Sayıları şimdilik az olsa da bilimsel veriler çikolatanın nitrik oksit üretimini de arttırdığını gösteriyor. Damarlarınızda fazla miktarda nitrik oksit dolaşması ise daha sağlıklı damarlar ve daha çok cinsel güç anlamına geliyor.
Nitrik oksit önemi son yıllarda daha iyi anlaşılan bir molekül. Her şeyden önce o mükemmel bir damar dostu. Damarların iç yüzeyini koruyor, damar içi basıncı düşürüyor, damar bütünlüğünü güvence altında tutuyor.
Ayrıca etkili bir damar genişletici gibi de çalışıyor.
Viagra ve benzerlerinin (Cialis, Levitra) sertleşme sağlayıcı güçlerini damar duvarındaki nitrik oksit miktarını arttırmaktan aldıkları hatırlanırsa, “çikolata-nitrik oksit-cinsel güç” bağlantısı daha kolay anlaşılıyor. Hatta “bitter çikolata=Viagra” gibi bir durum bile söz konusu olabilir diye düşünenler bile var!
Nitrik oksidin sadece damar bütünlüğünü korumada değil, kan basıncını dengeleme ve kanserden korunmada da önemli faydaları var. Özellikle yüzde 80’in üzerinde saf olan çikolatalar (bitter, yani siyah çikolatalar) güçlü birer nitrik oksit üreticisi olmaları yanında mükemmel birer “flavanoid-polifenol” deposu gibiler. Bu polifenoller bedenin antioksidan savunma gücünü de arttırıyor.
Ama yine de şu önemli noktayı asla göz ardı etmememiz lazım: Çikolata, kalorisi yüksek bir besin. Hele bir de içine tam yağlı süt, bitkisel yağlar, fındık, fıstık, ceviz ve benzeri kalori arttırıcılar eklendiğinde kalori sorunu daha da önemli hale gelebiliyor.
Kısacası çikolata cephesinde önemli gelişmeler var. Yakın bir tarihte yumurta ve çay gibi çikolatanın da aklandığını, hatta siyah çikolatanın “sağlığa iyi gelen lezzetler” listesinin ilk sıralarına yükseldiğini görürseniz sakın şaşırmayın.
Egzersiz için en uygun zaman hangisi?
Özellikle iştah kontrolünün bozulması önemli bir sorundur. “Balığı oltaya takan” da “fareyi kapana sokan” da “iştah ayarsızlığı”dır. Kronik hastalıkların -diyabetin, hipertansiyonun, obezitenin, hatta kanserin- temel nedeni aşırı ve kötü, kalitesiz gıda tüketimidir. Kısacası 17’nci yüzyılda yaşayan İtalyan papazının görüşü bugün de geçerlidir: “MEZARLARIMIZI DİŞLERİMİZLE KAZARIZ!”
Gereğinden çok besin tüketmenin, fazla iştah ve aşırı yeme eğiliminin başımıza bir sürü iş getirebileceğini bin yıl kadar önce eski Yunan filozofu Diyojen de fark etmiş ve şunları yazmış: “Yiyeceği bol evde fare çok olur, çok yiyen beden hastalıkla doludur.”
Benim iyi ve güzel hayat söz konusu olduğunda rehber saydığım temel prensiplerden biri “makul olmak”, yani “ılımlılık”tır ve bu özellikle beslenme söz konusu olduğunda vazgeçilmezdir. Bu kural “detoks-retoks” periyotlarınızın da sakin ve sorunsuz geçmesinin garantisidir.
BASİT AMA ÖNEMLİ NOKTALAR
Eğer kalıcı ve etkili bir detoks istiyorsanız, işe beslenme alışkanlıklarınızı değiştirmekle başlayın. Eskiye oranla daha az yemeye, sofradan tıka basa doymadan kalkmaya çalışın. Yapay yiyeceklerden, rafine tuzdan, suni tatlandırıcılardan uzak kalın. Tüketebildiğiniz her sebzeyi, hatta her besini mümkünse çiğ olarak yiyin. Yaz besinlerini kışın, kış besinlerini yazın tüketme eğiliminden vazgeçin. Yazı sebze meyve, kışı protein ağırlıklı geçirin.
Çoğumuz her gün ne yiyip içtiğimiz ve ne miktarda besin tükettiğimizle ilgileniriz ama konu oksijen, temiz hava ve sağlıklı nefes alma olduğunda cahil denecek kadar bilgi eksikliği içindeyiz.
Oysa temiz hava ve bol oksijen en az yiyip içtiklerimiz, en az su kadar değerlidir.
Doğru ve düzgün nefes almayı öğrenmek, nefesi kontrol altında tutmayı, nefes sayısı ve derinliğini ayarlayabilmek için fazla bilgi sahibi olmaya gayret edin.
Hayatınızı kalıcı bir detokslanma süreci içine sokmak istiyorsanız temiz, oksijeni bol ortamlarda bulunmaya ve nefes egzersizlerinden faydalanmaya önem verin. Bu konuda yazılmış birçok kitapçık ve broşür var.
Ayrıca internet de oldukça zengin bir alan. Daha çok kurumsal internet sayfalarına müracaat ederek bu konudaki eksiklerinizi gidermeniz mümkün olabilir.
Kalıcı ve sürekli detoks için daha az “asit” yüklenebilir -daha az hayvansal gıda, et, et ürünü, süt, süt ürünü- tüketebilir, daha çok “alkali” besin -sebzeler- kullanabilirsiniz.
Dolayısıyla vücudunuz daha çok alkali, daha az asit kazanır, asit yükü içinde boğulup kalmaktan kurtulur.
Bence mucize bir formül falan yok, her formül geçerli! Eğer düzenli olarak sağlık kontrollerinizi yaptırdığınız hekiminiz uygun görüyorsa, çok uzun süreli olmayan, söz gelimi 3-10 günlük, zaman darlığı çekenler için 3 günlük -hafta sonu cuma-pazar- şeklinde basit bir detoks kürü bile yeterlidir. İş ki etkin ve size özel bir plan uygulansın! Plan sadece bedensel detoksla sınırlı kalmasın, ruhu da detokslansın. Ayrıca bir önemli nokta da şu...
NE YEMELİ, NE İÇMELİ?
Detoks denildiğinde akla hemen haşlanmış sebzeler, yeşil sıvılarla dolu bardaklar, bitki çayları, allı-morlu meyve salataları geliyor. Oysa detoks tamı tamına bedeninizin isteklerini yerine getiren, ne bir eksik ne bir fazla ama temiz, yalın, olabildiğince vitamin içeriği korunmuş, lif zengini bir beslenme programı ve beraberinde uygulanacak fizik aktivite, masaj, buhar banyosu, sauna, cilt bakımı işlemlerini de içeren genel ve çoklu bir kavramdır.
Detoksa herhangi bir sabaha erkenden uyanıp ılık bir bardak suya sıkılmış yarım limon suyu içerek başlayabilirsiniz. Bunu güzel ve keyifli bir başlangıç düşünüp derin nefesler alıp vererek yudumlarsanız harika olur.
Yarım saatlik yürüyüşe zamanınız varsa fırsatı kaçırmayın derim. Dönüşte güzel bir kahvaltıyı da haketmiş olursunuz. Öğlene bolca sebze (mümkünse çiğ, değilse buharda pişmiş), biraz balık -buharda veya fırında pişirin- ve baklagil de fena olmaz.
Öğleden sonra, değerli vitamin, mineral, lif ve en önemlisi kompleks karbonhidrat kaynakları olan meyvelerden destek almalı. Örneğin tek başına yenen portakal, greyfurt gibi bir turunçgil sanılanın aksine alkali bir ortam oluşturarak detoksunuza destek olacaktır. Oysa, hafta sonu brunch’larında onca gıda ile birlikte içtiğiniz taze sıkılmış portakal suyu fermantasyonu artırıp, asit atıkların birikimini destekler ve hazmınızı zora sokar.
Akşamları, sindirim işlevini tamamlayan karaciğerin dinlenmesine izin verecek şekilde minerallerden zengin ama hafif bir öğün planlanmalı. Güzel bir sebze çorbası, biraz keçi peyniri ile süslenmiş salataya kimse hayır demez sanırım. Amaç hep dengeli, yorgunluk yaratan birikimlere yol açmayan, bedenimizin ritmine uygun beslenme düzeni oluşturmak olmalı.
Detoks meyve ve sebzeleri hangileri
Baharın habercileri ufukta çoktan belirdi. Cemreler düştü, havalar ısınıyor, güneşli günler sıklaşıyor. Ama çoğumuz “kış yorgunu”yuz. Kendimizi biraz yorgun, biraz bitkin, kışın eklediğimiz bir-iki kilo nedeniyle de biraz ağır ve hantal hissediyoruz.
“Ne yapsak ne etsek de şu enerjisiz, bezgin halimizden kurtulsak” diye bazen eczanelerin vitamin raflarına, bazen “günde 5 muz+1 litre soda” tavsiyelerine, bazen de “her gün sadece 2 litre sebze çorbası” kürleri türünden uçukluklara gözümüz kayıveriyor.
Oysa eksiklik, yoksunluk yaşamadan, enerji kaybetmeden, dengeleri bozmadan da bedenimizde biriken kış toksinlerini atmamız hafifleyip rahatlamamız mümkün. Peki bu işi nasıl başaracağız, nasıl ve neler yapacağız?
EĞER DETOKS YAPMAYA KARAR VERDİYSENİZ...
Benim tavsiyem kısa ya da uzun bir detoks programına girmenizdir. Elbette bir detoks merkezine gidebilir, tatile çıkabilir, işi gücü bir süre unutabilirsiniz ama bütün bunları evinizde de yapabilirsiniz.
ZAMAN zaman hepimiz “bir şeyler atıştırma” ihtiyacı duyarız. Nedeni bazen kan şekerimizdeki düşmeler, bazen stresimizi yatıştırma ihtiyacı, bazen de “el-göz alışkanlığı”dır. Bizim çocukluğumuzda “atıştırmak” hoş karşılanmazdı. Büyüklerimiz atıştırmalıklara “abur cubur!” besinler olarak bakar, iştahımızı kesip beslenmemizi bozacağından korkarlardı. Daha sonra beslenme uzmanları girdi hayatımıza ve onlar tam tersinin doğru olduğunu söylediler bize. Hatta “kilo sorununuz varsa sık aralıklarla yiyin, atıştırma yapmayı ihmal etmeyin, atıştırmak metabolizmayı hızlandırıyor, kilo vermeyi kolaylaştırıyor” bile dediler. Son yıllarda bu görüş de eleştiri konusu oldu. Bazı doktorlar, “atıştırma yapmanın özellikle kilo sorunu olanlar için yanlış bir iş olduğunu, insülin patlamalarına yol açtığını ve kilo almaya neden olduğunu” söylemeye başladılar. Peki bu iki görüşten hangisi doğru? Bu iki uzman grubundan hangisi haklı? Bana sorarsanız her iki görüşün de doğru olduğu durumlar, metabolik yapılar da var, yanlış olduğu haller, genetik özelikler de. Burada da “kişiye özel” bir seçim yapmak, “fabrikasyon fikirleri” bir yana bırakıp kişiye özel çözümler üretmek gerekiyor. Nedeni şu...
NEDEN YAPMALI?
Eğer kan şekeri sık sık düşen biriyseniz atıştırma yapmadığınızda oturduğunuz ilk sofrada normalden daha hızlı yiyeceğiniz, lokmaların çoğunu çiğnemeden yutacağınız, daha büyük porsiyonlar tüketeceğiniz, kalorisi yüksek gıdalara –şekeri, unu, nişastası bol besinlere- daha çok eğilimli olacağınız kesin. Böyle biri iseniz acıktığınızda akıllı ve doğru yiyeceklerle 100-150 kalorilik bir tok tutucu atıştırmalık yemek yerine mideniz zil çalana, hatta sizi davul zurna ile uyarana kadar beklerseniz sofraya oturduğunuzda önünüze, gelen her şeyi silip süpüreceğinizi, mesela 500-600 kalorilik bir öğünü 1500-2000 kalorilik bir ziyafete çevirebileceğinizi garanti ederim.
NASIL YAPMALI?
Eğer genetik-metabolik yapılanmanız böyleyse atıştırma yapmanızda fayda var ama bunun da bazı koşulları olmalı. Ara öğünlerde –ve tabiî ki acıktığınızda ve bu enerji ihtiyacı nedeniyle oluşuyorsa- 100-150 kalorilik atıştırmalar yapmalısınız. Yiyeceğin “nicelik ve nitelik özelliği” çok ama çok önemli. Nicelik önemli çünkü miktar 200 kalorinin üzerindeyse bu atıştırma olmaktan çıkıyor, hele hele 300 kaloriyi geçerse neredeyse bir ana öğün olur. Yani toplam kalori değeri çok önemli. Nitelik konusuna gelince... Özellikle kilolu biriyseniz atıştırmalıklarınızı seçerken karbonhidratlardan, özellikle çok tatlı meyvelerden, un, şeker içerenlerden –bisküvi, kurabiye, gofret, grisini, cips, pasta, çörek- uzak durmanız ve seçimlerinizi protein yüklü ürünlerden yana yapmanız –yoğurt, peynir, ayran- çok önemli. Meyve sularından, hele hele meyve suyu konsantrelerinden uzak kalmanız çok ama çok mühim.
NEYLE YAPMALI?
Eğer atıştırmalık olarak proteinli yiyeceklerden hoşlanmayan biri iseniz ben size kavrulmamış, tuz eklenmemiş, yani işlemden geçmemiş, doğal bademi, ceviz veya fındığı tavsiye ederim. Tabiî ki burada da miktar çok önemli. Her üçünün de 30 gramı yaklaşık 200 kalori civarında enerji içeriyor. 3-4 ceviz, 8-10 fındık veya badem atıştırma ihtiyacınızı giderebiliyor. Eğer imkânınız varsa dilimlenmiş taze sebze parçalarından da faydalanmanızı öneriyorum. Salatalık, domates, yeşilbiber mükemmel atıştırmalıklar olabiliyor.
NEDEN YAPMAMALI?
Beslenme-kanser ilişkisi söz konusu olduğunda bence önceliği yağlara vermek gerekiyor.
Besinlerin hazırlanması esnasında oluşan trans yağların kanserojen olabileceklerini gösteren pek çok çalışma var. Trans yağ kazanımı arttıkça, örneğin kalınbağırsak, prostat, meme kanserlerine yakalanma olasılığı artabiliyor.
Trans yağlar en çok sıcak preslenmiş ya da kızartılmış, bitkisel sıvı yağların kullanıldığı besinlerde oluşuyor. Mesela mısır, pamuk veya ayçiçeği yağı bu tür bitkisel yağlar.
Kötü ve eski tekniklerle üretilmiş margarinlerde de trans yağ miktarı fazla ama yeni teknolojilerle üretilen (hidrojenerasyon yerine esterifikasyon yönteminin kullanıldığı) margarinlerde trans yağ oranı çok düşük.
Doymuş yağlarla kanser arasında da bir ilişki olabileceği ileri sürülüyor. Bu nedenle son yıllarda çok moda olan “bol bol hayvansal yağ tüketin, pirzolanın, etin bol yağlısını yiyin, kuyruk yağını, iç yağını sofranızdan eksik etmeyin” gibi cazip (!) önerilerden uzak durmanızda fayda var.
Bitkisel yağlardan palmiye yağının da (palm oil) doymuş yağlardan zengin olduğunu bir kenara not edin.
Zeytinyağına gelince... Zeytinyağının kanserojen olması bir yana kanseri önleyebileceğine yönelik çok sayıda güvenilir bulgu var.
Kansere yakalananların sayısı katlanarak artmaya devam ediyor. Bu kötü gidişi biz doktorlar da en az sizler kadar üzüntü ve endişeyle izliyoruz. Bize göre problemin patlama noktasına gelmesinin onlarca sebebi var.
Yaşam tarzı seçimlerimizdeki yanlışlar (özellikle beslenme hatalarımız ve tembelliğimiz, giderek büyüyen kilo sorunumuz), temiz ve sağlıklı bir çevrede yaşama şansımızın azalması, stres, depresyon ve benzeri ruhsal sorunların yaygınlaşması, alkol, sigara ve diğer yanlış alışkanlıkların tepe noktaya ulaşması, radyoaktif ve kimyasal kirlenme gibi nedenler en önemli faktörler.
Uzun süredir gündemde tuttuğumuz kanserden korunma stratejilerimizi yeniden ve dikkatle gözden geçirmemiz gerekiyor. Daha ilkokul sıralarında bu yönde bir eğitimin başlatılması, genel olarak da toplumun mümkün olduğu kadar yoğun bir şekilde bilinçlendirilmesi lazım.
Tabii bütün bunları yaparken bir kanser takıntısının, abartılmış bir kanser korkusunun da oluşturulmaması lazım. Ama bu konuda da “EĞİTİM ŞART!”
Kısacası pek çok kanser önlenebilir sağlık problemleri arasında yer alıyor.
Bana göre kanserin genetikle de ilgisi var ama bu ilgi zannedildiği kadar büyük bir bağlantı değil. Kanser daha ziyade yaşam tarzımızın yanlışları ve çevresel faktörlerdeki problemlerle ilgili bir konu.
İsterseniz bu konuda daha önce yazdıklarımıza yandaki kutularda yeniden bir göz atınız ve önümüzdeki dönemde neleri yapmanız ya da yapmamanız konusunda bir fikir oluşturmaya çalışınız.