Ama ne var ki mangalda et ya da tavuk pişirmenin de uyulması gereken bazı kuralları var! Eğer o kurallara dikkat edilmezse her keyif gibi mangal sefaları da sağlığı bozan bir süreç haline gelebiliyor.
Mangalda et ya da tavuk pişirmek riskleri olan bir yöntem. Özellikle pişirilen et yağlı ise tehlike daha da büyüyor. Yağ, sıvılaşarak mangal ateşinin ya da kömürün üstüne aktığında uçucu, kanserojen maddeler oluşuyor ve bu maddeler ete yapışıp mideye, bağırsağa sonra da bedene taşınıyor.
Araştırmalar, bu dumanı soluyan insanlarda akciğer kanseri riskinin de arttığını gösteriyor.
Mangal yapmaktan vazgeçin demiyorum amacım sadece sizi uyarmak. Dikkat edilmesi gereken bazı önemli noktalar göz önüne alınırsa zararı minimuma indirmek mümkün. Öncelikle, mümkün olduğunca yağsız et kullanılması ve etin görünen bütün yağlarının temizlenmesi gerekiyor. Ayrıca, mangalda pişirilen et ne kadar küçük doğranmış olursa o kadar iyi.
Küçük parçalar daha çabuk piştiği için, daha az kanserojen madde ortaya çıkacaktır. Daha sağlıklı bir mangal keyfi için etlerin marine edilmesini öneriyorum. Yoğurt ve yoğurdun içine kekik, sarımsak, soğan, limon, maydanoz eklenebilir.
Marine edilmiş etlerde etin dışı sosla kaplandığı için, kanserojen maddenin etin içine nüfuz etme ihtimali de azalıyor.
Etin yanında sebze, salata, yeşillik ve soğan gibi antioksidanlar açısından zengin besinler tüketmek de mangal yüzünden oluşan kanserojen maddelere karşı koruma sağlayacaktır. İçecek olarak ise ayran ya da şalgam suyunu tercih edin.
Stres konusunu, stresin ne kadar önemli olduğu ve sağlığımızın temel belirleyicilerinden biri haline geldiğini bilmeyen kalmadı ama hayatın zorlamalarıyla stres günlük yaşamımızın bir parçası haline gelmiş durumda.
Aşırı stres bizi yoruyor, yorgun düşürüyor. Stresin fazlası uykumuzu kaçırıyor, bölük pörçük ediyor.
Stresimiz yoğunlaştıkça cinsel hayatımız bitme noktasına varıyor.
Yediğimiz stres yumrukları kalbimizde aritmiye, bağırsaklarımızda gaza, spazma, midemizde ülsere, gastrite, reflüye sebep oluyor.
Kısacası stresin çok sayıda sağlık problemi için esas suçlu değilse bile tetikleyici olduğundan hiç şüphemiz yok. Ama stresle ilişkili olduğu artık çok iyi anlaşılan önemli bir tehlike daha var: KANSER
Araştırmalara göre stresle kanser arasında da maalesef ciddi bir bağlantı var ve stres en etkili kanserojenlerden bile daha tesirli ve daha yaygın.
SORUN BAĞIŞIKLIKLA İLGİLİ
Bunu ihmal edenler de olur, ama sağlığına azıcık düşkün olanlar bile her yıl bir sağlık kontrolünden geçer. Bence bu kontroller rutin check-up’ların dışına çıkarılıp “kişiye özel sağlık riski analizleri” haline getirilmeli.
HERKESİN, her yaşın, her cinsin sağlık riskleri farklı. Genetik miras, yaş ve cinsiyet kadar yaptığınız iş, yaşam tarzınız, geçmişteki sağlık sorunlarınız ve kullandığınız ilaçlar standart tarama testlerinde bazı değişimler yapmayı, incelemeleri “kişiye özel taramalar” haline getirmeyi zorunlu kılıyor. Bir başka deyişle “Kan tahlillerimi yaptırdım, kan şekerim, kolesterolüm normal çıktı, karaciğerim, böbreğim sağlammış, kalbim tıkır tıkır çalışıyor, akciğerlerim rahatmış!” gibi aşırı güven veren bir yaklaşımdan uzak durulmalı. Konu aslında oldukça karmaşık ve uzun ama ben bu yazıda özellikle önemli olduğunu düşündüğüm ve çoğu zaman ihmal edildiğini, rutin sağlık taramalarında yer almadığını bildiğim bazı analizleri hatırlatmak istiyorum. Bunların özellikle 5’i bana göre çok ama çok önemli. İşte o beşli...
D VİTAMİNİNİZ NORMAL Mİ?
D vitamini, sağlığı sürdürmenin olmazsa olmazlarından. Ona vitamin demek bile haksızlık. Yeteri kadar D vitamininiz yoksa sadece kemik ve diş gelişiminiz zarar görmüyor. Bağışıklığınız çöküyor, şeker hastalığı riskiniz artıyor, damar sertliğine yakalanma ihtimaliniz katlanıyor. Belleğiniz zayıflıyor, insülin direnciniz hızlanıyor, kilo almanız kolaylaşıyor. D vitamininin otoimmun hastalıklar, alerjiler ve kanserden koruduğunu gösteren deliller de var. İhtiyacımız olan D vitamininin en bilinçli beslenme modelleri ile bile en fazla %20-25’i yiyecek içeceklerle kazanılabiliyor. %80’inden fazlası güneş ışınları –güneş ışınlarında bulunan ultraviyole B ile cildimizde bulunan bir hormon ön maddesinden üretiliyor. Her 3 kadından 2’sinin, her 2 çocuktan birinin ve yetişkin erkeklerin önemli bir kısmının D vitamini rezervleri olması gerekenin çok altında. Rezervlerimizi yılda en az bir kez kontrol ettirmeliyiz. Değerler 20’nin altındaysa ciddi, 50’nin altındaysa yetersiz demektir. İdeal olan 50-100 ng/mr arası.
İNSÜLİNİNİZ YÜKSEK Mİ?
İnsülin son yıllarda en çok konuşulan hormonlardan biri. İnsülin fazlalığı özellikle orta yaş ve sonrasında çok yiyip az üreten, gereğinden fazla kalori yüklenip de harcamayı –yani aktif hayat sürmeyi- ihmal eden şehir insanının en önemli sorunlarından biri haline geldi. Kandaki insülin seviyesi arttıkça insülin direnci denilen durum ortaya çıkıyor. İnsülin direnci ise reaktif hipoglisemiden gizli şekere, şeker hastalığından kalp damar hastalığı ve felce, hatta hipertansiyona ve kansere kadar uzanan bir yolculuğun başlangıç noktası. Kısacası insülinin fazlalığı daha kısa ömür, sağlıksız yaşlanma ve sağlık problemi demek. Bu nedenle lütfen açlık insülin değerlerinizi de ölçtürünüz, sadece açlık şekerinize değil, açlık insülininize de baktırınız. Açlık insülin rakamınız 5’in üstündeyse, hele hele 8’i geçiyorsa bel çevrenizi ölçünüz. Kadınlarda 88 cm, erkeklerde 102 cm’yi geçen bel çevresi ölçümleri sağlık sorunlarının hazırlayıcısı anlamına geliyor.
B 12’NİZ DÜŞMESİN!
Çok yaygın bir sağlık sorunumuz daha var: B12 vitamini noksanlığı! B 12 vitaminini biz üretemiyoruz. Onu gıdalarla almamız, midemizde ürettiğimiz bir faktörle birleştirmemiz ve sonra da sağlıklı ve biyolojik dengesi mükemmel, probiyotik gücü kâfi bir bağırsak florasından geçirip bedenimize kazandırmamız gerekiyor. Ama ne var ki ya beslenme hatalarımız –et, yumurta, süt ürünü tüketmemek, vejetaryen beslenmek-, ya mide sorunlarımız –atrofik gastrit-, ya yuttuğumuz ilaçlar –metformin- ya da çok sayıda bağırsak hastalığı nedeniyle çoğu zaman da probiyotik gücümüzün fakirliğinden ihtiyaç duyduğumuz kadar B 12 vitamini almıyoruz. B 12 vitamini yaşamsal bir madde. O olmadan kan hücrelerimiz, beynimiz/belleğimiz, daha pek çok sistemimiz yeteri kadar verimli olamıyor. Unutkanlık, yorgunluk, bağışıklık zayıflığı, kansızlık ve daha pek çok sorun ortaya çıkabiliyor. Bu nedenle yıllık sağlık analizlerinizin içine B 12 ölçümlerini de ekletiniz. Rakamın 500’ün altında olmamasına özen gösteriniz. 500-1000 arasındaki rakamlar optimal değerlerdir. Eğer B 12 seviyeleriniz düşük çıkmışsa bunun nedenini ve nasıl düzeltileceğini doktorunuz size anlatacaktır.
Alerjik tepkilerimizin sorumlusu, bağışıklık sistemimizdir. Virüslere karşı geliştirdiği saldırı yöntemlerinin benzerlerini bazı maddelere, örneğin polenlere, tozlara, kimyasallara veya gıdalara karşı da oluşturup vücudumuzu korumaya çalışır.
Alerjik tepkimelere neden olan maddelerden uzak durmak ilk akla gelen çözüm olmakla birlikte günlük yaşantıda gereğince yerine getirilemeyebilir. Bağışıklığı güçlü tutmak, vitamin, mineral veya besin desteklerinden faydalanmayı düşünmek de önemli korunma çabaları arasındadır.
Bu nedenledir ki özellikle bahara girerken bağışıklığımızı güçlendirmeyi daha sık gündeme getirir, doktorumuza korunma yöntemleri konusunda fikir danışırız.
TEHLİKELİ OLABİLİR
Alerjik tepkilerin nedeni, bağışıklık sisteminin oluşturduğu gereğinden daha şiddetli, zamansız ve ölçüsüz yanıtlardır. Bedenimiz, dış ortamdan gelebilecek saldırılardan deri ve mukoza yardımıyla korunur. Alerjinin oluşması, deri ya da mukoza engelinden birinin kırılmış, bozulmuş olduğu anlamına gelir.
Yaşlılık döneminde karşılaştığımız sağlık sorunlarının da, gençlik ve orta yaş dönemlerinde canımızı sıkan kilo problemlerinin de arka planında gözden kaçan önemli bir sağlık problemi var: HİPERİNSÜLİNEMİ!
“İnsülin fazlalığı sorunu” zannedildiğin çok daha önemli bir sağlık düşmanı. Kanımızda dolaşan insülinin miktarı arttıkça bir sürü sağlık tehdidi birbiri ardına ortaya çıkmaya başlıyor. Artıyor çünkü insülin artması “bağışıklığın baskılanması/pıhtılaşma sisteminin bozulması/iltihabi süreçlerin hızlanması/hücrelere yönelik yaşlandırıcı ve hasta edici oksidatif stresin artması/kan yağ dengesinin bozulması/ürik asit seviyelerinin yükselmesi/kan basıncı ayarının güçleşmesi/her şeyden önemlisi kan şekerinin artması, şeker hastalığının kapımızı çalması” anlamına geliyor.
Hiperinsülinemiye bağlı sorunlar yukarıdaki destan (!) ile sınırlı da değil aslında ama problemin büyüklüğünü, tehdidin ciddiyetini anlatmak için bu kadarı yeter sanırım.
Sağlıklı bir bünye pankreastan makul miktarlarda insülin üretimine izin veriyor ve sağlıklı bir insanda kan insülin seviyesi ortalama 5’i geçmiyor. Bu rakam 5 üniteyi geçtiğinde ise ortalık karışıyor! Hele hele 10 ve üstüne çıktığında sistem adeta kilitleniyor, “İNSÜLİN DİRENCİ” sorunu kaçınılmaz hale geliyor.
İnsülin direnci hafife alınacak bir problem gibi gelmesin size. Çünkü yarattığı sorunlar sadece “göbeklenme/bel çevresi kalınlaşması” gibi masum ve estetik durumlarla sınırlı değil. İnsülin direnci demek artmış kanser, hipertansiyon, diyabet riski demek. İnsülin direnci demek yaşlılıkta bellek sorunlarıyla daha sık karşılaşma, damar sertliğiyle daha çok boğuşma, kalp krizine, felce paçayı daha çok kaptırmak demek.
Onu aklından hiç çıkaramayan, çıkarsa da yeniden tutkunu haline gelenlerimiz de var. Böyle bakıldığında belki de onu bağımlılık yapıcı maddelerle bile kıyaslamamız mümkün. İşin kötüsü şekerin “temini son derece kolay bir kimyasal” olması.
Uzmanlara göre tükettiğimiz şekerin yarısı içeceğe eklediğimiz şekerden kaynaklanıyor. Kimimiz her bir bardak çaya 2-3 şeker atarak, kimimiz meyve suyu, meşrubat, kolalı içecekleri abartarak, kimimiz de beslenme modelimize gizlice sızan meyveli yoğurtlar, soslar, ketçap gibi tat vericiler, kurabiye, kek, dondurmalarla bir şeker denizi içinde adeta boğulma noktasına gelebiliyoruz. Sağlıklı zannettiğimiz yiyecek ve içeceklerin içinde bile maalesef bol miktarda şeker var.
Bilimsel veriler günlük toplam kalori tüketimimizin en fazla yüzde 10’unun şekerden gelmesine izin veriyor. Bu miktara bal, reçel, pekmez, meyve, meyve suları ve yiyeceklerimize eklenmiş her türlü şeker de dâhil. Ne var ki bu miktar ölçüye vurulduğunda bu değer son derece sınırlı miktarda şekere denk geliyor, kadınlar için 6-8 çay kaşığı, erkekler için 9-10 çay kaşığı kadar şekere tekabül ediyor. Oysa sadece bir kutu kolalı içeceğin içinde var bu miktar şeker. Kısacası şekerden korunmak, şeker bağımlılığından kurtulmak öyle zannedildiği kadar kolay bir süreç değil. Sorunu çözmenin zorluğu yalnızca gıdalara eklenen fazla şeker oranları da değil. Biz de suçluyuz. Suçluyuz çünkü şeker bizi mutlu ediyor. Beynimizdeki serotonini arttırıyor, kendimizi daha iyi hissetmemize, hatta bazen sevinçten havalara uçacak hale gelmemize sebep olabiliyor.
Evet, belki başlangıçta havaya uçacak kadar enerjik oluyoruz ama bu doping en fazla 1-2 saat, hatta bazen birkaç dakika sürebiliyor. Sonrası malum, karmakarışık bir kafa, derin bir mutsuzluk, uyuşukluk, bitkinlik ve yorgunluk hali, hatta ardı arkası kesilmeyen uyuklamalar...
Ne yapıp yapın şekeri hayatınızdan çıkarmanın en azından “azaltıp minimuma indirmenin” bir yolunu bulmalıyız. “Ben bu işi çok denedim ama başaramadım!” diyorsanız yarını bekleyin, şeker bağımlılığından kurtulmanın yollarını yarınki yazımda anlatacağım...
Çoğumuzun kafası hâlâ karışık. Her gün bir yumurta yemek doğru mu? Çocuklarımıza her sabah bir yumurta yedirebilir miyiz? Kalp hastası olanlar yumurta yemeli mi, yememeli mi? Bu sorulardan sadece bazıları. İşte size kısa bir “yumurta ve beslenme” özeti.
Yumurta çok önemli bir besin. Mükemmel bir besin içeriği var. Yapısındaki protein, yağ ve diğer besinsel unsurlar son derece değerli. Protein yapısının üzerinde ayrıca durmak lazım.
Bir yumurtada 6 gramdan fazla protein var ve içerdiği proteinler dokuz elzem aminoasidin tamamını bulunduruyor. Yumurta en değerli “kolin” kaynaklarımızdan birisi.
Kolin yumurtanın sarısında bulunuyor, bir günlük toplam kolin ihtiyacımızın üçte birini sadece bir yumurta sarısı karşılayabiliyor. Kolin beyin sağlığı ve iltihabi süreçlerin baskılanması söz konusu olduğunda önemli bir madde.
Yumurta eğer bahçelerde, tarlalarda, meralarda beslenen, yani yapay yemlerle değil de doğal ortamda, doğal besinlerle beslenen tavuktan elde edildiyse bol miktarda omega-3 de içeriyor. Bu çok önemli bir nokta.
Önemli, çünkü özel çiftliklerde yapay yemlerle beslenen tavukların yumurtalarında maalesef yeteri kadar omega-3 yok. Zaten bu nedenle de “omega-3 ile zenginleştirilmiş yumurtalar” da satılıyor.
Tiroid hastalıkları, ülkemizde beklenenden daha yaygın görülüyor. Bu nedenle özellikle kadınlarımızın bu önemli iç salgı bezinin ne durumda olduğuna dikkat etmeleri gerekiyor.
Tiroid bezi, adeta bir orkestra şefi. Bu bez, metabolizmamız dâhil pek çok süreci ürettiği iki hormonla (T3, T4) tek başına mükemmel bir düzen içinde tıkır tıkır sürdürüyor.
Ama hastalandı mı işler karışıyor.
Gereğinden çok ya da az hormon üretmeye başlıyor, çokluğu “hipertiroidi”, azlığı “hipotiroidi” adını alıyor.
“HİPER” MİSİNİZ?