Havaya üflediğiniz sigara, puro ya da piponun her nefesi çalışma arkadaşlarınıza, eşinize, çocuklarınıza da hastalık saçar! Sigarasız, sağlıklı bir havayla dolması gereken bu masum ciğerlere kirli bir dumanı ve yanında binlerce zehirli kimyasalı da siz üflersiniz.
“İkinci el sigara içmek” durumu veya “dumanaltı hali”ni yaşamak özellikle ortak yaşanan mekanlarda sağlığı tehdit eden en önemli sorunlardan biridir. Kısacası, “Pasif sigara içiciliği” toplum sağlığı için en önemli tehditlerden biridir.
Pasif içiciliğin, akciğer kanseri ve kalp hastalıkları gibi büyük sağlık sorunlarıyla, doğrudan içicilik kadar yakın bir ilişkisi vardır. Araştırmalar sigara dumanına maruz kalan pasif içicilerde de solunum yolu hastalıkları, orta kulak iltihabı, astım krizleri gibi sorunların hemen ortaya çıkabildiğini, gözlerde yanma ve sulanma, boğaz ağrısı, ses kısıklığı, öksürük ve baş ağrısının oluşabildiğini ortaya koymaktadır.
Yanan bir sigaradan ve sigara içenin dışarıya verdiği dumanın karışımından oluşan kullanılmış sigara dumanı, ciddi bir sağlık zararlısıdır. Özellikle kapalı ortamlarda, aynı havayı soluyanlar için en önemli tehdit.
ZARAR VERMEYİN!
Bütün bu bilgilere “boşver” deyip de sigara içmeye siz devam etseniz bile lütfen hiç olmazsa başkalarına da zarar vermeyin! Özellikle toplu yaşanılan yerlerde, evde, ofiste, kafede, lokantada, yaktığınız her sigaranın, havaya savurduğunuz her duman halkasının suçsuz insanların boynuna geçirilmiş cellat ilmiklerinden farksız olduğunu artık fark edin! Bunca kampanyaya, yasaklamaya ve cezalandırılmaya rağmen sigara içmeye devam edenler yandaki bilgileri lütfen dikkatle okusunlar.
UNUTMAYALIM
Sigara ve sağlığınız
Böyle durumlarda profesyonel yardım almak için tereddüt etmeyin. Bir psikiyatrist ya da psikolojik danışman size yol gösterebilir.
Stresle mücadelede ilk 10 adım
1. Sizi strese sokan durumları öğrenin. Bu durumlarda gösterdiğiniz tepkilere dikkat edin. Sorunun adını koymak çözüme giden yolda ilk adımdır.
2. Size stres veren duruma başka bir açıdan bakmaya çalışın. Durum gerçekten bu kadar kötü mü? Soruna başka türlü bakmanın veya yaklaşmanın bir yolu yok mu?
Stres yaratan durumdan kaçınamıyorsanız, hazırlıklı olun, stresi önlemek için adımlar atın.
Sizi hep aynı olay rahatsız ediyorsa konuyu değiştirmenin yollarını arayın. Aynı şeyleri tekrar yaşamamak için ne yaparsanız bu duruma kendinizi hazır hissedersiniz, ona bakın.
3. Bazı kişiler sizi gereksiz yere strese sokuyorsa, kim olurlarsa olsun, bir an durup kendinizi onların yerine koyun.
Anne adaylarının üç besin unsuruna; protein –özellikle de kaliteli protein-, demir ve B12 vitaminine hepimizden daha fazla ihtiyaçları var. Kaliteli protein konusu ise çok önemli. Her proteinli yiyeceğin içerdiği proteinler aynı kalitede değil. Özellikle vücudumuzun üretemediği, dışarıdan kazanmamız zorunlu olan bazı aminoasitler var ki -aminoasitler proteinimizin yapı taşlarıdır- onları bedenimize düzenli olarak ve hiç aksatmadan kazandırmak zorundayız.
Kırmızı et, -tıpkı yumurta gibi- kaliteli protein kaynaklarının başında geliyor. Ayrıca hamilelerin zaten normal dönemlerine oranla her gün fazladan (yani ek olarak) 10-15 gram daha protein almaları gerekiyor. Hatta bu miktarı hamileliğin sonlarına doğru 20 gramlara çıkarmak gerekiyor.
İşte bu nedenle hamilelerin düzenli olarak kırmızı et tüketmeleri, sağlıksal bir zorunluluk. Bu konuya özellikle vejetaryen beslenmeyi benimseyen annelerin hassasiyet göstermeleri lazım.
Yukarıda da belirttiğim gibi kırmızı et sadece güçlü ve kaliteli protein yapısı nedeniyle değil, zengin demir ve B12 içeriği ile de hamileler için olmazsa olmaz bir besin. Ayrıca doğal ortamlarda yetişmiş hayvanların etinden omega-3 kazanmak da mümkün.
Benim önerim; her hamilenin sebzelerle birlikte haftada üç-dört kez yağsız kırmızı et tüketmesidir.
Ve küçük ama önemli bir hatırlatma: Her gün bol miktarda kırmızı et yemek, hele hele bol yağlı kırmızı eti beslenmenin vazgeçilmez bir parçası haline getirmek de doğru değildir. Her şeyin fazlası gibi kırmızı etin de fazlası “hasta” edebilir, unutmayın.
Çocuğunuzla ilgilenin
Söylemesi kolay, yapması zor belki ama çocuklara ilgi ve sevgi göstermek, en az onları düzenli ve dengeli beslemek kadar önemli bir konudur.
Bu değişimlere ayak uyduramadığımız zaman önce beynimiz, sonra da bedenimiz yoğun kimyasal banyolar yapmaya, gelgitler ve kararsızlıklar içinde çırpınmaya başlıyor. Yani “kimyamız bozuluyor”!
O, hayatımızda her zaman vardı. O, her zaman önemliydi. O, yönetilmesi en güç sorundu. Ben o sorunun bugünlerde biraz daha önemli hale geldiğini düşünüyorum.
Gergin, kavgacı bir toplum olmamız, anlamsız kavgalara girmemiz, birbirimizi sebepsiz kırıp üzmemiz, artan aile içi kavgalar, işyerlerindeki huzursuzluklar, trafikteki kornalar, küfürler, bağırış çağırışlar ve daha pek çok sorunumuz gittikçe artan o sorunla; stres yoğunluğumuzdaki artışla ilişkilidir.
Dozunda ve küçük küçük yutulduğunda sağlığımız için faydalı olabilen stres hapları, eğer çok sık alınır ve dozu büyütülürse tehlikeli bir zehir haline dönüşebiliyor.
Örneğin en etkin stressavarlardan biri olarak bilinen düzenli egzersizler, ılımlı ve keyifli işler olmaktan çıkarılıp da spor salonlarında vücutla yarış haline getirilirse en etkin stres tetikleyicisi olabiliyor.
İşin kötüsü, biri için iyi, güzel, faydalı olabilen bir stres diğeri için uyku kaçırıcı, çarpıntı yapıcı, sinir bozucu bir soruna dönüşebiliyor.
Kısacası, sık sık tekrarladığımız “stresten kaçmak”, “stresi yönetmek”, “strese karşı sünger değil, teflon gibi olmak” gibi stres stratejileri öyle zannedildiği kadar kolay becerilebilecek işler değil.
BİZ hekimler ve hastalarımız için ilaçlar “dokunulmaz” maddelerdir. Halkımız da söz konusu “İLAÇ” oldu mu farklı düşünür. İyi gelen bir şeyi yiyip içince “ilaç gibi geldi”, az miktarıyla yetinebilecek bir şeyi tarif edeceğinde “İlaç kadarı yeter”, şifa için bir şey yuttuğunda “İlaç niyetine” der. Kısacası yüzde 90’ından fazlasının “Kimyasal veya yapay moleküler”den yapıldığını bilsek de ilaca güvenimiz sonsuz ve sınırsızdır. Doktorumuzun yazdı veya eczacımızın tavsiye ettiği her hapı, şurubu düşünmeden yutarız. Sadece saydığım bu aşırı güven ve saygının hatırına bile ilaç konusunda suiistimale göz yumulmaması gerekir. Sadece bu nedenlerle bile “Yüzde 100 kalite” kavramından taviz verilmemesi, üretiminden yutulmasına kadar her safhasının denetlenmesi zorunludur. Sistem yakın zamana kadar zaten böyle işliyordu. İlaç firmaları ciddiydi. Ruhsatlandırmalar dikkatle yapılıyordu. Dağıtım ve pazarlama işleri kontrol altındaydı. Peki, ne oldu da her şey böyle birbirine girdi? Ne oldu da ilaç “tartışılır” hale geldi?
BU SESE KULAK VERİN
Türkiye’nin en eski, köklü ve büyük ilaç firmalarından birinin sahibi ve İlaç İşverenleri Örgütü’nün başkanı (Sayın Ecz. Nezih Barut) bir ay önce “İlaç konusuna biraz dikkat edelim, hammaddelerine, üretim koşullarına yeniden bir odaklanalım, ülkemiz kalitesiz ilaç pazarı olma yolunda hızla ilerliyor, dikkatli olalım” şeklinde özetlenebilecek uyarılar yaptı. Nezih Barut’un açıklamalarının üzerinden bir-iki hafta geçmeden de “bomba!” patladı! Çevre ülkelerde üretilen sahte ilaçların dağıtım üstlerinden biri olmuştuk. Dahası işe çeteler, mafyalar karışmış, “zamanı dolduğu için kullanılmayıp çöpe atılması gereken ilaçlar” “kanser hastası değil mi, nasıl olsa ölecek, ver sahte ilacı!” gibi sapık-çarpık yaklaşımlarla yeniden paketlenip bazı eczanelerde “sahte ilaç” olarak satılmaya başlamıştı.
BAŞBAKAN EL KOYMALI
Konuyu uzatıp canınızı daha fazla sıkmak istemem. İlaca güven sorunu acilen ve hemen çözümlenmeli. Sürece Sağlık Bakanı ve halkımızın sağlığı ile ilgili konularda sınırsız bir hassasiyete sahip olduğunu iyi bildiğim Sayın Başbakanımız sürece hemen bir el koymalı. Yoksa yutacağımız ilaçlara doktorlar değil, üçkâğıtçılar, çete ve mafyalar karar verecek! İLACIMIZA DOKUNMAYIN!
AŞIRI HİJYEN zararlı olabilir
HİJYEN veya genel adıyla “temizlik” günümüzün en çok ilgi çeken alanlarından biri. Zaten böyle olduğu için de yeni bir endüstri doğdu: Hijyen endüstrisi! Kimyasal üreten firmaların çoğu bazen tuvaletlerimizin, bazen çamaşırlarımızın, bazen lavabo, tabak, çanak, bardaklarımızın, bazen de ellerimiz, saçlarımız ya da banyoda bedenimizin temizlenmesine talip oldular. Ne var ki mikrobik hastalıklarla ilgilenen uzmanlar bağışıklık birimiyle alakalı hocalar bu aşırı hijyen tutkusunun başımıza iş açabileceği yönünde de bizi uyarıyorlar. Uzmanlara göre mikroorganizmalarla –bakteriler ve virüslerle- erken yaşta tanışmamız bağışıklık sistemimizin güçlenmesi için vazgeçilmez bir zorunluluk. Eğer bu süreç doğal gelişimin dışına çıkarılırsa ileride başımıza ciddi işler açabilecek astım ve benzeri alerjik hastalıklar, son derece tehlikeli olabilen bazı otoimmun hastalıklar –haşimato hastalığı-, bazı romatizmal sorunlar- ile karşılaşma ihtimalimiz artıyor. Kısacası yeteri kadar güçlü bir bağışıklık sistemine sahip olabilmemiz için erken yaşlarda mikroplarla tanışmamız doğal bir zorunluluk, hatta bir doğa kanunu gibi görünüyor. Kısacası mikropsuz ortamda yetişip büyüyen çocuklarınızı ilerde astımdan kolite, egzamadan nefrite kadar pek çok bağışıklık hastalığı bekleyebiliyor.
Herkesin çevresinde “hapşırıp, aksıran, ateşi, kırıklığı, yorgunluğu” nedeniyle işe gelemeyip evinde “derdine çare arayan” birileri mutlaka vardır ve bu yazı işte tam da onlar için hazırlanmıştır!
Çoğumuz bizi “soğuğun hasta ettiği”ni zannederiz ama gerçekte durum farklıdır. Bizi soğuk değil, soğuk nedeniyle azalan direnç bozukluğumuz, yani “bağışıklık zayıflaması problemi”miz hasta eder. Kısacası gribi, nezleyi davet eden soğuğun güç kaybına sebep olduğu zayıflamış, direnci kırılmış bağışıklık sistemimizden başkası değildir.
BUNLAR ÖNEMLİİşte bu nedenle temel öncelik soğuklardan korunmak olmalı ama bu tedbiri bir başka tedbirle daha birleştirmemiz lazım: Bağışıklığımızı güçlendirmek!
Bu da daha çok D vitamini depolamak –D vitamini takviyeleri-, daha çok C vitamini kazanmak -daha çok portakal, limon, yeşil sebze meyve, greyfurt, mandalina-, daha çok demir -kırmızı et, ciğer, balık, bakliyat, yumurta- ve daha çok B 12 kazanmakla, daha fazla hayvansal protein -balık, et, tavuk, süt ürünleri- tüketip daha amino asit kazanmakla ilgili bir durum.
Ve tabiî ki daha güzel bir uyku, daha az stres ve daha aktif bir hayat da vazgeçilmez bir zorunluluk. Bu arada bağırsaklarımızdaki probiyotik gücü de artırmamızda fayda var. Bunun yolu daha fazla mayalanmış yiyecek, kefir, doğal yoğurt, boza, turşu, salep tüketmekten geçiyor.
Tüketim o kadar arttı ki ceviz ithal eden ülke haline bile geldik. Peki, doğru mu yapıyoruz? Cevabım hazır, “EVET!”...
Badem, fındık, ceviz, yer fıstığı, ayçiçeği, kabak çekirdeği ve benzeri kuruyemişlerde bedenimize fayda sağlayabilecek vitamin, mineraller ve şifalı onlarca molekül var. Kuruyemişlerin her birinin diğerlerine göre bazı avantajları da söz konusu.
Örneğin omega-3 yağlarından en zengini ceviz. Kalsiyumu en çok depolayanı badem. Adeta bir E vitamini hapı kadar güçlü olanı fındık. Argininden en zengin olanları ise kabak ve ayçiçeği çekirdekleri. Hemen hepsinde kolesterolü azaltan doğal ilaçlar olarak düşündüğümüz bitkisel sterolleri içeriyor.
Hemen hepsi de şekeri dengeleyen, kabızlığı engelleyen posadan son derece zengin lezzetler. Bademin ve yer fıstığının kırmızımsı ince kabuğunda neredeyse siyah üzümdeki kadar resveratrol var! Tabiî ki bu listeye hemen hepsinde olan vitaminleri (B vitaminleri, folik asit), mineralleri (kalsiyum, çinko, selenyum), posa ve lifleri, diğer antioksidan mucizeleri de eklememiz lazım.
Kısacası kuruyemişlerin her biri bir sağlık mucizesi. Bütün mesele “miktarı abartmamak” yani “avuç avuç değil de kararında tüketmek” ve usulüne uygun yemekle ilgili. 100 gramlarında ortalama 180-200 kalori enerji olduğundan çok fazla yendiklerinde kilo kazanımına ve yağlanmaya yol açabiliyorlar.
Size kuruyemişlerin sağlık yararlarıyla ilgili yeni ve güzel bir haber daha vermek istiyorum. Ünlü tıp dergisi New England Journal of Medicine’de yayınlanan yeni bir çalışma gösterdi ki her gün 30 gram civarında kuruyemiş tüketmek ölüm riskini yüzde 20 azaltıyor. Ceviz, badem, fındık, yer fıstığı, Antep fıstığı düzenli olarak tüketildiğinde kalp krizi riskini yüzde 30, kanser riskini yüzde 10 civarında düşürebiliyor.
Kısacası soğuk kış gecelerinde televizyon karşısında keyif yaparken abur cubur tüketmek, cips, patlamış mısır gibi atıştırmalık yerine kuruyemiş keyfi yapmakta fayda var.
Tarçın son yılların flaş baharatlarından biri. Neredeyse her gün tarçının faydalı olduğunu gösteren yeni bir araştırma yayınlanıyor. Özellikle “çağın vebası” kabul edilen “insülin direnci” ile mücadelede mükemmel bir doğal destek olduğu ise herkes tarafından kabul ediliyor.
Gıdalara tarçın eklemek, tarçın çayı içmek, kaliteli, usulüne uygun üretilmiş tarçın hapları yutmak insülin direncinde, dolayısıyla kilo sorununda, hipertansiyon, şeker hastalığı, damar sertliği gibi sorunlardan korunmada işe yarayabilecek bir beslenme modeli ve besin desteği olarak görülüyor.
Tarçından daha çok faydalanabilmek için taze olmasına, yiyeceklerinize ilave ediyorsanız taze çekilmiş “toz tarçın” olarak tüketilmesine dikkat edin. Çay olarak faydalanmayı düşündüğünüz zaman kaliteli tarçın kabuklarını kırıp çok küçük parçalara ayırın ve üzerine sıcak su ekleyin.
Tarçını bal, zeytinyağı ve zerdeçalla birlikte tüketebileceğiniz farklı karışımlar, farklı soslar oluşturmanızı da tavsiye ederim. Bu sosları salatalarınıza, yoğurda ekleyip yiyebilirsiniz. Özellikle “zerdeçal+tarçın” ikilisinin mükemmel bir “yangı giderici” yani “antienflamatuar” olduğunu unutmayınız.
BİR ÖNERİ
Bozadan faydalanın
Boza bizim geliştirdiğimiz mükemmel bir kış içeceği. Tıpkı ayran gibi onu da “milli içecekler” arasına koyabiliriz. Sadece lezzetli değil, sağlığa da mükemmel faydaları var ama bunlardan bir tanesi çok ama çok önemli.