Hafta başında üç gün üst üste Hürriyet’te kolesterol sorununu enine boyuna tartıştık, problemin dâhiliye/metabolizma ve kardiyoloji alanındaki sonuçlarını gözden geçirdik.
Yüksek kolesterolün en önemli etkileri damarlar üzerinde oluyor, en çok da kalp damarları etkileniyor. İşte bu nedenle sorunun bir de cerrah gözüyle değerlendirilmesinde fayda var diye düşünüyorum.
Türkiye’nin en çok bypass cerrahisi uygulayan kalp cerrahlarından olan sevgili Bingür hocamız (Prof. Dr. Bingür Sönmez) bakın kolesterol konusunda neler anlatıyor...
SINIRLARI ZORLAMAYIN
“Benim şekerim var, benim tansiyonum var, benim kolesterolüm var... Ama hayatta kalabilmek için herkesin kanında belirlenmiş sınırlar içinde (60-100mg) şeker bulunmak zorunda, herkesin hayatını devam ettirebilmek için alt sınırı ve üst sınırı belirlenmiş (120/80 mmHg) bir tansiyonu olmak zorunda olduğu gibi, kanımızda belirlenmiş sınırlar içinde (Total Kolesterol 200mg, LDL 100mg) kolesterol de bulunmak zorundadır.
Bir hastamızın kan şekerini, yüksek tansiyonunu tedavi ederken nasıl ki amacımız bu değerleri sıfırlamak değilse, kanımızda bulunan kolesterol yüksekliğini de hiçbir zaman sıfırlamak gibi bir tartışma içinde olamayız.
Eğer deodorant etiketinde metil, etil, propil, benzil, butil yazılıysa o ürünü almayın.
Kötü kokular yaymak doğada bir savunma mekanizması olarak iş görebilir. Kokarcalar düşmanlarını salgıladıkları kötü kokularla bezdirirler. Biz insanlar da doğanın bir parçasıyız ve kötü kokular bize de çok itici gelir.
Kötü kokan şeylerden uzaklaşmaya, kötü koku yayan kaynağı gidermeye hatta olmaması için önlem almaya bakarız. Bir liste yapsak sanırım ter kokusu ilk sıralarda yer alır. Ne kendimiz ter kokmak isteriz ne de başkasının ter kokusunu çekmek! Bunun için deodorantları ve anti-perspirantları keşfettik.
10 yıldan uzun süredir deodorantlarla meme kanserleri arasında bir bağlantı kurulmaya çalışılıyor. Koltuk altında kullanılan bazı ürünlerin içerdiği paraben maddesinin, sık kullanılması halinde göğüs kanserine neden olabileceği açıklandı.
Deodorantların içeriklerinde kanserojen etkili maddelerden amonyak, formaldehit, quaternium-18, koku amaçlı BHT ve BHA, renklendirme amaçlı FDC blue-1, FDC yellow-5, FDC green-3, DC red-33, DC green-5, FD Cred-4, FDC yellow-6 maddeleri de bulunabiliyor.
Cildimize doğrudan uyguladığımız bazı ürünler, geçirgenliğin yüksek olması nedeni ile doğrudan vücudumuza girip kılcal damarlarımız yoluyla kan dolaşımına katılabilir. Eğer toksik ve kanserojen bir madde içeriyorsa vücudumuza bu zararlı maddeleri de almış oluruz. Özellikle koku verme amacıyla eklenen metilen klorid, toluen, metil etil keton, etilen glikol gibi değişik toksik kimyasallardan uzak durmak gerekir.
Hayatınız, yani kalbiniz aslında sizin elinizde. Kalbinizin sağlığı da, hayatınızı ve onu nasıl yönettiğinizle yakından, birebir ilişkili. Peki kalbinizi korumak için, kolesterol dışında nelere dikkat etmelisiniz? İşte yanıtları...
KALP damar hastalığı ülkemizin en önemli sağlık sorunlarından biridir. Her yıl binlerce insanımızı bu hastalık nedeniyle kaybediyoruz. Kimi kalp kriziyle ani ölümle hayata veda ederken, kimi yıllarca kalp yetmezliği, kalp ritim bozukluğu ile uğraşıp duruyor. Sorunun yol açtığı ekonomik kaybın da milyarlarca lirayı bulduğundan emin olabilirsiniz.
Oysa pek çok hastalık gibi kalp hastalıkları da öyle durup dururken gelmiyor. Genetik faktörlerin de etkisi % 20’leri geçmiyor. Genetik riskinizi de, iyi beslenip aktif bir hayat sürerek sıfırlamanız mümkün olabiliyor. Özetle, genelde biz kalp damar hastalıklarını, adeta kırmızı mumlu davetiyelerle çağırıyoruz. Mesela kan şekerimizi kontrol ettirmiyoruz. Gizli veya açık şekerimizin olup olmadığını, insülin direncimizin bulunup bulunmadığını bilmiyoruz. Oysa bunlar bilinen en etkin kalp hastalığı nedenleri. Köşedeki eczaneye veya sağlık ocağına gidip tansiyonumuzu ölçtürmüyoruz. Oysa kontrol edilmemiş hipertansiyon kalp damar hastalıklarının en önemli hazırlayıcılarından biri. Kilo sorunumuza çözüm aramıyoruz. Oysa göbeğimiz büyüyüp belimiz genişledikçe kalbimiz yük altına giriyor. Sigaranın en önemli kalp düşmanı olduğunu bilsek de bazen “atın ölümü arpadan olsun” diyerek, bazen de “ben bu illetten bir türlü kurtulamıyorum” çaresizliğine sığınarak içmeye devam ediyoruz. Kolesterol sorunu da önemli. Bütün bu faktörlerin birkaçının aynı anda mevcudiyetinde ise risk kat be kat artıyor. Şekeriniz var veya insülin direnciniz mevcutsa kalp damar hastası olma ihtimaliniz 1 derece yükseliyorsa, buna kolesterol sorunu da eklendiğinde aynı olasılık 101’e çıkabiliyor. Sigara içen, tansiyonu yüksek olan biriyseniz kolesterol yüksekliği sizde sürecin başlama vuruşunu yapan problem haline gelebiliyor.
KALBİNİZ SİZE EMANETKısacası hayatınız, yani kalbiniz aslında sizin elinizde. Onu nasıl yönettiğinizle yakından, birebir ilişkili. Eğer “bana bir şey olmaz” demez kilonuza, şekerinize, tansiyonunuza ve kolesterol yüksekliğinize dikkat edebilirseniz... Stresten, uykusuzluktan, öfkeden, depresyondan, tembellikten, kilo sorunundan uzak bir hayat sürmeyi başarabilirseniz... Hayatınızın daha keyifli, kalbinizin daha mutlu, beyninizin daha huzurlu, ömrünüzün daha uzun olacağını garanti ederim.
Hayatın her alanında olduğu gibi kalp hastalıklarında da “değiştirilebilen” ve “değiştirilemeyen” riskler var. Erkekler kadınlardan daha sık kalp hastalığına yakalanıyorlar. Erkekseniz yapacağınız bir şey yok, bu değiştirilebilir bir faktör değil. Yaşınız ilerledikçe kalp damar hastası olma ihtimaliniz artıyor, yapılabilecek bir şey yok. Zamanı durduramaz, yaşlanmayı ortadan kaldıramazsınız. Ama genetik mirasınız dahil pek çok şeyi değiştirmek ve riski azaltmak elinizdedir. Tartıya çıkınca kilonuzun ne olacağına, tansiyonunuzu ölçtürdüğünüzde rakamın neyi göstereceğine, kan tahlilinde şeker, insülin değerlerinin, LDL, HDL kolesterol ve trigliserid, hs-CRP ölçülerinin karşısında hangi rakamların yazacağına siz karar veriyorsunuz. İyimser ya da kötümser biri olmak, stresli, öfkeli ya da sakin davranış kalıpları geliştirip geliştirmemek, eğer varsa depresyonu yenmek ya da yenmemek ve sağlık için değişmez hedef olan “her gün en az 5000 adım atmak zorundayız” kararına uyup uymamak da sizin elinizde.
Kimilerine göre kolesterol ‘ilaç sanayisinin para için uydurduğu’ bir sanal musibet. Kimi doktorlara göre ise, kolesterol fark edildiği anda başı ezilmesi gereken gerçek bir canavar... Peki hangisi haklı? Kolesterolü her yüksek çıkan ilaç kullanmalı mı? İşte yanıtları...
KOLESTEROL sorununun nasıl tedavi edileceği bir yana, problemin gerekip gerekmediğinin bile tartışmalı olduğu bir süreç yaşıyoruz. Bazı konuları tartışmak tabii ki faydalı. Her tartışmanın yeni ve farklı bakışlar ve doğrular getireceği ise asla şüphe götürmez. Ama üzülerek belirtelim ki konu kolesterol oldu mu “Her kafanda bir ses çıkıyor”, hatta affınıza sığınırım ama “ağzı olan konuşuyor” gibi bir durum gelişiyor. Peki, neden böyle? Neden pek çok konuda fikir birliği içinde olan tıp mensupları sıra kolesterole geldiğinde bu kadar ayrışıyor, hatta birbirlerini bu kadar acımasız eleştirebiliyorlar? Neden çoğu kişi bu ilaçları kullanmak istemiyor?
Bu soruların tamamının anlaşılabilir bir açıklamasının olduğunu söyleyemem. Bir grup doktor (ya da araştırmacı) diyor ki: “Kolesterol yüksekliği ilaç üreticilerinin gündeme getirdiği bir uydurmacadır. Kolesterol zararlı değil, faydalı bir maddedir. Yüksekse düşürülmesi filan gerekmez. Dahası düşürülmesi zarar bile verebilir. Bu gündemden kan analizleri yapan laboratuvarlar, kolesterol azaltıcı ilacı üreten ilaç firmaları her yıl milyarlarca dolar para kazanmaktadır. Doktorlar ise farkında olmadan bu süreçlere alet olmaktadır.”
Diğer bir grup ise “Kolesterol yüksekliği bir insanın başına gelebilecek en tehlikeli musibetlerden biridir. Kolesterol her görüldüğü yerde ezilmelidir. Orta derecedeki artışlarda bile tepesine binilmeli, o kişilere çocuk mu, genç mi, hasta mı, değil mi ayrımı yapılmadan ilaç verilmelidir!” diyor. Daha ileri gidenleri de var, bunlar da diyorlar ki: “Daha yirmili yaşlara varmadan kolesterolü, tansiyonu var mı bakmadan, önümüze gelen herkese bir hap yutturalım. O hapın içine bir miktar kolesterol düşürücü statin, bir miktar tansiyon düşürücü enalapil, bir miktar da kan sulandırıcı aspirin koyalım. Dolayısıyla herkesin kolesterolü azalsın, tansiyonu düşsün, kanı sulansın. Kalp krizleri, beyin felçleri ortadan kalksın. Tabii bu arada da bu tür ilaçları üretenlerin cüzdanları şişsin, banka hesapları kabarsın!” Peki, böyle bir uygulamayı yaptığınızda midesinde ülser, gastrit olanların aspirinle mideleri kanamayacak mı? Statine duyarlılığı olanların karaciğerleri, kasları hasar görmeyecek mi? Enalapile hassas olanların iç organları inlemeyecek mi? Cevap mı? Kocaman bir “sessizlik!”
PEKİ, NE OLDU?
Kısacası kolesterol tedavisinde durumlar çok ama çok karmaşık! Kim iyi, kim kötü niyetli, kim kimin düdüğünü çalıyor pek belli değil. Uzunca bir süre birileri ortaya çıkıp da “arkadaş bu sorununun arkasında kötü beslenme var, fast food gıda tüketimindeki artış var, kızartmalık yağlar var, margarinler var, trans yağlar var, kilo sorunu var, hatta şeker tüketimindeki, fruktoz bazlı şekerin tüketimindeki artış var, göbeklenme sorunu var, obezite problemi var, diyabet salgını var, hareketsizlik, tembellik var, mutfak kültürlerindeki gerileme, ev yapımı yemeklerdeki azalma, evlere gönderilen hazır paket yemeklerdeki artış var. Ortalama kişi başına 200 litreye yaklaşan şekerli, gazla, kolalı, meyve konsantreli içecek tüketimi var” demedi. Diyemedi veya demiyor demek aslında insafsızlık olur, “diyenler, sesini yükseltenler” elbette oldu, elbette var ama onların da sesi yeterince çıkmıyor.
AMERİKAN KALP CEMİYETİ NE DİYOR?KOLESTEROL MÜ, ŞEKER Mİ ÖNEMLİ?DİYET Mİ, İLAÇ MI DAHA ETKİLİ?EGZERSİZ İŞE YARIYOR MU?KOLESTEROLÜ EN ÇOK ARTTIRAN GIDALAR HANGİLERİ?KOLESTEROLÜ DENGELEYEN BESİNLER NELER?KARDİYOLOGLAR NE DİYOR?BESLENME UZMANLARI NE DÜŞÜNÜYOR?KİME İNANACAĞIZ?
Amerikan Kalp Cemiyeti’nin geçen hafta yayınladığı “yeni kolesterol raporu” “damar sertliği/kalp krizi-kolesterol yüksekliği” sorununu yine sağlık gündeminin ilk maddesi yapıverdi. Cemiyetin yayınladığı yeni “kolesterol takip planı”nın eleştirilebilecek pek çok yönü var. Üç gün sürecek bu yazı dizisinde kardiyologlar ve kalp damar cerrahlarının bu rapor hakkında ne düşündüklerini anlamaya çalışacağız, ben de düşüncelerimi aktarmaya gayret edeceğim. Tabii ki bu arada “kolesterol şifa mı ceza mı, faydalı mı, zararlı mı, in mi, cin mi, yüksekse azaltılmalı mı, yoksa hiç dokunulmamalı mı, kolesterol düşürücü ilaçlar ne zaman ve nasıl kullanılmalı?” gibi sorulara da yanıt arayacağız.
DAMAR sertliği en önemli ve yaygın sağlık sorunlarından biri. Elastik ve pırıl pırıl damarlarımızın duvarının sertleşip kalınlaşması, içlerinde “plak” adı verilen yabancı yapıların oluşması, pıhtı tıkaçlarının ya da pıhtılarda parçalanma ve kopmaların oluşması çok önemli konular ve bu plaklar ne eski taş plaklara ne de yakın yılların 45’liklerine hiç benzemiyor.
İŞTE DÖRTLÜ ÇETEDamarlarımızı daraltıp tıkayan plakların oluşmasına zemin hazırlayan “damar düşmanları”nın en başında kolesterol değil, sigara var. “Damar katilleri” sıralamasında ikinciliği kan şekeri yükselmelerine –insülin direnci, gizli diyabet ve şeker hastalığına- vermeli, üçüncülüğe hipertansiyonu, dördüncülüğe ise kolesterolü yerleştirmeliyiz. Sıralamada değişiklikler yapılabilir ama ne “tek/biricik” ne de “en önemli” risk faktörünün kolesterol yüksekliği olduğunu söylemek doğru olmaz. Ayrıca bu bilgi (en azından şimdilik), ne kadar yükselirse yükselsin kolesterolün fazlasının damarlara asla zarar vermeyeceği (hele hele “yüksek kolesterolün damarların düşmanı değil, dostu olabileceği) anlamına gelmez. Damarlarımızda “LDL kolesterol” olarak bilinen partiküllerin -özellikle küçük ve yoğun kolesterol parçacıkları olarak bilinenlerinin- aşırı artması “boş verilecek, önemsenmeyecek basit bir kan analizi bulgusu” olarak da kabul edilemez. LDL kolesterol seviyelerinin 200’lü rakamları aştığı durumlarda yukarıda anlattığım birinci, ikinci ve üçüncü sırada yer alan diğer risk faktörlerinin varlığının dikkatle araştırılması sonra da akılcı bir risk planlamasının yapılması zorunludur. Kısacası damar sertliği ve damarlarda plak oluşması hikâyesinin tek sorumlusu LDL kolesterolün aşırılığı değildir ama damarlarımızın canına okuyan, bizi erkenden yaşlandırıp ihtiyarlatan, daha da önemlisi çok genç yaşlarda kalp krizi, beyin felci gibi can sıkıcı sağlık sorunlarıyla baş başa bırakan “dörtlü çete”nin önemli ve etkili üyelerinden birinin de kolesterolün aşırılığı olduğunu unutmamanız lazım.
VE DİĞER SABIKALILARDamar düşmanı çete sadece bu dörtlü ile de sınırlı kalmıyor, çeteye başka zararlılar, başka “sabıkalılar” da katılabiliyor. Örneğin insülin direnci ile başlayıp şeker hastalığı ile neticelenen yolculuğun en önemli hazırlayıcılarından biri olan “şişmanlama” ve “göbek çevresinde yağ biriktirme” işi bunlardan biri. Göbek/karın çevreniz büyüyüp beliniz kalınlaştıkça –erkekseniz 100, kadınsanız 88 cm.yi geçtikçe- de riskiniz artıyor. Kronik stres durumu, uzamış depresyon sorunu, halledilemeyen uyku problemi, çözümlenemeyen trigliserid fazlalığını da bu listeye eklememiz lazım. Bunlar da her an dörtlü çeteye katılmaya hazır potansiyel suçlular. Ve tabiî ki genetik zemini de unutulmamalı. Bazı aileler maalesef genlerindeki hasarlar nedeniyle damar sertliğine, plak/pıhtı oluşumuna ve neticede de kalp krizi ve felçlere de eğilimli hale gelebiliyorlar.
Mehmet Öz’ün de TV şovunda bu destekten bahsetmesi, ürünün satışlarını artırdı. Peki kahve, gerçekten de iddia edildiği gibi zayıflatır mı?
Fazla kilolardan kurtulmak için “diyet+egzersiz” ikilisi gibi bir “altın standart”tan faydalananlar bile “İlave bir hap yutsam da şu işi azıcık hızlandırsam, fazla kilolarımdan daha çabuk kurtulsam” diye düşünür. Haksız da sayılmazlar. Doğal ve zararsız bir hap yutarak daha hızlı kilo vermeyi kim istemez? Ama bunu yaparken çok ama çok dikkatli olmanızı öneririm. Nedenine gelince...
Bu hapların çoğu hiçbir işe yaramaz. Ayrıca bu hapları kullanmak isteyenleri suiistimal etmeyi bekleyen üçkâğıtçılar vardır. Ne yazık ki çoğu “merdiven altı” kaçak üretim yapıyor veya yurtdışında ürettikleri dandik hapların içine utanmadan, korkmadan ve de çaktırmadan tehlikeli “zararlı maddeler” ekleyebiliyorlar.
Benim tavsiyem şu: Sadece hapla, destekle zayıflanmaz. Bunu unutun!
Beslenme şeklinizi ve aktivitenizi değiştirin. İlle de “Bu ürünlerden ben de faydalanacağım” dediğinizde de aman dikkatli olun ve lütfen doktorunuz, diyetisyeniniz ve eczacınızla konuşun.
Kulaktan dolma bilgilere, internetteki mucize önerilere kulak asmayın. O ürünün faydasından önce “güvenli” olup olmadığı konusunda bilgi alın. Üretici firma hakkında bilgi isteyin. Üründeki maddelerin zararsız olduğundan da emin olun.
Özellikle internette pazarlanan ürünlere itibar etmeyin. Sadece ve sadece eczanelerde satılan, eczacınızın da tavsiye edebileceği ürünlerden faydalanmaya çalışın.
Mevsimlerle besinler birbirine karıştı! “Hangi meyve ne zaman çıkar? Neyin mevsimi geldi? Sebzenin turfandası hangisi?” gibi sorular eski önemini kaybetti. Teknoloji ve kimya (!) devreye girince (tüfek icat olunca) doğal yaşam (mertlik) bozuldu, her şey karmakarışık oldu. Ama yine de bazı şeyler eski tadını koruyor. “Kestane kebap-kış ilişkisi” de bunlardan. Akşam karanlığında işten eve dönerken sokaklarda burnumuza çalınan nefis kestane kebap kokuları hepimize hâlâ soğuk kış akşamlarını hatırlatmaya devam ediyor.
Kestaneyi herkes sever, kebabı, haşlaması fark etmez, herkes bayılır bu lezzete. Ancak beslenme ve diyet uzmanlarının ortak görüşü, bu güzelim besinin kalori içeriği yönünden pek de masum olmadığı yönünde.
İçeriğinde, başta “nişasta” olmak üzere lif, protein, potasyum, fosfor, kalsiyum gibi mineraller ve B grubu vitaminleri bulunan kestanenin 100 gramı 160 kaloridir. Biraz ayrıntıya girerek 34 g karbonhidrat, 3.2 g protein, 1.8 g yağ ve 8-10 g lif içerdiğini de ekleyebiliriz.
Kestaneyi de abartmadan yemekte fayda var. Özellikle kilo sorununuz varsa dikkatli olmanız gerekiyor. Bir porsiyon yani 100 gram kestaneye ancak “bir ara öğün” desteği olarak -o da sık sık olmaması koşuluyla- izin veriliyor.
3 KESTANE=1 DİLİM EKMEK!
Uzun kış geceleri, çoğunlukla, akşam yemeğinden sonra televizyonun karşısına kurulup bazen neşeli bir dizi, bazen bir film veya ilginç bir açıkoturum izlemekle geçiyor. Genel alışkanlık, gözler ekran üzerinde yoğun bir şekilde çalışırken zevke göre meyve, kuruyemiş, hatta kestane ve patlamış mısır ile ağızları da meşgul etmek biçiminde oluyor.
Çocukluğumuzdan beri “vitamin deposu” olarak ezberlediğimiz meyveleri birer ikişer, soyarak ama saymayarak yiyoruz.
Eğer ellerimizi dikkatlice ve usulünce temizlemezsek yani “el hijyeni” denen önemli konuya önem vermezsek hastalanmamız da hastalık yaymamız da kolaylaşır.
Çocukluğunuzda anneniz sizi de sık sık “ellerini her yere sürme!” diye uyarmış olmalıdır. Annelerimiz en çok da “kirli” olduğunu düşündükleri şeylerden bizi korumak için yaparlar bu uyarıyı. Doğrudur da. Doğrudur çünkü gündelik hayatta çevreyle ilişkimizi sağlayan organlarımızın başında gelir ellerimiz ve o nedenle daha çabuk, daha çok ve daha sık kirlenir, hastalık yapan mikroplarla daha sık karşılaşır, onları oradan oraya taşır. Eğer “el hijyeni”ne önem vermezsek hastalanmamız da hastalık yaymamız da kolaylaşır.
Zaten bu nedenle de çocuklukta edindiğimiz önemli alışkanlıklardan biri de gerektikçe, doğru bir şekilde el yıkamaktır. Hem evde hem de okulda, ne zaman, neyle ve nasıl el yıkanır diye eğitiliriz. Önemli olan bunu bir refleks haline getirebilmektir.
Genel istatistikler kadınların ellerinin daha temiz olduğu yönünde. Çünkü kadınların el yıkama alışkanlığı yüzde 52 iken erkeklerde bu oran yüzde 48’de kalıyor. Ancak bazı araştırmalar bu konuya daha şüpheci bir yaklaşmamıza neden olmuyor değil.
Bir çalışmada, deneklerin ellerinde yerleşmiş 150 farklı mikroorganizma olduğu saptandı. Araştırmaya katılan 51 kişide toplam 4700 farklı bakteri çeşidi belirlenmekle birlikte yalnızca 5 tanesi 102 elin hepsinde de bulundu. Elde edilen bakteri çeşidinin fazlalığı kadar kadın deneklerin ellerinde daha fazla sayıda mikroorganizma bulunması araştırmacıları şaşırttı. Acaba erkeklerin ellerinin daha asit olması bu durumu açıklayabilir mi diye düşünen uzmanlar daha asit ortamlarda, daha az sayıda mikroorganizma barınabildiğini gözlemlediler.
Çalışmalar sırasında, düzenli el yıkamaya rağmen farklı bakterilerin bundan etkilenmedikleri de görüldü. Yıkamadan sonra bazı türlerin sayısı azalırken diğerleri çoğalıyordu. Ellerdeki bakterilerin önemli bir bölümü “patojen” (hastalık etkeni) değildir. Hatta bazıları hastalık yapabilecek etmenlere karşı koruyucu rol de oynar. Araştırmacılar, elleri “anti-bakteriyen” bir sabunla yıkamanın önemini kuvvetle vurguluyorlar.
Unutmayın! Temizlik ve hijyen elden başlar. Ve bunun için sadece “SU ve SABUN” YETERLİDİR.
BİR UYARI