Tansiyon tedavisine ne zaman başlanmalı?
Kan basıncı düşük olanlar daha az sağlık sorunu yaşıyor, orası kesin. Bu insanların ortalama yaşam süreleri daha uzun. Ama yüksek tansiyon sorunu yaşayan ve tedavi ile kan basıncını normal sınırlar içinde tutanların da yaşam süresi uzuyor.
Eğer tekrarlanan ölçümlerde kan basıncınız 140/90 mm/Hg’nin üzerinde bulunduysa öncelikle stres yoğunluğu, kilo fazlalığı, aşırı tuz tüketimi, uykusuzluk, aşırı alkol kullanımı gibi sorunları bertaraf etmelisiniz.
Bu önlemler yeterli olmazsa ve doktorunuz erken başlanan tedavinin hipertansiyona bağlı kalp krizi, felç, böbrek yetmezliğinden sizi koruyabileceğini düşünüyorsa ilaç kullanmaya başlayabilirsiniz. Tedavinin amacı ve hedefi kan basıncını mümkünse 130/80 mm/Hg’nin altında tutmaktır. Bu rakam, özellikle böbrek yetmezliği veya kan şekeri yüksekliği olanlarda tutturulmaya çalışılmalıdır.
En doğru kararı yaşınıza, genetik mirasınıza, mesleğinize ve genel sağlık durumunuza bakarak hangi ilacın kullanılacağını, kullanım zamanı ve dozlarını ayarlayacak olan doktorunuz verecektir.
Özellikle ailesinde hipertansiyon sıklığı fazla, kalp krizi, felç riski yüksek olanların yaşam tarzlarını gözden geçirmeleri ve yanlış alışkanlıklarını birer birer terk etmeleri şarttır.
Farklı LDL tiplerini ne zaman ölçtürmek gerek?
Avantajınız bununla da bitmez, refah düzeyi yüksek bir toplumun üyesi iseniz “alın yazınızın uzunluğu” bizde olduğu gibi birkaç yüz sayfalık bir roman değil, bir iki paragraflık cümlelerden ibarettir.” Bunları bana yıllar önce yanında çalıştığım hocam (Dr. Saliha Yalçın) söylemiş ve sonra da eklemişti: “Hiç dikkat ettin mi, insanların alın yazısı Batı’dan Doğu’ya gittikçe nedense daha bir uzun oluyor!” Doğruydu! Doğruydu çünkü alın yazısı zannettiğimiz şeylerin çoğu aslında eğitimsizlikten, dikkatsizlikten ve tedbirsizlikten başka bir şey değildi. Ve zaten bu nedenle de İsveç’te, Norveç’te, Fransa ya da İngiltere’de bilemediniz 3-5 can alan bir “kaza”, bizde ya da komşumuz ülkelerden birinde 300-500 kişinin canına mal olan bir “facia”ya dönüveriyordu.
İnşallah bu sefer de başımıza gelenleri, “kömür karası, yürek yarası” şehitlerimizin ocaklarına düşen ateşlerin sebebini yine sadece alın yazısına bağlayıp geçiştirmek gafletine düşmeyiz. İnşallah bu “son ders” olur bizim için ve böyle olayların “bir daha nasıl tekrarlanmaması” gerektiğine yönelik köklü ve kalıcı dersler ediniriz.
BU YAS HİÇ BİTMEZ
Ulusça yastayız. Yasımız öyle üç günde filan bitecek gibi de değil ve emin olunuz ki bu yasın en çok etkilediği meslek gruplarından biri de ölümle çok sık yüz yüze gelmemize rağmen biz doktorlarız. İnsan ömrüne “daha az acı, ıstırap girmesini sağlamak hatta tümden engellemek, ömrünü huzur ve keyif içerisinde sürmesini temin etmek ve bu arada mümkün olursa Allah’ın takdir ettiği ömre daha çok sağlık, güç ve esenlik vermek” için yıllarını veren; nöbetlerde, acillerde, ameliyatlarda ter döken biz doktorlar bu tür kazaların aramızdan bir anda alıp götürdüğü yüzlerce şehitle yüz yüze gelince maalesef darmadağın oluruz. Bu sefer de böyle oldu. Evet, bu gibi zamanlarda söylenecek söz çok ama yapılacak çok fazla bir şey yok maalesef. Sözün bittiği, yüreklerin eridiği bir yerdeyiz tam olarak. Peki, ne yapmalıyız? Nasıl yapmalıyız? Sadece “acıyı paylaşmak” yeter mi? Benim naçizane önerilerim şunlar...
ZAMAN PAYLAŞMA ZAMANIDIR
Böyle zamanlarda hayata ve birbirimize daha bir sıkı sarılmalıyız. Daha çok çoğalmalı ve paylaşmalıyız. Ailelerimize, eşimize, dostumuza, komşumuza, akrabamıza ama tabii ki her şeyden önce de Soma’daki acılı insanlarımıza daha çok sahip çıkmalıyız. Tabii ki olan biten soruşturup araştırılacak ama biz de kendimizi olumlu düşünmeye zorlamalıyız. Acımızı içimize gömerek, olumlu, yapıcı ve umut verici duygularla kendimizi avutmaya çalışmalıyız. Beynimize iyi ve güzel şeyler adapte etmeyi becerebilmek, bütün bu olan bitene rağmen olumlu/pozitif kalabilmek en çok da böyle zamanlarda lazımdır. Ayrıca “duanın gücünden istifade etme”nin özellikle böyle zamanlarda her zamankinden daha çok lazım olduğunu unutmayalım. Olan bitenin nedenlerini araştıralım ama yine de “yardım istemeyi ve sığınmayı” unutmayalım. Bu en azından geride kalanların, şehitlerimizin ailelerinin, akrabalarının kendilerini daha çok güvende hissetmelerini, endişe ve üzüntüleriyle daha kolay mücadele etmelerini sağlayacak önemli bir destektir.
Masmavi gökyüzünün aydınlattığı bedenlerimiz kışa göre 1000 kez daha fazla ışıldayıp serotonin salgılayarak canlanıyor. Artan ışınlar D vitamini düzeylerimizi de yükseltecek diye sevinçliyiz. Ancak güneş ışınları hakkında “azı karar çoğu zarar” bir durum olduğunu da akıldan çıkarmamak gerek. Bugün, Yaşasın Hayat ekibinden, çalışma arkadaşım Dr. Evren Altınel’in hazırladığı güneş ile ilgili kısa ve açık “hap bilgiler”i sizinle paylaşmak istiyorum. Hep birlikte okuyup sağlıklı, huzurlu, hareketli, canlı ve keyifli bir yaza hazırlanalım.
BİR SORU
Güneş alerji yapar mı?
Yaklaşık 10 kadından biri, daha ilk güneşe çıktığı saatlerde, yüzünde, göğsünde beliren küçük, kırmızı, kaşıntılı noktacıklar nedeniyle güneşlenmeye hızla veda eder. Güzelim yaz mevsimi, değerli tatil günleri “gölge”leniverir.
Güneş alerjisi denilen bu durum gerçek bir alerjik reaksiyon değildir. Bu döküntülerin nedeni, cildi güneş ışınlarına karşı aşırı duyarlı hale getiren yerel, toksik yanıtlardır. Güneşe çıkılan ilk günlerde, güneş ışınlarının (UV=ultraviyole, A ve B) özellikle UVA’nın etkisi ile gelişen bu soruna bazı ilaçlar, ağrı kesiciler, antidepresanlar, fibratlar, kinidinler de neden olabilir. Hatta güneş kremlerinin bileşenlerinden bazıları da bu ilaçlarla reaksiyona girebilir.
Kadınlarda daha sık görülmesi, 18 yaşından önce, 50 yaşından sonra pek rastlanmaması açıklanabilmiş değil. Annesinde güneş alerjisi olan genç kızlarda daha erken yaşlarda görülebilir. Koyu tenlileri de etkileyebilir.
Büyüklerimizin bizleri daha akıllı, mantıklı ve düşünceli davranmaya özendiren bir yaklaşımı olarak değerlendirdiğim bu deyimi yıllar geçtikçe başka açılarıyla da görmeye başladım. Hem hekim hem de yaş alan bir insan olarak yaşlanmanın doğal süreçlerinden biri olan bellek sorunlarından ne kadar ürktüğümüzü gözlemliyorum. Başkalarının yardımına muhtaç kalmak çok üzücü. İşte bu nedenden ötürü zihinsel yeteneklerimizdeki azalmanın “başkalarına bağımlılık” yaratarak “aileye, eşe, dosta yük olunacağı” düşüncesi ile endişeleniyoruz.
Alzheimer hastalığına yakalanmak bellek kaybına ilişkin korkuların tepe noktasıdır. “Alzheimer’lı” olmak birçok anlam taşır: Bağımsızlığını kaybetmek, aile fertlerine bağımlı biri haline gelmek, bakıma muhtaçlık, huysuz bir ihtiyarlık...
Tıp alanında elde edilen onca başarıya rağmen Alzheimer’ın tedavisinde alınan mesafe henüz bir arpa boyu kadar bile değildir. Kullanılan ilaçların sayısı bir elin parmaklarını geçmez.
Hastalığı önleyen etkin önlemlerin neler olduğunda ise henüz tam bir fikir birliği yoktur. Tedavideki yetersizliklerin başlıca nedeni hastalığın oluşumundaki süreçlerin neler olduğunun henüz yeterince aydınlanmamış olmasıdır.
Bu olumsuz bilgilerle canınızı sıkmanıza gerek yok. Durum o kadar umutsuz değil. Yaşam tarzınızda yapacağınız bazı küçük değişikliklerin Alzheimer hastalığından korunmada büyük yararları olabilir. Unutmayın! Belleğinizi koruyucu yolculuk da küçük ama etkili ve doğru adımlarla başlar.
İLK ADIMLAR...
Yaşasın Hayat ekibi olarak bugün bu tür karışıklık yaratabilecek yerleşmemiş bilgiler yerine “beslenmenin anayasası” haline gelmiş temel bazı kuralları size yeniden hatırlatalım diye düşündük. Umarız işinize yarar...
1- AZ YİYİN
Eskiye oranla daha fazla kalori tüketiyoruz. Üstelik bu kaloriler vitamin, mineral, antioksidan, kaliteli protein ve yağlardan yana zengin olmak bir yana, toksik yani zehirli kaloriler. Kısacası gereğinden fazla yiyoruz ve seçtiğimiz besinlerin çoğu zararlı.
Sofradan tıka basa doymadan kalkmayı, hatta azıcık doyunca yemeğe ara vermeyi alışkanlık haline getirmenizi tavsiye ediyorum; özellikle 50’li yaşlardan sonra canın boğazdan gelmediğini, aksine boğazdan gittiğini unutmayın.
Boş kaloriler yerine besin değeri yüksek gıdaları tercih edin ve herhangi bir öğünde aldığınız toplam kalorinin 750’yi aşmamasına özen gösterin. Ayrıca, sık sık ve az az yiyerek hipoglisemi problemine engel olabilir, insülin direncini kırabilir ve ideal kilonuzu koruyabilirsiniz.
2- ATIŞTIRMALARA DİKKAT EDİN
Yaz yaklaştı ya diyet konusu yine ve yeniden hem de bütün ağırlığı ile gündemin ilk maddesi oluverdi. Herkeste tatlı bir telaş, kış kilolarından kurtulma hevesi var. Zaten bu heves de gazetelerde birbiri ardına diyet dizilerinin boy göstermesine yol açtı.
Önce şunu net ve açık olarak belirtelim: Her diyet herkese uymaz, her diyet herkeste çalışmaz, bazıları için işe yarayan bir diyet, diğerleri için zararlı olabilir.
Gazete ve dergilerde gördüğünüz diyetleri kesip uygulayarak ya da arkadaşlarınızın tavsiye ettiği rejimleri kopyalayarak iki-üç kiloluk fazlalıklarınızı verebilirsiniz ama kilo sorunu olan biriyseniz ve vermeniz gereken kiloların miktarı, kurtulmanız gereken yağların toplamı 4-5 kilodan fazlaysa eğer bu sistem çalışmaz.
Bu köşenin devamlı okurlarının hafızası güçlü olanlarından bazılarının “Hocam, siz de bu köşede birkaç defa diyet mönüleri yayınladınız, madem çalışmıyor siz neden böyle yaptınız?” diyebileceğini biliyorum. Anlatayım...
Düşük glisemik indeksli diyetler dengeli bir protein, yağ ve karbonhidrat yapılanması içerdiklerinden hemen herkeste işe yarar. Bu diyetlerin herhangi bir şekilde sağlığı olumsuz etkilemesi de mümkün değildir ve sorununuz yukarıda da belirttiğim gibi iki-üç kiloluk fazlalıksa tercih edebileceğiniz en problemsiz diyet modeli, düşük glisemik indeksli diyet modelidir.
Bu köşede okuduğunuz, kesip sakladığınız ve uyguladığınız örnek mönülerde yönetici diyetisyenimiz Nilüfer Bayram tarafından hazırlanmış bir, iki, üç haftalık örnek glisemik indeks diyetleridir. Ve amacı size iki-üç haftalık bir süreçte iki-üç kiloluk bir yağ kaybı sağlamaktır.
Ama siz siz olun, hiçbir zaman bu tip bilimsel normlara uygun mönüler dışında fotokopi diyetlere güvenip de kilo sorununuzu çözmeye kalkmayın.
Hamilelik dönemi her kadın için beslenmede bazı değişimler yapılması gereken bir zaman dilimi ama değişim sadece yiyecek içeceklerle de sınırlı kalmamalı. Bazı vitamin, mineral ve besin unsurlarından da destek alınmalı.
Örneğin hamile kalmaya karar veren birinin demir eksikliği olup olmadığını araştırması ve eğer varsa eksiğini yerine koyması lazım.
Aynı şekilde D vitamini, B12 vitamini noksanlığı varsa bunları da tamamlamalı.
Ama bazı besin unsuları var ki eksik mi, değil mi diye düşünmeye bile lüzum yok. Mesela bir omega-3 yağ asidi olan DHA böyle bir madde. Bedendeki miktarı ne olursa olsun ek olarak takviye edilmesi lazım. Bbu takviye annenin doğum sonrası depresyona girmesini de, bebeğin daha iyi bir beyin gelişimini de kesinlikle destekliyor. Aynı durum folik asit için de söz konusu.
Eğer hamileliğe hazırlanıyor ve yakın zamanda hamile kalmayı planlıyorsanız, günde 400 mikrogram civarında folik asit desteği kullanmanız gerekiyor. Çünkü yetersiz folik asit seviyeleri ile doğan bebeklerde bazı nörolojik kusurların oluşma ihtimali yüksek.
Nöral tüp (beyin ve omuriliği oluşturan yapı) bozuklukları olarak adlandırılan bu problemleri önlemenin yolu anneye hamilelik öncesinde yeteri kadar folik asit (bir tür B vitamini) kazandırmaktan geçiyor.
Tüm dünyada, her yıl yaklaşık 300 bin bebeğin nöral tüp bozukluklarıyla, yani açık omurga, beyin defektleri gibi problemlerle doğduğu ve çoğunun hayatta kalmadığı göz önüne alınırsa, anlatmak istediğim şeyin ne kadar önemli olduğu anlaşılacaktır.
ALTMIŞLI yaşları bitiren herkes yaşlanmanın nimet ve zahmetleri ile tanışır. “Nimet” ve “zahmet” sözcüklerini özellikle kullandım, yaşlanma süreci nimet ve külfetlerin iç içe olduğu farklı bir zaman dilimi. Nimetlerin mi, zahmetlerin mi ön planda olacağına ise genetik mirasımız, paramız, pulumuzdan çok biz karar veriyoruz. “Yaşlanıyorum, ne yapayım?” diye soranlara benim ilk tavsiyem ise şu olur: Yaşlanmak tabiî ki biraz yorgunluk, ağrı, uykusuzluk, kabızlık, biraz tansiyon ve şeker yükselmeleri, görme ve işitme kayıpları, cinsel güçsüzlük getirebilir ama onun da kendine göre hoş, keyifli, güzel yanları vardır ve iyi yaşlanmak istiyorsanız eğer onun zahmetlerinden çok nimetlerine odaklanmalısınız. Nimetleri neler diye merak ediyor musunuz? Buyurun...
TIBBİ TERÖRE DİKKAT!
Eğer sizin de “yaşlanıyorum, ne yapayım?” gibi bir sorunuz varsa biliniz ki bu işin anahtarları başkalarında değil, sizdedir. İlk anahtar da sizin ona özellikle kırklı yaşlardan sonra “nasıl hazırlandığınız?” ile ilişkilidir. “Sağlıklı yaşam” takıntısına takılmadan, tıbbi terörün ve “çakma sağlık teröristlerinin” kurbanı haline gelmeden de bunu yapabilmelisiniz. Örneğin –tekrar olacak ama- kötü alışkanlıklardan, yanlış besinlerden, hareketsizlikten, uykusuzluktan, stresten, olumsuz düşünce ve duygulardan ve “yanlış bilgilerden” uzak duracak, mümkün olan her şeyi haz duyarak, keyif alarak, içine tat ve umut katarak yapmaya gayret etmelisiniz. Eğitiminizi yaşlanırken de sürdürmeyi, hijyenik kurallara özen göstermeyi unutmamalı, güzel ve sağlıklı bir çevrede, iyi ve güzel insanlarla birlikte yaşlanmanın bir yolunu bulmalısınız. Sağlık kontrollerinizi düzenli yaptırmalı, sağlık problemleriniz varsa eğer çözümü ertelememeli, ufak tefek sorunları da problem haline getirmemeliyiz. Başınıza gelen bazı sorunları ciddi olsalar bile onları ufak tefek sıyrıklarla, olumlu anlam yüklemelerle atlatmanın bir yolunu bulmaya çalışmalısınız...
MUTLAKA ‘HUZUR HAPI’!
Yaşlılıkla ilgili konuşulacak, yazılacak daha pek çok şey var ama bu yazının temel mesajı şu olmalı: Yaşlanmak bir hastalık hali, kavga edilecek bir sorun değil, hayatın güzel bir dönemi. Eğer iyi yaşlanmak, keyifli ve huzurlu bir yaşlılık süreci geçirmek istiyorsanız sadece ne yiyip içtiğinize, hangi vitaminleri yutacağınıza, hangi egzersizleri yapıp hangi sağlık kontrollerinden geçeceğinize odaklanmayın. İyi yaşlanmanın yol haritasında bu yazdıklarımdan çok daha farklı, çok daha sıradan, basit ama etkili faktörler de var ve bana göre en önemli faktör –daha önce de sık sık yazdım- huzur haplarını almayı asla ihmal etmemektir. Bir süre önce kaybettiğimiz dünyanın en ünlü yaşlanma uzmanlarından biri olan Buttler de benimle aynı düşüncedeydi ve şunları yazmıştı: “İyi yaşlanmanın bir anahtarı da huzur ırmağına yakın durmaktır.”
TOPRAK İYİYSE YAĞMUR GELİR
Benim tavsiyem “huzur”u ilk ve değişmez anahtarınız yapmanız, huzur ırmağına yakın durmakla yetinmeyip içine girmeniz, kendinizi onun dinginliğine bırakmanızdır. Tabi ki kendinize iyi bakmayı da sürdürün. Kendinize iyi bakar, bedeninizi –toprağınızı- temiz tutar, zamanında havalandırır, gübresini, ilacını zamanında verirseniz suyunu hiç merak etmeyin. Çünkü “toprak iyiyse yağmur mutlaka gelecektir!”
YAŞLILIK ÜZERİNE