallarda ve radyolarda, gazetelerde uzman istihdam edilmesi ve hava ile ilgili tüm yorumların bu uzman kişilerce yapılması. Eğer DMİ’de “Biz yayınlara bağlanmaya devam edeceğiz, bu bizim kurum hakkımız, tahmini yaptık sunumu da bize ait” diyorsa (çok önemli olaylar dışında kalan) rutin işler için TV’den belirli bir ücret talep etmeli. DMİ’ye “Beleş hizmet veren kurum” gözüyle bakılmamalı.
Diğer konu; 5953 Sayılı Basın Mesleğinde Çalışanlarla Çalıştıranlar Arasındaki Münasebetlerin Tanzimi Hakkında Kanun’a dahil olmamız. Şu an bir basın mensubu olduğu halde TV kanalları çoğunlukla, maliyeti ve özlük hakları daha fazla olduğu için mühendisleri işçi kadrosunda çalıştırıyor. Halbuki yorum yapan, editörlük yapan, ekrana çıkan kişilerin gazeteci olarak istihdam edilmesi gerekir.
SPİKER YETERLİ DEĞİL
Yazının Devamını Oku 
31 Mayıs 2010
Büyük bir deprem ve sonucunda oluşabilecek kayıplar iktidarda hangi parti olursa olsun hükümeti alıp götürür. Fakat ülkemizde deprem gibi afetleri en geç 3 ay; maden kazası gibi olayları ise en geç 3 gün sonra unutuyor ve doğru bir strateji de geliştiremiyoruz. Maden kazası gibi büyük kazalardan ve kayıplarımızdan sonra yaşananları şöyle özetleyebilirim: Önce inkar, umut, panik, kahramanlık; sonra hayal kırıklığı, öfke, hafıza kaybı ve vurdumduymazlık... Böylece, kötü bir haber alır almaz önce “İnşallah büyük bir kayıp yoktur!” diye dua eder, sonra durumun vahametini anlamamızla beraber olay yerine koşarız. Enkazı tırnaklarımızla kazar, sonra da hem kendimiz hem de umutlarımızın tükenmesiyle beraber büyük hüzün ve kızgınlık yaşarız. Peki, biz neden böyleyiz?
Siz hiç tam da ateş hattında duran bir general gördünüz mü? Peki sivil yetkililerimiz neden hep böyle? Olaydan hemen sonra başbakan, bakanlar, milletvekili, vali, belediye başkanı, kaymakam, genel müdür, vb. stratejik seviyedeki ilgililerin operasyonun yapıldığı sıfırıncı noktaya gitmesi sizce doğru mu? “Evet devlet olaya el koydu, mağdurlarla birlikte oldu” vb. diyorsanız fena halde yanılıyorsunuz. Hatta bu konuda problemin kendisi de sizsiniz! Stratejik seviyede görev yapması gereken insanların operasyonel seviyede işi olamaz. Çünkü stratejide hata yapanlar, hatasını taktik veya operasyonla asla düzeltemez.
Yok gerçek neden bu değilse, siyasilerin bürokratlara güvenmemesi midir? Bakana, “Bu ocakta kullanılan teknoloji Avrupa’dan da ileri” dedirten bir bürokrata kimse güvenmemeli zaten. Belki de en büyük problem, hayal aleminde yaşayan, kurumsal körlük ve milliyetçilik hastalığına yakalanmış bürokratlar ve onlara inanan siyasilerdir?
Peki afetzede psikolojisi konusunda eğitimsiz yetkililerin afetzedeleri yatıştırmaya kalkmasına ne demeli? Travma geçirmiş insanlarla iletişim kurmak ne kadar zor bir iştir, tahmin bile edemezsiniz. Kullanacağınız kelimeleri ancak bir uzman denetiminde seçebilirsiniz. Afetzedelerle iletişime girenler ayrıca üzerine teflon giymeyi de ihmal etmemeli. Böylece afetzedelerin söylediği hiçbir şey üzerinize yapışmaz, yani sizi etkilemez. Daha da önemlisi tatsız tartışma ve sürtüşmelere neden olmazsınız.
Bir de olay yerine giden bakan gibi yetkililer olaya müdahale edip, afetzedelerle etkileştikce kendisi de travma geçirir. Sonuçta bakan, vb yetkililer uzman bir psikologdan yardım almayı düşünemediği için zamanla barut fıçısına döner. Bu durumu afet ve kazalara müdahale eden sivil savunma, itfiaye, vb. tüm arama ve kurtarma elemanlarında da görebilirsiniz. Siz (aslında hiç gitmemesi gereken) afet ya da büyük bir kaza bölgesinden dönen bir bakan, vali, vb üst düzey yöneticimizin psikolojik destek aldığını duydunuz mu?
Dünyada ve Türkiye’de sürekli grizu patlaması oluyor. Fakat Türkiye’deki maden kazaları Avrupa’nın yaklaşık 5 katı fazla! Sonuç olarak Türkiye’de acil durum ve afetleri önleme veya neden oldukları kayıpları azaltma konusunda problemimiz var. Birincisi, afet ve acil durumları nadiren ortaya çıkan olaylar ve bunlarla baş etmeninse sadece itfaiye, sivil savunma, ambulans vb’nin, yani devleti işi olduğunu düşünüyoruz. İkincisi kazalarla baş etmenin bireyle ve bireyin güvenli yaşam kültürüyle ilişkisinin çok az kişi farkında.
Sigara içen, emniyet kemerini takmayan, yani kendi güvenliğini dikkate almayan ya da kendisine bir hayrı olmayan, örneğin bir madenin güvenliğini sağlayabilecek duyarlıkta olabilir mi? Güvenli yaşam kültüründen yoksun insanlar afet ve kazalarla savaşamaz. Böylece savaşın başında yaptığımız bu büyük hata bizi sonun kadar takip ediyor... Özetle, ükemizde afet ve kazalarla yapılan mücadelemizde taktik ve operasyonda belki önemli bir hatamız yok; ama siyasi iradelerin ortaya koyduğu strateji yanlış ve yığınakları hatalı...
Yazının Devamını Oku 
24 Mayıs 2010
İstanbul eskiden beri balıkların lezzeti ve bolluğuyla bilinen bir şehirdi. Ne olursa olsun lüfer bir İstanbul kraliçesiydi ve hürmeti de her zaman hak ederdi. Şimdi ise sürdürülebilir kalkınma, iklim değişimi, Kyoto, vb. diye diye vahşice yok ediliyor. İstanbul her mevsim başka balığı olan, içinden kocaman okyanus geçen bir şehir olarak bilinirdi. Bu okyanus, bir gün lüfer, başka bir gün istavrit veya hamsi gibi nimet ve rızık verirdi. Onun için ilk çağlardan beri İstanbul’un balıkları bir çok yazarın dikkatini çekmişti. Örneğin P. Gyllius, “Marsilya, Venedik ve Taranto balıklarıyla meşhurdur, fakat İstanbul, bolluğu bakımından bu şehirleri geride bırakır. Liman iki denizden gelen pek çok miktarda balıkla doludur. Balık sürüleri yalnız Boğaziçi’nden değil, Kadıköy tarafından da limana doğru akın eder. Balık denizde o kadar boldur ki, çok defa sahilden elle tutulabilir. Kadınlar, pencereden sarkıttıkları sepetlerle balık tutabiliyorlar ve balıkçılar olta ile o kadar çok torik balığı avlıyorlar ki, bunlar bütün Yunanistan’a ve Asya ile Avrupa’nın büyük bir kısmına yeterlidir” diyor.
ÜNLÜ LÜFER AVCILARI
İstanbul, lüferle özleşmiştir adeta. Osmanlı döneminin bir çok ünlü şahsiyetinin lüfer balığı avcılığı yaptığı bilinir. Sultan Abdülaziz’in başmabeyincilerinden Nevres Paşa, Ahmet Rasim Bey, Recaizade Ekrem Bey, Ahmet Rasim, Saip Molla, Abraham Paşa, Sait Halim Paşa bunlara örnektir. Lüfer av partileri de dönemin vazgeçilmez merakları arasındaydı. Zaten eski İstanbullular sadece lüfere balık derlerdi. Osmanlı padişahları da bu balığa düşkündü. Sultan Aziz, geceleri Boğaz’da kayıkla lüfere çıkardı. Osmanlı döneminde bu balığın Boğaz’dan geçişleri ve üremesi sırasında gemi trafiği durdurulurdu. Kaçak lüfer avlayan balıkçılara verilen ceza ile ilgili bilgiler de devlet arşivelerindedir.
Ama günümüzde İstanbullu uskumruyu , Boğaz’ın gerçek kraliçesi lüferi, balık dünyasının şovalyelerinden kılıçı, Boğaz sahilerindeki çiroz sergilerini neredeyse unuttu. İstanbul ve İstanbul halkı için önemli olan uskumru, kılıç, orkinos, mersin ve kalkan, günümüzde tamamen ortadan kayboldu ve nesli azalan türler listesine girdi. Öyle ki Beykoz’un meşhur kalkan balığı bitti. Gece yalılara vuran orkinoslardan haber yok. Haliç’i dolduran ve adına sikkeler yapılan palamut eser miktarda çıkmakta. Beykoz önlerinde yapılan kılıç balığı avcılığını hatırlayan kalmadı. Şimdilik kraça istavrit ile idare ediyoruz.
ÇİNEKOP KATLİAMI
Yani Lale Devri gibi, İstanbul’da “lüfer/kofana devri ” de bitti. Üstelik bu yetmemiş gibi şimdi lüfer balığının adeta gençliği olan 11-15 cm’lik çinekoplar da yok ediliyor. Oysa bu tam bir katliam! 1991 yılında 20 cm olan boy yasağı, 1999 yılında fiilen ve 2010 yılında da resmen 14 cm’ye indi. Böylece, 2002 yılında 25 bin ton olan üretim, 2007 yılında 7 bin tona düştü. Bu şekilde çinekop avlanınca gelecek yıllar lüfer de olmayacak. Ve bu katliamı önlemeye başta Tarım Bakanlığı olmak üzere artık hiç kimsenin gücü yetmiyor!..
Türk Deniz Araştırmları Vakfı (TÜDAV), yetkililerin buna izin vermemesi için yıllardır çaba gösteriyor. En son, “Fikir Sahibi Damaklar” grubuyla “İstanbul Lüfere Hasret Kalmasın” adıyla bir kampanya başlattılar. Amaç, genç yaşta ve hiç yumurta vermeden avlanan 14 cm’lik çinekopların avlanmasını yasaklatmak. Avlanma boyu 20 cm olmalı yani, yavru balıklar en az bir kez yumurta verdikten sonra avlanmalı.
Evet, İstanbullu her sabah iki denizin taşıdığı suyun üstünde işe gitmekte ve ucuz balık bulursa da mutlu olmakta. Ama yolunuz Kumkapı’daki balık haline düşer ve “Lüfer var mı? diye soracak olursanız, alacağınız cevap “Abi lüfer için adam vuruyorlar”dır! Onun için kaçak ve yavru balık satın almayarak, İstanbul’un kraliçesi Lüferi tanıyarak, değer vererek, koruyarak ve gelecek kuşaklara bırakArak insanlık görevimizi yerine getirelim. Ahmet Rasim, “Lüfer sözünü duyup da dönüp bakmayanı İstanbullu farz etmem“ demiş. Benzer bir şekilde, lüfer katliamını durdurmak için elinden geleni yapmayanlar da iyi bir insan, vatandataş, anne, baba, çevreci, devlet adamı, vb, olamaz...
Yazının Devamını Oku 
17 Mayıs 2010
Amerikan gazetelerine göre, emekli bir meteorolog kitap yazıp fırtına uyarılarının ülkesinde nasıl hayat kurtardığını anlatmış. Ben de volkan külleri yüzünden rahatsız edildiğim bir günde, emekli olunca ne yaparım diye, düşünmeye başladım. Ve bir karar verdim gibi... Bu günler havalar benim gibi meteoroloji mühendisleri için çok sıkıcı! Birbirine benzeyen açık veya az bulutlu günler bir birini takip edip duruyor. Bu sıralar “Yarın hava nasıl olacak” diye soranlara; hiç düşünmeden “bu günkü gibi” diye cevap verseniz hava tahmininizdeki başarınız yüzde 90’dan aşağı inmez. Tek rahatımı bozan tek düzelik değil. Bir de “Eyvahkülbastı” adını verdiğim İzlanda’daki volkan var.
Bir pazar sabahı geç kalkıp kahvaltı ve öğle yemeğini bir arada halletmeye çalışırken zır zır bir telefon. Volkanik küller İspanya ve İtalyan’nın kuzeyine gelmiş. Meteoroloji de güneybatı Marmara’yı etkiler ama sayılmazmış filan gibi açıklama yapmış. Bana ne kardeşim küllerden de, meteorolojinin açıklamasından da. Bir pazar günü evde tembellik yapmak üzere niyet etmişim. Bugün saç sakal birbirine özgürce karışmış duracak, belki de (hanım izin verirse tabi!) balkonda da çekirdek çitleteceğim!..
BİZİMKİ GÖNÜLLÜ KAMU HİZMETİ
Tatlı dilli bir TV muhabirini kıramayacak kadar uyanık değilseniz işiniz zor. Hadi bakalım pazartesi sendromunu pazar gününden yaşa. Tıraş ol, adam gibi giyin ve bilgisayarı açıp külün nerelerde dolandığını filan öğren. Bu da yetmez; biraz da kahinlik yapmam gerekecek. “Mikdat Bey bu küller önümüzdeki hafta ortasında Ankaraya da ulaşır mı?” Şimdi bilmiyorum desem cümle aleme rezil olacağız! Bu memlekette “bilmiyorum demek ayıp!” Bizim memlekette herkes her şeyi bilir ya, hemi de bir profesörsen geleceği de bilmelisin. Bu durumda en iyi yol, “volkanoklar, volkanın ne zaman, ne miktarda ve ne yüksekliğe kadar kül püskürteceğini bilemediği için bir şey söylememiz zor” filan deyip topu karşı tarafa atmak olur.
Havayla ilgili röportajlar nedense hep dışarıda yapılmak istenir. Sanki iç ortamlarda hava yok! Fakat İstanbul’un taşı toprağı altın sözünü doğrular gibi park ve bahçelerde parasız çekim yapamazsınız. Şöyle ayak üstü bir kameraya iki kelime etmek için park sahibine (yani onu işletene) ödeme yapman gerekiyor. Bu durumda “Sanki parkını yedik” diye tartışmalar olmuyor değil. Bunu bildikleri için kül nedeniyle evime kadar gelen muhabir ve kamereman hemen evin önündeki ağacın dibinde röportajı yapalım demez mi! Yahu, git kardeşim, komşuya rezil olacağız. Sırf bu yüzden ağacı keseceğim!
BENDEN BORÇ İSTEMEYİN LÜTFEN
Para demişken! Konu komşu, hısım akraba benim gibi TV’de her konuşan akademisyenin yüklü telif aldığını sanıyor. Oysa biz gönüllü kamu hizmeti yapıyoruz! Geçenlerde evi boyayan ustayla eşim ay sonunda ödeme konusunda anlaşmıştı. Usta beni TV’de ahkam keserken görmüş. O gün “paranın bir kısmını şimdi ödeseniz” diye tutturmuş! İşin özeti TV’lerde şarkı söylemek, ağlamak, göbek atmak, ücretli ama bilimsel konuşma tamamen bedavadır! Yani bu ülkede henüz bilginin kıymeti, telif ücreti filan yok. Bu durumda beni her TV’de gördükten sonra aklınıza borç istemek dahi olsa para gelmesin!
Ben şimdi işin parasında filan değilim ama bazen TV’lerde harcadığım zamana ve söyleyemediklerime çok acıyorum. TV stüdyosuna gidip gelene kadar birkaç saatiniz yolda geçiyor. Stüdyoda da epey bekledikten sonra yayındaki iki dakikada, bazen cevap bile vermek istemeyeceğiniz türden sorularlar muhattap oluyorsunuz. Ayrıca lafı ağzınıza tıkıyorlar, cümleniz yarım kalabiliyor. Bu durumda röportaj taleplerine olumlu cevap vermezseniz onlara göre aksi, şımarık bir adam olup çıkıyorsunuz!
Şimdi emekli olunca bir TV’de hava durumu ya da havadan-sudan adlı bir program sunmayı düşünüyorum. Ücret öderlerse tabii; yoksa balkonda çekirdek çitlemek gibi başka bir hayalim daha var...
Yazının Devamını Oku 
10 Mayıs 2010
Coğrafya derslerinde gösterilen meteoroloji ve iklim konularının hiçbir faydası yok! Bu kadar dersten sonra TV ve gazetelerdeki en basit bir meteoroloji haritasını bile anlayamazsınız. Marifetmiş gibi bir sürü yanlış kavram da kafanıza kazınır durur. Eskiden Milli Eğitim Bakanlığı’nın ücretsiz dağıttığı coğraya kitaplarına bakıp, bana göre yanlışları gündeme getirirdim. ÖSYM’nin 2010 YGS sınavındaki “kasırga” sorusunu görene kadar bunu unutmuştum. “Kasırga” beni coğrafya 9, 10 ve 12. sınıf kitaplarına savurdu. Bu kitaplar eskiye oranla daha iyi ama hâlâ problemli. Örneğin, coğrafya 9’da atmosfer, “şeffaf” küre olarak niteleniyor. Halbuki biz atmosferi “gaz” küre olarak biliyorduk. Yoksa şaka mı yapılıyor? Bilimsel bir yayında şaka, edebiyat ve mecazi benzetmeler yapılamaz...
HER SAKALLI DEDENİZ DEĞİLDİR
Daha da kötüsü “nem oranı” gibi bir türlü düzeltilemeyen yanlış bir sürü kavram olması. Aslında “bağıl nem” diye İngilizceden tercüme edilebilecek olan “relative humidity” havadaki nem miktarının bir ölçüsü de değildir. Diğer bir deyişle, yaygın olarak kullanılmasına rağmen bağıl nem havadaki nem miktarını göstermez. Bağıl nem, herhangi bir sıcaklıkta havanın denge buhar basıncına olan yakınlığı hakkında bir fikir verir.
Çocuklarımıza bağıl nemi, mutlak nemin maksimum neme oranı diye öğretiyorlar! Mutlak nem basınç ve hacimle değişir, bu nedenle de kullanışlı bir parametre değildir. Diğer bir deyişle kimse bağıl nemi mutlak nemi kullanarak hesaplamaz. Mutlak nem, kitapta yazdığı gibi higrometre ile de ölçülmez. O, “nem oranı” değil olsa olsa “buhar basıncı oranı”dır. Bu kavramı bu şekilde yazıp çizenler hayatında bir kere bile onunla ilgili bir şey yapmamıştır! Ezbere bilim olur mu? Peki ezbere bilgi ile kitap yazılır mı?..
Rüzgarlar da acayip bir şekilde sınıflandırılmış ve böylece “tornado” tropikal rüzgar oluvermiş! Coğrafya 9’da tornado’yu “hortum” olarak Türkçe’ye çevirmeye çekinmişler. Maalesef ülkemizdeki İngilizce - Türkçe sözlüklerde hem hurricane, hem de tornado’nun Türkçe karşılığı olarak “kasırga” yazıyor. Böylece gerçekten konuyu bilmeyenler sözlüğe bakarak bunları aynı şeymiş gibi düşünüp yanlış tercüme ediyor. Böylece 12’nci sınıf coğrafya kitabının 5. sayfasında “Kasırga, hortum ya da tayfun aynı meteorolojik olayı anlatmakta kullanılan sözcüklerdir” deniliyor. Dokuzuncu sınıf coğrafya kitabının sözlüğünde ise “kasırga, şiddetli rüzgar” şeklinde tanımlanmış. Her sakallıyı dedem sanmak gibi her şiddetli rüzgara da kasırga denmez ki! Hiç olmazsa internette arama yapıp bunların resimlerine bir bakın!
EN İYİSİ BU KONUYU OKUL KİTAPLARINDAN ÇIKARIN
Hortum ya da tornado, tropikal bir rüzgar ise Türkiye, İngiltere gibi tropikal alan dışındaki ülkelerdeki olayları nasıl açıklayacağız? 10’uncu sınıf coğrafya kitabına göre (s.237) Türkiye’de kasırga olmazmış! Sadece sözlüğe bakıp hurricane, kasırga dersen olmaz tabi! Ama Türkiye denilen bu ülkede çok kuvvetli düz esen rüzgarlara bizim millet “kasırga koptu” filan der. Tropikal siklonların hepsine Türkçe’de kullanılan “tayfun” desek olmaz mı? Her meteorolojik olayı yerel adıyla anacaksak o zaman ABD’deki yağmura “rain”, Almanya’dakine de “regen” demeliyiz. Yine internette “hortum” ve “kasırga” yazıp bir arama yapın bakalım Türkiye’de bunlar olur mu, kimse ölür mü, zarar gör mü? Bu bilgi çağında milyonlarca genç için kitap yazarken bilgi teknolojisini kullansak bir zahmet...
Bu kitaplarda nem oranı ve kasırganın yanı sıra indirgenmiş izoterm haritası, yoğunlaşma, yağmur, Basra alçak basınç merkezi, risk, koriyolis, ekstrem olaylar, afet, taşkın, deprem uyarısı, çömel gibi kavramlarla birlikte bir çok inanılmaz yanlışlık var.
Biliyorum ben ne yazsam boş! Coğrafya öğretmenlerimizin aldığı eğitimden ve kullandıkları kaynaklardan dolayı bu konuları doğru bir şekilde yazabileceklerine artık inanmıyorum. Zahmet edip bize sormadıklarına ve yapancı dildeki kaynaklara da bakmadıklarına göre, en iyisi sözel olan coğrafya kitaplarından (aslında fen ve matematik konusu olan) iklim ve meteoroloji konuları tümüyle çıkartılsın. Gereği için Sayın Milli Eğitim Bakanımızın bilgisine saygı ile sunarım.
Yazının Devamını Oku 
3 Mayıs 2010
ABD’den “kasırga” felaketi haberi ve ÖSYM’nin YGS Sınavındaki “kasırga” sorusunu görünce size bir kasırga masalı anlatmak istedim. Daha önce “Her rüzgar fırtınasına kasırga demek bilimsel anlamda yanlıştır” diye güzel güzel yazdım ama anlamadılar. Bu sefer derdimi anlatmaya bir masal tekerlemesiyle başlayayım belki faydası olur.
Evvel zaman içinde / Kalbur saman içinde / Develer top oynarken / Eski hamam içinde / Horozlar tellal iken / Pireler hamal iken/ Ben anamın beşiğini / Tıngır mıngır sallar iken / Anam düştü beşikten / Babam düştü eşikten / Biri kaptı maşayı / Dolandım dört köşeyi.
Onda ne var dediler / Bir köy kurmuş keçiler / Kurt köye muhtar olmuş / Elini veren kolunu almış / Diken verenin gülünü almış / Damla verenin selini almış / Kovan kovan balını almış / Bir kurtmuş ki sormayın / Talkım vermiş ele / Salkımı almış ele / İlk lokmayı aşırmış / İkincisinde çomar karşısına dikilmiş / Kapanmış mı kapılar / Kapıyı bırakıp, sapı yutmuş / Balı bırakmış, hapı yutmuş.
Kaç bakalım kaçmaz mısın? / Git bakalım gitmez misin? / İndim sarayın bahçesine / Baktım ki çiçekçiler çiçek, gülcüler gül aşılıyor / Haşlamacılar haşlama haşlıyor / Susun! Masalcı masala başlıyor... / İşte size bir kasırga masalı, öğrencilerimiz işe yanlış bilgi hamalı!
AJANSIN HABERİ ÖSYM’NİN SORUSU
Ne göreyim bir baktım Anadolu Ajansı’nın haberine göre Amerika’da kasırga olmuş! “25 Nisan 2010. ABD’nin Mississippi eyaletinde meydana gelen kasırgada ölenlerin sayısı 10’a yükselirken, 20’dan fazla kişi de yaralandı. Mississippi Kriz Yönetim Ajansı Greg Flynn, Choctaw bölgesinde beş, Yazoo bölgesinde dört ve Holmes bölgesinde bir kişinin öldüğünü belirtirken, kasırganın bu bölgelerde evlerin dağılmasına, araçların ters dönmesine sebep olduğunu bildirdi. Köklerinden sökülen ağaçların yollardaki ulaşımı engellediği belirtildi...”
Aaaa ÖSYM de, 11 Nisan 2010’da yaptığı Yüksek Öğrenime Geçiş sınavındaki Sosyal Bilimler testinde kasırgalı bir coğrafya sorusu sormuş!
“Soru 30) 1998 yılında Orta Amerika ülkelerinden Honduras’ı etkileyen şiddetli kasırga ve yağışların ardından, Devlet Başkanı Carlos Flores “Başımıza gelen en büyük felaket bu. Köprüler, yollar, elektrik hatları, su ve kanalizasyon şebekeleri yıkıldı. 50 yılda yavaş yavaş yapılanları, 72 saatte yitirdik” demiştir. Carlos Flores bu sözleriyle kasırganın yol açtığı, I. toprak, II. ekonomi, III. altyapı, IV. nüfus kayıplarından hangilerini vurgulamıştır?
BİRİ HORTUM DİĞERİ TAYFUN
Ama bunların biri hortummuş, diğeri ise tayfun! Gel gelelim bu iki meteorolojik olayın farkını ne gazeteciler ne de öğretmenler ve ÖSYM’deki uzmanlar bilmezmiş. Daha da kötüsü ezberlerini bozmaz, doğrusunu öğrenmek için de bir türlü zahmete girmezlermiş!
Sonuç olarak az gittik, uz gittik, dere tepe düz gittik. Altı ay, bir güz gittik. Kahve çay içerek, lale sümbül biçerek gittik, gittik, bir arpa boyu yol gittik. Derken gökten üç elma düşmüş. Biri ÖSYM’ye, biri Milli Eğitim Bakanlığı’na, biri de görüp duyduklarını anlatan A.A.’ya. Onlar ermiş muradına, bize yine halkımıza masal anlatmak düşer.
Yazının Devamını Oku 
26 Nisan 2010
Beni en çok korkutan afet, “Süper Volkan Patlaması”dır. ABD’de de olmasından korkulan en kötü 10 doğal afet listesinde de volkan var. Bizdeki volkan korkusu eskiden patlayarak iklim değişimine neden olmuş süper volkanlardan kaynaklanıyor. İşte size bir kaç örnek.
8 Mayıs 1902’de, Pasifik Okyanusu’ndaki Martinik Adası üzerindeki Peleé Dağı şiddetle patladı. Yamaçlarında aşağı zehirli gazlar ve küller yayıldı, bunlar St. Pierre kentine ulaştı. Kalın duvarlarla korunan zindandaki bir mahkum kurtuldu sadece. 30 bin kişi öldü.
Volkanik patlamaların arazinin yapısını değiştirmesi, havayı kirletmesi ve etrafında neden olduğu yıkımı biliriz. Fakat volkanlar aynı zamanda iklimde de önemli değişimlere neden olabilir. Atmosferi büyük miktarda silikat (kuvars kumu) ve sülfürik asit aerosollarıyla bombalayarak yapar bunu. Sülfürik asit aerosollarının özellikle stratosfere girmesi küresel iklimde kısa dönemde fakat önemli değişimlere neden olur.
EL CHICHON PATLAMASI DÜNYAYI SOĞUTMUŞTU
Farklı tipteki volkanlar, farklı gazlar üretir. Bazalt lavları (İzlanda’da olduğu gibi) atmosfere daha fazla kükürt salarak silikatlı patlamalardan daha fazla iklimi etkiler. Örneğin, 1980’de St. Helens Dağı’nın volkanik patlaması ile Meksika El Chichon patlamasının büyüklükleri aynıydı, buna rağmen etkileri farklı oldu. Her iki patlama küçük miktarda magmayı atmosfere saçmıştı ama El Chichon patlaması çok daha fazla kükürt üretmişti. Böylece St. Helens Dağı önemli bir iklim değişimine neden olmazken, El Chichon stratosfere 20 milyon ton sülfürik asit göndererek Kuzey Yarım Küre’de yaklaşık olarak bir yıl boyunca hava sıcaklığının birkaç derece düşmesine neden oldu.
Volkanik patlamalar ile ilişkin iklim değişimlerinin farkına varılması 1783’de Benjamin Franklin’in Avrupa’daki (İzlanda) Laki patlamasının artından “kuru sis” gözlemine kadar geri gider. Gerçekte tarihsel kayıtlar, geçmişteki volkanik patlamaların iklime etkisini ortaya çıkartmak için çok kullanışlıdır. Tarih kitaplarında yazsız geçen yıllar, soğuk geçen yaz ve kış ayları, düşük tarım rekoltesi, kıtlık, açlıkların ve isyanların bir kısmı volkanik patlamaların ardından ortaya çıkmıştır.
İZLANDA NÜFUSUNUN YÜZDE 25’İ ÖLDÜ
Geçmişteki volkanik patlamaların iklime etkisi üzerine başka bir örnek: 1815’te Endenozya’daki Sumbawa Adasında bulunan Tambora Volkanı’nın patlamasının ardından 1816 yılı dünyadaki yazsız bir yıldır. Geçmiş 10 bin yılda Tambora, bilinen en büyük volkan patlamasıdır. Bu patlama 4x105 kilometre karelik bir alanı kaplayacak kadar kül üretmiş ve iki gün boyunca volkanın çevresinde 600 kilometrelik alanda hava karanlık geçmiştir. Ağaç yaş halkalarının gösterdiğine göre 1816 yazı, 1815 yazından 1,5 derece daha soğuk olmuştur. Yazın Avrupa’da soğuk ve yağışlı geçmesi tarım alanlarını tahrip ederek açlık, salgın hastalıklar ve iç karışıklıklara neden olmuştur.
Benjamin Franklin’in 1783’de fark ettiği İzlanda Laki Yanardağı’ndan olan püskürme olağan dışı bir olaydı. Püskürme haziranda başladı ve yaklaşık sekiz ay devam etti. Püskürme sürekli olarak şiddetli bir şekilde sürmedi, daha çok lav akışı şeklinde gerçekleşti. Franklin’in tarif ettiği sis, Asya ve Kuzey Afrika’da da gözlenmişti. Her ne kadar büyük bir volkanik patlama gerçekleşmemişse de etkileri çok dramatik oldu. İzlanda da tarım alanları tahrip oldu, evcil hayvanları yüzde 75’i öldü, açlık ve salgın hastalıklar nedeniyle ülke nüfusunun dörtte biri öldü. Bu volkanik aktivitelerden sonra, 225 yılın en soğuk kışı yaşandı. Böylece, volkanik patlamaların dünyadaki iklim değişiminin en önemli nedenlerinden biri olduğu görüldü.
Şimdi ben İzlanda’daki küçük volkanın neden olduğu toz, kül ve asit yağışlarından hiç korkmuyorum ama Osmanlı tarihinde 1783 ve 1816 yıllarında neler olduğunu çok merak ediyorum. Bu yıllarda Anadolu’da neler yaşandığını bilen var mı?..
Yazının Devamını Oku 