Bu nedenleri yok etmediğimizde, kalp krizi geçirme olasılığımız yükseliyor. Kan şekeri yüksekliği, hipertansiyon, kolesterol dengesizliği, trigliserid fazlalığı, fazla kilolar, yoğun stres bunların en bildik olanları. Ama bir tanesi var ki, onu çoğu zaman görmezden geliyoruz: SİGARA!
ÜLKEMİZİN güvenilir, bilgili ve tecrübeli finans uzmanlarından biriydi. Ekonomide “geleceği gören uzman” olarak tanınıyordu. Bir ay kadar önce “sol kolu ve omzuna yayılan göğüs ağrıları” olduğunu söylediğinde, arkadaşları onu hemen tam teşekküllü bir hastaneye yolladılar. Son derece tecrübeli hekimler tarafından incelendi. İncelemeler sadece basit kan tetkikleriyle de sınırlı tutulmadı. Kalp damarları, yani koroner arterlerinde bir sorun olup olmadığı, durumu neredeyse %100’e yakın bir kesinlikle ortaya koyabilen koroner anjiyografi incelemesi ile de araştırıldı ve “kalp damarlarında müdahale edilmesi gereken bir durumun olmadığı” söylendi. Stend konulmasına ya da bypass cerrahisi uygulanmasına gerek duyulmadı. Danışmanlık yaptığı bankaya döndüğünde arkadaşlarına, “Maşallah turp gibiymişim, merak edilecek bir şeyim yokmuş” bile dedi. Ne var ki, çok ama çok önemli bir noktayı ya görmezden geldi, ciddiye almadı ya da “belki başaramam” korkusuyla yok saydı. Tehlike “yoğun sigara içiciliği”nden başka bir şey değildi. Sigara içmeye devam etti ve aradan iki hafta geçmeden, yeni bir göğüs ağrısı atağı ve ardından şiddetli ve ağır seyirli bir kalp krizi sonucunda hayata genç sayılabilecek bir yaştayken veda etti. Yukarı anlattığım, benim yazdığım bir hikâye değil, gerçek bir hayat öyküsü. Kaybettiğimiz kişi ise son derece özel eğitimlerden geçmiş, ekonomide neredeyse yarını bile tahmin edecek kadar akıllı, bilgili biri. Ama ne var ki konu sağlığa değer verme olduğunda anladığım kadarıyla biraz ihmalkâr davranmış, sigara gibi bir illeti, sigara gibi bir zararlı zehri –ki bu zehrin en çok aktığı yer kalbinizi besleyen koroner arterlerdir- bırakmamış, bırakamamış, sonuçta da hiç gereği yokken, durup dururken bir kalp krizi ile hayata veda etmek zorunda kalmıştı...
RİSK ÇOK AMA...
Koroner arter hastalığının, diğer anlamıyla “kalp krizi adaylığı”nın pek çok nedeni var. Bu nedenleri yok etmediğimizde “kalp krizi” geçirme olasılığımız yükseliyor. Kan şekeri yüksekliği, hipertansiyon, kolesterol dengesizliği, trigliserid fazlalığı, fazla kilolar, yoğun stres bunların ilk hatırlananları, en bildik olanları. Ama bir tanesi var ki onu çoğu zaman görmezden geliyor ya da gereği kadar ciddiye almıyoruz: SİGARA! Üzülerek belirtelim ki, son derece eğitimli yetişkinler arasında bile sigara içme alışkanlığı hâlâ devam ediyor. Daha kötüsü sigara ile kalp krizi ilişkisini yakından bilen kardiyologlar arasında bile hâlâ sigara içmeye devam edenler var. Bana sorarsanız kan şekeri yüksek olmak kalp için önemli bir risk faktördür, tansiyonu yüksek olmak, trigliseridi fazla olmak, kan yağları dengesiz ve/veya göbekli-fazla kilolu, stresli, öfkeli, gergin biri olmak da öyle. Ama terazinin bir kefesine bunların tamamını diğer kefesine de sigara içiciliğini de koyacak olursanız sigara hepsinin toplamından daha çok etkili, daha tehlikeli bir faktördür.
NE YAPMALI
Sağlık Bakanlığımız son derece başarılı bir kampanya yürütüyor: DUMANSIZ HAVA SAHASI! Başbakanımız da tüm gücüyle destekliyor. Ama hâlâ yeterli sonucu aldığımız söylenemez. Sigara içiciliğinin ve sigara dumanı solumanın sadece kalbimiz için değil, kansere yakalanma, damar sertliği hastası olma, tıkayıcı akciğer hastalığına tutulma ve daha pek çok alanda riskimizi arttırdığını unutmayalım. Sigara tek başına bile önemli bir kalp damar hastalığı riskidir, her an, her yaşta kalp krizine yol açabilir. Hepimiz, her birimiz bir sigara karşıtı olalım ve bu konuda elimizden geleni yapalım.
BU HAFTANIN ÖNERİLERİ
Söz “fazla kilolar”dan açıldı mı ilgili, ilgisiz, bilgili, bilgisiz herkes bir şeyler söyler. Durum böyle olunca da bir sürü “yanlış bilinen doğru, doğru bilinen yanlış” ortaya çıkar. İşte onlardan bazıları...
VİTAMİNLER KİLO ALDIRMAZ
Dengesiz, düzensiz ve yetersiz beslenirseniz veya çeşitli sağlık sorunları nedeniyle vücudunuzdan kayıplar olursa vitaminler de mineraller de (tuzlar) yeterli düzeylerin altına inebilir, depolarınız boşalabilir. Yorgunluk, halsizlik, iştah değişiklikleri ya da bazı gıdalara karşı isteksizlik veya sindirim sorunları yaşayabilir hatta kilo kaybedebilirsiniz. Yakınmalarınızı paylaştığınız doktorunuzun istediği tetkiklerde saptanan eksiklikler yerine konunca, genel durumunuz düzelir. Kendinizi daha iyi hissedersiniz. Eskilerin deyimiyle “esenlik” kazanırsınız.
B12 VİTAMİNİ İŞTAH AÇMAZB12 vitamini sinirleri korur, canlılık verir, kan yapımında rol oynar, demirin depolanmasını sağlar, ağrıyı azaltır, kalp-damar sistemine destek olur. Bunları B9 yani folik asit desteği ile başarır.
Eksikliğinde; halsizlik-güçsüzlük, denge bozukluğu, ellerde ve ayaklarda uyuşukluk ve karıncalanma, yürüme güçlüğü, unutkanlık, konsantrasyon kaybı ortaya çıkabilir.
Vücudumuzda üretilemeyen B12’yi öncelikle karaciğer ve böbrek, et, tavuk, balık, kabuklu deniz ürünleri, süt ürünleri ve yumurta sarısından alırız. B12, midede bulunan bazı hücrelerin salgıladığı bir taşıyıcı protein (intrensek factor) ile ince barsaklardan kalsiyum varlığında emilir.
Kış bastırdı mı bağışıklık sistemiyle ilgili kaygılar başlar. Soğuyan havaların, kalabalık ortamlarda geçirilecek uzun saatlerin getirebileceği olası hastalıklardan özellikle de grip, nezle, sinüzit, farenjit, bronşit gibi sorunlardan korunmak için bağışıklığımızı güçlendirecek önerileri can kulağı ile dinler ve dikkatle okuruz.
Bir sürü şey yazılıp çizilir. Ot-çöp, hap-şurup içeren faydasız listeler yayımlanır.
Bana göre bunların çoğunun bağışıklığı destekleyici bir özelliği de yoktur.
NE YAPMALI?
Bağışıklık sisteminiz için uzun vadeli bir koruma planı yürürlüğe koymak istiyorsanız özellikle iki noktaya dikkat etmenizi tavsiye ederim.
Birincisi, günlük protein alımınızın yeterli olmasına çok ama çok dikkat edin. Hayvansal (süt ve süt ürünleri ama özellikle de yoğurt, yumurta, balık, et) ve bitkisel protein kaynaklarını sofralarınızdan eksik etmeyin.
İkincisi de D vitamini düzeyinizi ölçtürmeniz ve eksiklik varsa tamamlamanızdır. Özellikle D vitamini rezerviniz çok ama çok önemlidir.
İDEAL RAKAMLAR
Yakın zamana kadar yaşlanmanın “doğal bir süreç” olduğu düşünüyor, yaşlılık sorunlarını genelde “kader” kabul ediyorduk. Nasıl yaşlanacağımızı genetik miras ve kaderimiz de etkiliyor ama araştırma sonuçlarına bakılırsa konu zannettiğimiz kadar basit ve sıradan bir süreç değil.
Tabiî ki şansı-kaderi, genetik mirası veya başka nedenlerle iyi ya da kötü yaşlananlar var ama uzmanlar yaşlılık sorunlarının (özellikle de “yaşlılığın kronik hastalıkları” sayılan “obezite, insülin direnci ve/veya damar sertliği -kalp damar hastalıkları, eklem kireçlenmesi” gibi problemlerin) “mikropsuz iltihap –inflamasyon- ” ile de ilişkili olabileceğini söylüyor.
Bu, bana göre de doğru bir yaklaşım. Yaşlanmanın İNFLAMASYON/İLTİHAPLANMA süreçleri ile de yakın ilişkisi var. İnflamasyon/iltihaplanma ne kadar yoğun, ağır ve hızlı ise yaşlılık sorunları o kadar erken gelişiyor, hızlı ve ağır seyrediyor. Hemen belirtelim ki buradaki iltihap, mikroplarla ilişkili iltihaptan farklı bir “dokusal yangı” süreci. Bu yangını genelde biz çıkarıyoruz. Biz çıkarmasak bile bilmeyerek “yangına körükle giden” bir durum yaratarak (yani bazı günahları sık sık işleyerek, örneğin aşırı şeker, un, asidik gıdalar, kötü yağlar, aşırı omega-6 tüketerek) yangını büyütüyoruz.
Kısacası 500 yıl önce ünlü bir İtalyan papazın yazdığı gibi bazılarımız adeta “mezarlarımızı dişlerimizle kazıyoruz”
İLTİHAP NE YAPIYOR?
Yaşımız ilerledikçe sinir sistemimizdeki zayıflamanın, nöronlar arası bağlantılardaki azalmaların, hızlanan kas kayıplarının, eklemlerdeki yangısal ağrıların ve daha pek çok şeyin iltihapsal süreç ve bunlara verilen hücresel yanıtlarla ilişkili karmaşık bir problemden kaynakladığı anlaşılıyor. Bu süreçlerin yaşlanmamızı hızlandırdığı, kötü ve hastalıklı yaşlanmaya katkı yaptığı anlaşılıyor ve bütün bunlar dikkate alınırsa sağlıklı bir yaşlanmanın beslenme ve aktivite ile birebir ilişkili olduğunu söyleyebiliriz.
NE YAPMALI?
Bu bilgilerden çıkarılacak derse gelince: Yaşlandıkça daha az kalori tüketmeli (az yemeli), yükte hafif pahada ağır -kalorisi az, yağı az, şekeri az, vitamini, minerali, antioksidanı, posası bol- yiyeceklerle beslenmeliyiz.
Beyin/bellek ve göz sağlığı söz konusu olduğunda DHA ön plana geçiyor. Damar sağlığı, pıhtılaşma sistemi ve kalp sağlığı söz konusu olunca da EPA favori gösteriliyor.
DHA ve EPA, omega-3 yağ asitlerinin kısaltılmış isimleri. Birinin “Docosa Hexaenoic Acid”, diğerinin “Eicosa Pentaenoic Acid” şeklinde oldukça uzun ve telaffuzu zor isimleri var.
Pratikte bu kısaltmalarla tanınıyorlar. Her ikisi de son derece önemli mucize maddeler.
Beyin/bellek ve göz sağlığı söz konusu olduğunda DHA ön plana geçiyor. Damar sağlığı, pıhtılaşma sistemi ve kalp sağlığı söz konusu olunca da EPA favori gösteriliyor.
Bedenlerimiz (hücrelerimiz) bunların ikisini de üretemiyor.
Onları ya hazır olarak kazanmak zorundayız –ki hazır şekilleri sadece hayvansal gıdalarda bulunuyor, balıkla, süt ürünü, et ve yumurtayla kazanılıyor- ya da bitkisel omega-3 olarak da bildiğimiz Alfa Linoleik Asit (ALA) den zengin bazı bitkisel gıdaları bol ve sık -keten tohumu, ceviz, semizotu, yeşil yapraklı sebzeler- yememiz lazım. Bitkisel omega-3 olan ALA’yı karaciğerlerimiz EPA ve DHA’ya çeviriyor. Ama yine de en iyisi EPA ve DHA’yı hayvansal besinlerle kazanmak.
GIDALARDA İKİSİ DE VAR
Bedenimizde ihtiyacımız kadar DHA ve EPA bulundurmanın yolu bu ikiliden zengin besinleri -yağlı balıkları, yumurtayı- yeteri kadar yemekten, ALA zengini bitkisel ürünleri -özellikle cevizi, keten tohumunu- bol ve sık tüketmekten geçiyor.
Bu terimi, ortopedistler “omuz hareketlerinin kısıtlandığı, omuz kapsülünün sertleşip daraldığı” durumlarda kullanıyor.
Her eklemin marifeti farklıdır ama omuz eklemlerimizin yaptığı işi gerçekleştirebilecek başka bir eklem yok. Dahası bu kadar farklı hareketleri yapabilecek herhangi bir mekanik cihazı geliştirmek de bugüne kadar henüz mümkün olmadı.
İşte bu nedenle omuz eklemlerine çok iyi bakmak, sorun çıktığında mümkün olduğu kadar hızlı çözümler aramak çok ama çok önemli.
Zaten bu nedenle de ortopedi uzmanlarının bir kısmı sadece omuz sorunlarının tedavisi ile ilgililer.
Çözümü uzayan, sürüncemede kalan omuz sorunlarında bu uzmanların fikirlerini almakta fayda var.
Ben aslında konuyu son yıllarda sık görmeye başladığımız bir omuz sorununa getirmek istiyorum:
DONUK OMUZ NEDEN OLUYOR?
Donuk omuz denince aklınıza soğuk hava koşulları nedeniyle karda, buzda kalma sonucu omuzların donması gelmesin, bu terimi ortopedistler “omuz hareketlerinin kısıtlandığı, omuz kapsülünün sertleşip daraldığı” durumlarda kullanıyor.
Ve sizde insülin direnci olup olmadığını anlamanız için, hayli basit bir yol da var..
Bir mezura bulun ve yazımızı okuyun yeter...
Şeker hastalığı ‘dalga dalga yayılıyor!’. Hasta sayısı bizde de artıyor. Önlem alınmaz ise, 10-15 yıl sonra belki de her beş yetişkinden biri şeker hastası olacak! Peki ne oldu da daha 30-40 yıl önce sıklığı %3’leri bulmayan rakamlar daha şimdiden %15’lere dayandı? Bir şeker hastalığı salgını durumu mu var? Bu sorulara rahatlıkla ‘evet’ yanıtı verebilirim. Eğer ‘şeker/beyaz un/nişasta tutkumuzu’ kontrol altına alamaz, ‘miskinlik /hareketsizlik/tembellik probleminin’ önüne geçemezsek sorun daha da büyüyecek. Şekerlerimiz yükselecek, pankreaslarımız daha çok insülin üretecek, kullanamadığımız insüline oluşan direnç bizi önce ‘şeker hastalığı adayı’-, sonra da ‘şeker hastası’ yapacak. Nedenine gelince...
NE OLUYOR?
İnsülin direnci sebebiyle hücreye giremeyen bu madde damarlarımızda birikiyor, kullanılamayınca da (şekerle beraber) damarlarımızda ‘serseri bomba’ gibi dolaşıyor. İnsülin ‘açlık hormonu’ da olduğu için, o yükseldikçe, biz ‘acıkma atakları, tatlı krizleri, börek, makarna nöbetleri’, ‘buzdolabı ziyaretleri’ yapıyor, geceleri ‘mutfaktaki yemek hırsızı tripleri’ geliştirmeye başlıyoruz. Kısacası insülin direnci son derece tehlikeli yolun başlangıç noktası. O tehlikeli yolda bizi bekleyen daha birçok ‘tuzak’ var. Bunlardan ilki yemeklerden sonraki kan şekeri düşmeleri, yani ‘hipoglisemi atakları!’. Tıp dilinde ‘reaktif hipoglisemi’ diye adlandırdığımız yemek sonrası şeker düşmeleri de diyabete giden yolun ilk adımlarından başka bir şey değil. Biz bu ‘tatlı hayat’ın rehavetine kapılıp göbeklerimizi genişlettikçe, yemeklerden sonra uyuklamaya başlamamız (en azından azıcık –tabirimi hoşgörün- aptallaşmaya başlamamız), işe güce konsantre olamamamız, unutkan birileri olmamız sürpriz olmamalı. Yemek sonraları yaşadığımız terlemelerin, sinirlilik ya da yorgunluk/bitkinlik nöbetlerinin, frenleyemediğimiz buzdolabı ziyaretlerinin nedeni de aynı şey. Yani işimiz zamanla daha bir zorlaşıyor, açlığa tahammül gösteremeyen, aç kaldığında çok hızlı –neredeyse çiğnemeden yutan- yiyen, masada ne varsa silip süpüren, sinirli, keyifsiz, kavgacı, tatsız, tuzsuz biri haline de gelebiliyoruz. Tatlı tutkumuzun tavan yapması, açlık krizlerinin günde 3-5 defa kapımızı çalmaya başlaması ise bu gelişmelerin doğal bir sonucu.
NEDEN OLUYOR?
Kısacası insülin direnci ile gizli şeker aynı şeyler değil ama bizi önce gizli şekere, sonra da şeker hastalığına götüren yolun taşlarını bu direnç, yemek sonrası yaşadığımız ‘canım yine tatlı bir şeyler çekiyor!’ tripleri, yakında kapımızı çalacak diyabetin habercileri. Tatlı yemek hepimizi mutlu ediyor. Birkaç dilim baklava, kaymaklı ekmek kadayıfı, nefis bir kazandibi ya da muhallebiye kimse hayır diyemiyor ama bu isteğin sıklaşması, insülin patlamalarının habercisi de olabiliyor. Sağlıklı biriyseniz ve tadında bırakabilmeyi başarıyorsanız tabiî ki siz de tatlı yiyebilirsiniz ama işin ‘tatlı’ durumundan ‘tutku’ durumuna dönüştüğünü hissederseniz, lütfen dikkatli olun. Ertesi günü kahvaltı yapmadan, aç karnına bir laboratuara gidip kan şekerinizi ölçtürün. Sadece açlık şekerinizi değil, mutlaka tokluk şekerinizi de kontrol ettirin ve lütfen açlık ve tokluk insülinlerinize, en azından açlık insülininize baktırmayı da ihmal etmeyin.
NE YAPMALI?
Aşırı yorgunluk ve uykusuzluğun, gece boyunca atlatılan uyku apnelerinin gözaltında morluk yapabileceği doğru ama sorun sadece bunlarla sınırlı değil. Alerjik yapılanmanın, sinüzit benzeri hastalıkların, kötü beslenmenin de etkisi olabiliyor.
Bazı ailelerde genetik eğilim de söz konusu. Cilde rengini veren melanin maddesi göz çevresinde fazlaca üretilebiliyor. Ayrıca ailevi nedenlerle kan damarları cildin hemen altından geçtiğinde de benzer görünüm oluşabiliyor.
Çok sigara, alkol kullanmak, doğum kontrol hapları ve tabiî ki yaşlanmak da morlukları kolaylaştıran nedenler. Uzmanlar K vitamini içeren kremlerin biraz fayda sağlayabileceğini söylüyorlarsa da bu kremlerden de arzu edilen sonucu almak maalesef pek kolay değil. Yani şimdilik elimizde gözaltı morluklarını ortadan kaldıracak etkili kremlere ya da serumlara sahip değiliz.
GÖZALTI TORBALARI NASIL OLUŞUYOR?
Gözaltı torbaları da aslında benzer nedenlerle oluşuyor. Gözleri aşırı ovmanın ya da kaşımanın, uyku, yorgunluk ve stresin ve genelde vücutta su, tuz birikiminin gözaltı torbalarını kolaylaştırdığını biliyoruz. Ayrıca böbrek hastalıklarının, tiroid problemlerinin, genel alerjik sorunların da bu torbalara yol açması mümkün.
Torbaları azaltmanın en etkili yolu basit cerrahi girişimler. Bu konuda uzmanlaşmış göz hastalıkları veya plastik cerrahi doktorları ile konuşulabilir.
Sabahları tatbik edilecek buz kompresleri, soğutulmuş ıslak yeşil çay poşetleri, hatta haftada 1-2 kez sürülen hemoroid kremleri (yanlış okumadınız, hemoroid kremleri de etkili. Çünkü içinde Centenella asciatica isimli büzücü ve doku tamir edici bir bitkisel öz var. Ama sakın haftada 2’den daha sık sürmeyiniz, alerji yapabileceğinden bir dermatoloji uzmanı ile görüşmeden kullanmayınız) de iyi sonuç verebiliyor. Ama yukarıda da belirttiğim gibi çok etkili olabilecek bir krem ya da seruma sahip değiliz.
Kafeinin ne kadarına izin var