Gürültülü ortamlarda farkına varmadan -ister istemez- bağırarak ya da yüksek ses tonuyla konuşmak zorunda kalıyorsunuz, konuşurken sesinizde ani yükselmeler yapmanız hatta bağırıp çağırmanız gerekebiliyor. Böyle ortamların maalesef genellikle sigara içilen, havası temiz olmayan, ses tellerini tahriş edecek düzeyde hava kirliliği içeren yerler olması da önemli.
Reflü sorununa gelince... Reflüden yakınanların sayısı arttıkça ses kısıklığından şikâyet edenler çoğalıyor. Hızlı yemek yemek, acı, ekşi, baharatlı yiyeceklere ağırlık vermek, portakal, domates gibi asit yükü fazla sebze ve meyveleri sık tüketmek, gece atıştırmalarına başlamak ve akşam yemeklerini geç saate bırakmak reflüye, reflü nedeniyle yemek borusunu tahriş eden asit muhtevalı mide sıvısı da ses kısıklığına neden oluyor.
Ses kısıklığınız varsa sık sık su için. İçtiğiniz su ne çok sıcak ne de çok soğuk olsun. Uzmanlara göre ses tellerini nemlendirmek, ses kısıklığının en etkin ilacı gibi görünüyor. Sigara içmemek, stresten uzak durmak ve lüzumsuz ilaç kullanımından kaçınmak da önemli.
Gerekli olmadıkça yüksek sesle konuşmamaya, bağırıp çağırmak yerine sakin ve daha düşük bir tonda konuşmaya özen göstermek de unutulmamalı.
Bu arada ses kısıklığının virüs hastalıkları ve bunlara bağlı larenjitler nedeniyle de ortaya çıkabileceği hatırlanmalı, uzun süre devam eden ses kısıklıklarının arkasında ses tellerinde bir nodül ya da kanser oluşumunun yatabileceği akıldan çıkarılmamalı.
Haşimoto nasıl teşhis ediliyor?
Haşimoto hastalığı, sık rastlanan tiroid sorunlarından biri. Guatra yol açıyor, tiroid fonksiyonlarını yetersiz hale getirerek tiroid yetmezliğine, seyrek olarak da aşırı hormon üretimine yol açarak hipertiroidiye neden olabiliyor.
Hint ve Tayland mutfağının kadim baharatlarından biri olan garcinia cambogia da bunlardan biri.
Birkaç gün evvel ofisimde yıllık sağlık kontrollerini yaptığım orta yaşlı beyefendi bana şu soruyu yöneltti: “Hocam ABD’de yayınlanan bir TV programında -Dr. Öz Show- garcinia cambogia isimli bitkinin mucize bir zayıflatıcı olduğu anlatılmış, doğru mu?” Sonra da şunu ekledi: “Elektronik postama sabah düşen mesajda bu bitkinin haplarının Türkiye’de de bulunabildiği yazılmış, ben de bu hapları kullanayım mı?” Ona değerli meslektaşım Dr. Mehmet Öz’ün böyle bir tavsiyede bulunabileceğini hiç sanmadığımı söyledikten sonra şunları anlattım...
Uzak Doğu’da, yüzyıllardır tanınan ve çeşitli amaçlar için kullanılan bazı bitkiler son zamanlarda Batı dünyasında -giderek artan- fazla kilolardan kurtuluşun müjdecisi gibi sunuluyor. Hint ve Tayland mutfağının kadim baharatlarından biri olan garcinia cambogia da bunlardan biri. Bitkinin meyveleri Hydroxycitric Acid (HCA) isimli maddeyi içeriyor. Aslında HCA, narenciyede de bulunan “sitrik asit”in bir türevidir.
NE YAPIYOR?Karaciğer ve kaslarda depolanan glikojen hızlı etkili bir enerji kaynağıdır. ATP-citrate lyase adlı enzim besinlerdeki şekeri ve nişastayı yağ olarak depolamamıza yardımcı olur. İşte garcinia cambogia’nın içerdiği HCA, ATP-citrate lyase’ı durdurarak şekerin depolanmasını azaltır.
Laboratuvar çalışmalarında, HCA’in, “ATP-citrate lyase” ın etkinliğini azaltıp yiyeceklerle alınan şekerin yağ olarak depolanmasını engellediği saptanmıştır. Hal böyle olunca, HCA zengini garcinia cambogia kilo sorununda para kazanmak isteyenler tarafından -vitamin üreticileri- kilo yönetiminde yer alan -ve mucizeler yaratması beklenen- besin destekleri listesine eklenmiştir.
Bu “baştan çıkarıcı” savlara karşın, yapılan çalışmaların önemli bir bölümü tıbbi otoriteler tarafından bilimsel olarak yeterli görülmüyor. Çünkü insanda yağ depolanması son derece karmaşık bir işlem ve yalnızca şekerlere bağlı basit bir süreç değil. Ayrıca, çift kör insan deneylerinde deneklerin kullandıkları garcinia cambogia içeren besin desteklerinin birer “kokteyl” olduğu ve olası etkin dozların çok altında kaldığı bildiriliyor.
Yaşasın Hayat’ın okuyucuları çok iyi bilirler ki, bizim sağlık yaklaşımımız en az yiyip içtiklerimiz kadar aktivitenin de önemini vurgular. Çünkü aktif bir hayat sürmeden, düzenli egzersiz alışkanlığını hayatımızın bir parçası haline getirmeden ne güzel bir uyku uyumamız, ne kolesterolümüzü, şekerimizi, tansiyonumuzu kontrol altına almamız ne de sağlıklı bir kilo aralığında kalabilmemiz mümkün. İnsan bedeni hareket etmek, en azından aktif bir hayat sürmek üzere tasarlanmış, ne yapıp etmeli onu harekete geçirmeliyiz.
Yeni bir çalışma, sadece aktif bir hayatın değil, ayakta kalmanın bile bize miskinlik yapmaktan –yan gelip yatmaktan- daha fazla sağlık avantajı sağladığını gösterdi. Sadece yatmanın değil, oturarak çalışmanın da ayakta kalmaya oranla dezavantajları var.
İngiltere’de yapılan bu son çalışmanın neticelerine bakılırsa ayakta geçirdiğiniz süre arttıkça da şekeriniz daha kolay ayarlanıyor, kalbiniz daha iyi çalışıyor, vücudunuz oturur ya da yatarkenkinden daha çok kalori yakıyor.
Yani hiç hareket etmeden ayakta durduğunuzda bile oturur ya da yatar pozisyona göre üç beş kat kalori yakma imkânınız var.
Ünlü tıp dergisi Lanset’te yayınlanan araştırmaya bakılırsa sadece işyerinizde günde 3-4 saatinizi ayakta geçirmeniz, size neredeyse yılda 10 maraton koşmuş kadar avantaj
sağlıyor.
Tatiline baştan ve sondan ikişer gün ekleyenler için bayram, oldukça uzun bir dinlenme süreci oldu. Çoğumuz yine seyahatteydik. Kimimiz “memlekete”, ebeveyn, kardeş ziyaretine ya da akrabalarının yanına gitti. Doğduğu topraklarla, soluduğu hava, içtiği suyla hasret giderdi.Bu arada memleket yemekleri ve kurbanlık kavurmaları derken, biraz ölçüsüz ve dikkatsiz yenildi, içildi.
Kimimiz de Antalya, Kıbrıs veya yurtdışındaki gözde tatil beldelerinden birine gitti.
Bu tür tatili de tercih edenlerin kimi “barbekü-bira”yı, kimi “kruvasan ve çörekleri”, kimi de “şeftali kebabı”nı abarttı!
Kısacası, dikkatli davrananlarımızın bile en azından kahvaltıyı ölçüsüz yaptığı, atıştırmalıkları abarttığı bir hafta oldu.
Fazla yeme içme keyfinin faturasını ise bedenimiz ödedi: Çoğumuz yağ depoladı.
NE YAPMALI?
Peki, tatilde alınan bu bir-iki kilo fazlalık nasıl verilecek?
İNGİLTERE’de yapılan yeni bir çalışmanın sonuçları Alzheimer hastaları için yeni bir umut oldu. Araştırma merkezi bu son derece can sıkıcı hastalığın tedavisinde kullanılabilecek yeni ve etkin bir molekül bulduğunu duyurdu. Gerçi bu yeni molekülün ilaç haline gelmesi için hastaların en az beş yıl daha beklemesi gerekiyordu ama haber yine de son yıllarda iyice umutsuz hale gelen Alzheimer hastaları ve aileleri için umut ışığı oldu. Belleğimizi kaybetmek bir yana, onun zayıflamasından bile korkarız. Çok iyi biliriz ki o, sahip olduğumuz en değerli hazinelerden biridir. Onu kaybetmek ise korkularımızın ilk sıralarında yer alır. Çünkü bellek kaybı sadece gözlüğümüzü, anahtarımızı sık sık bir yerlerde unutmamız anlamına gelmez. Özellikle yaşa bağlı bellek kaybının çok farklı ve ürkütücü anlamları vardır. Bunların hepsi doğru ama emin olunuz ki sorun korktuğunuz kadar büyük değil...
İYİ HABER...
İyi haber şu: Biz yaşlandıkça beynimiz de yaşlanmanın doğal etkilerinden tabiî ki nasibini alıyor. Nasıl ki yaşlandıkça kulaklarımız eskisi kadar iyi işitmiyor, gözlerimiz eskisi kadar iyi görmüyor, kalbimiz eskisi kadar iyi vurmuyorsa, beynimiz de eskisi kadar iyi hatırlayamıyor. Konsantre olmada, anlamada, anladığı ve öğrendiği şeyleri depolama, işleme ve kaydetme ve sonra da yeniden geri çağırmada bazı zorluklar yaşıyor. Bunu basitçe “yaşlandıkça yüzünüzün kırışması” gibi de düşünebilirsiniz. Çünkü beynimiz de biz yaşlandıkça –özellikle bazı tedbirleri erken dönemde almadığımız takdirde- buruşmaya ve kırışmaya (!) başlıyor. Yaşlılığın beynimiz üzerindeki etkilerini 50-60 yaş döneminde fark etmeye başlıyoruz. Bu yaş kuşağına girdiğimizde eskisinden daha dalgın, unutkan birileri haline geliyoruz. Ama yine de bunlar ufak tefek –ve bazen de gülünç- teklemeler dışında sorun yaratmıyor ve bu konuda da bir şeyler yapmamız mümkün. Ama biz yapmamız gerekenlerden çok yapmamamız gereken şeyleri yapıyoruz.
YANLIŞ İŞLER
Bellek kapasitemizi riske eden, onu daha kolay yaşlandıran hataları ise çoğu zaman –bilerek ya da bilmeyerek- biz davet ediyoruz. Çünkü çoğumuz hala zinde bir beynin, zinde bir vücutta olacağının farkında değiliz. Sigaranın, alkolün, uykusuzluğun, stresin, fazla kiloların, hareketsiz bir hayatın, hipertansiyonun, şeker ve kolesterol fazlalığının, tiroid yetmezliğinin, tıkayıcı uyku apnelerinin rast gele yuttuğumuz bazı hapların beynimizin canına okuyabileceğini bilmiyoruz. “Güçlü bir bellek için neler yemeli?” dendi mi hepimiz pür dikkat kesiliyoruz ama bu konunun konuşulduğu televizyon programlarını sigara içerek, gazete yazılarını alkolümüzü yudumlayarak izliyor, okuyoruz. Kısacası pek çok sağlık sorununda olduğu gibi bellek problemlerini de aslında –hem de bazen neredeyse kırmızı mumlu davetiyelerle- biz davet ediyoruz. Tabiî ki Alzheimer hastalığını önlemek en azından şimdilik mümkün değil ama pek çok çalışmada net ve açık olarak gösterildi ki kilo fazlalığı sorunu olanlarda bu hastalığa yakalanma ihtimali daha fazla. Yine pek çok çalışmada gösterildi ki gizli şekeri olanların bellek problemlerine yakalanma ihtimalleri çok daha yüksek. Hareketsiz bir hayat, uykusuzluk, tansiyon, alkolün beyin hücrelerinin canına okuduğunu gösteren bilimsel verilerin sayısı ise binleri geçti! Ama biz hala aynı yanlışları dönüp dönüp yapmaya, işin çözümünü de sadece yiyecek içeceklerde aramaya devam ediyoruz.
NE YAPMALI?
Şunu hiç unutmayalım: Hayatımızı iyi yönetemediğimiz, sağlığımıza gereken özeni göstermediğimizde bundan bir şekilde belleğimiz de etkilenecektir. “Optimum bellek optimum sağlıkla” birebir ilişkilidir. Beynin zinde kalması demek bedenin de zinde kalması demektir. Her gün biraz daha büyüyen göbeğinizi dikkate almayıp sigara-alkol içmeye devam ederken, diğer taraftan omega-3’ten zengin beslenip ginkgo hapları yutmanın belleğimize ciddi bir faydası olmaz. Eğer güçlü bir belleğim olsun istiyorsanız hayatınızı yeniden gözden geçirin. Alkole dikkat edip sigarayı bırakın. Uykunuza özen gösterin. Tembelliği bırakıp daha çok hareket edin. Hayata daha çok bağlanmanın, stresi daha iyi yönetmenin, her şeyi kafanıza takmamanın, dert haline getirmemenin yollarını öğrenin. Daha çok okuyun. Araştırın, inceleyin, dolaşın, görün, gezin, öğrenin. Olabildiğince iyimser bir duygusal yapılanma geliştirin. Manevi yanlarınızı güçlendirin. Tabiî ki daha iyi ve doğru beslenmeye de gayret edin. Ancak bunları bir bütün olarak yaptığınız ve sürdürdüğünüzde belleğinize ve beyninize karşı gereken görevleri yerine getirmiş olacaksınız. Unutmayın ki bir şeyi “hatırlamak” öncelikle o şeyi “edinmek”ten geçiyor ama bunu başarabilmek de sağlığa her şeyden daha fazla dikkat etmeyi gerektiriyor, beyne sadece “omega-3” desteği yetmiyor.
Beyin hücreleri yaşla azalmaz
Bedenimiz, hareket etmek üzere tasarlanmış bir cihaz gibidir. Bu cihazı sağlıklı, güçlü ve dengeli tutabilmenin yolu ise aktif –hareketli- bir hayat sürmektir. Bedensel aktivitelerin anası, her türlü egzersizin en etkilisi ve en ucuzu, yürüyüştür.
Bedenimizin yürüyüş kadar mutlu olduğu, fayda bulduğu, mekanik, metabolik ve psikolojik olarak kendini iyi hissettiği başka bir egzersiz yoktur.
Bu nedenle daha aktif bir hayatı hedeflerken ilk amacınız “daha çok yürümek” olsun. Daha çok adım atmaya, adım sayınızı olabildiğince çoğaltmaya çalışın.
HER GÜN 30 DAKİKA
Altın standart, her gün ortalama 30 dakika kadar tempolu yürümektir. Adım olarak da hedefiniz günde en az 5000, ortalamada ise 7500 “adım atmak” olmalıdır.
Protein yoğunluğu yüksek, özellikle hayvansal proteinlerden zengin beslenenlerin gut hastalığına yakalanma olasılığı yüksektir.
Bayramlar, birlik ve dirlik için olduğu kadar bedensel ve ruhsal sağlığımız için de çok önemli zamanlardır. Ne var ki bu keyifli günler “kavurma-kebap-mangal partileri” derken gündelik ve bildik rutinden çıkıp yüksek kalorili ve bol proteinli beslenmemize sebep olarak tatili birkaç kilo fazla kapatmamıza neden olabiliyor.
Kurban Bayramı’nın, kırmızı et ve sakatat tüketiminin arttığı protein zengini sofraları karşısında biz hekimlerin ilk aklına gelen sağlık sorunu ise gut hastalığı oluyor.
Bugün “gut hastalığı” üzerinde biraz durmak istiyorum.
ZENGİN HASTALIĞI MI?
Eğer bir gece şiddetli bir ayak ağrısı ile uyanır, ağrının şiş ve kızarmış ayak başparmağı ekleminizden kaynaklandığını fark ederseniz muhtemelen bir “akut gut artriti” atağı ile baş başasınız demektir.
Gut artriti, eklemlerde ürik asit kristallerinin yerleşip depolanması sonucu oluşan bir eklem hastalığıdır. Orta yaşlı, fazla kilolu, protein yoğunluğu yüksek, özellikle hayvansal proteinlerden zengin beslenip alkolü de fazlaca tüketenlerin, diyabet, hipertansiyon, hiperkolesterolemi gibi metabolik sorunu yoğun aile geçmişi bulunanların bu hastalığa yakalanma olasılığı daha yüksektir.
Kırmızı et “faydalı mı zararlı mı, sağlıklı mı sağlıksız mı” tartışmaları ise yıllardır sürmeye devam ediyor.
Uzmanların bazıları “kırmızı et her derde devadır, yemeklerde 3-4 parça pirzola bedene şifadır, her gün et yemek faydalıdır” derken, diğerleri “aşırı kırmızı et tüketmek sağlığa zararlıdır, kansere, kalp hastalığına davetiye çıkarır” uyarısı yapıyor.
Yeni bir çalışma karışıklığı daha da artırdı. Harvard’lı uzmanlara bakılırsa pek çok besin gibi etin de azı karar, çoğu zarar! Kırmızı et faydalı, hatta vazgeçilmez bir besin ama gereğinden fazla tüketildiğinde ömrü bile kısaltıyor!
Uzmanlar bu konuda bazı ürkütücü rakamlar veriyor, “Fazladan yiyeceğiniz her 85 gr kırmızı et ömrünüzü yüzde 13 oranında kısaltır!” diyorlar. Ardından şunları ekliyorlar: “Kırmızı eti gereğinden çok yediğinizde damar tıkanıklığı riskiniz artmakta, damarlarınız daha erken sertleşip kalınlaşmakta, kalp krizi riskiniz beklenenden daha çok olmakta. Dahası aşırı kırmız et zannedildiğinin tam aksine cinselliğinizi de olumsuz yönde etkilemekte.” Kısacası tam bir “altı sakal, üstü bıyık” durumu var.
Yediğiniz etin cinsi, pişirilme biçimi ve hazırlanışı da sağlığa doğrudan etki ediyor. Mesela hormon ve antibiyotiklerden daha az etkilendiği için “kuzu eti ve yaban hayvanı etleri” tavsiye ediliyor. Kömürde pişirilen, ateşle doğrudan temas eden kırmızı etler için daha ciddi uyarılar var. Bu etlerde kanserojen maddelerin fazlaca bulunabileceği uyarısı yapılıyor.
NE YAPMALI?Bana göre (şimdilik) yapmanız gereken şeyler şunlar olmalı: Kırmızı etten vazgeçemeyelim ama sosis, pastırma, sucuk ve benzeri işlenmiş kırmızı et ürünlerini, fast food kırmızı etleri mutfağa bile sokmayalım. Pek sevdiğimiz ateşte ızgara kebap şeklinde kırmızı et tüketimini mümkün olduğu kadar sınırlayalım. Olabildiği ölçüde “tanıdık, bildik kasaplardan, kaynağı belirli yerlerden” kırmızı et tüketmeye çalışalım.