Vücut ağırlığının yalnızca yüzde 2’sini oluşturmasına rağmen kanımızdaki şekerin neredeyse yüzde 20’sini tek başına kullanan beyin dokusunun şeker azlığına tahammülü son derece sınırlıdır.
Kandan istediği miktarda şekeri alamayan beyin hücreleri özellikle kan şekerindeki azalma birden bire oluşmuş, hele bir de şekerimiz çok düşmüşse ne yapacağını bilemez hale gelir!
Beyin hücrelerinin içine düştükleri şaşkınlığın temel işaretleri ise “hipoglisemi belirtileri” olarak bilinir:
Sersemlik ve uyku hali ya da birden bire ortaya çıkan sinirlilik tepkileri, ellerde titreme, terleme, zor konsantre olma, unutkanlık, baş ağrısı, kolay karar verememe, baş dönmesi, şiddetli ve ani başlangıçlı yorgunluk atakları bunların en sık karşılaşılanlarıdır.
Daha kolay anlaşılması için basitçe şöyle de düşünebiliriz: Şeker ihtiyacı yeteri kadar karşılanamadığında beyin enerji bulamayan ve üretemeyen, voltajı düşmüş bir elektrikli cihaz haline gelmekte, yapması gereken görevleri yerine getirememekte ve adeta “arızaya” geçmektedir!
NE OLUYOR?Hipoglisemi nedeniyle beden hücrelerinin içine düştüğü durum da aslında diğer belirtilerin ortaya çıkmasının beklenen bir sonucudur.
Eyvah, selülitim var!
Bedenimizde yaklaşık 30 milyar yağ hücresi var. Bu hücrelerin hacim kazanması yani yağ artışı, vücudumuzun su tutması, dolaşım yetersizliği, hormon dengelerinde bozukluklar, dokularda sertleşme bir araya gelerek selülite yol açıyor. “Her tarafım yusyuvarlak oldu!” Kalın bir cilt-cilt altı tabakanız, yumuşak, ağrısız, tüm bedeninizde yaygın, kilo fazlasının da eşlik ettiği bir selülitiniz var. Sizin öncelikle beslenmenize dikkat etmeniz, düzenli olarak aerobik aktiviteleri uygulamanız, bol bol yürümeniz gerekiyor. “Çok sarktım. Yumuşacığım. Sanki hiç kasım yok!” Kas kitleniz yetersiz, cildiniz gevşek, iki parmak arasında sıkıştırınca çok ağrı yapan, girintili çıkıntılı bir selülitiniz var. Öncelikle proteinde zengin bir beslenme programı ile işe başlamalısınız. Mutlaka direnç egzersizleri de yapmalısınız. “Bacaklarım çok şişti!” Bacaklarınızda dolaşım bozukluğu, lenf dolaşımı sorunu yaratabilecek hormonal dengesizlik, su tutulmasına yol açacak bir mineral eksikliği ya da fazlalığı olabilir. Tuz tüketiminize dikkat etmelisiniz. Yürüyüş, bisiklet ve su jimnastiği size uygun aktivitelerdir.Dr. Evren ALTINEL
BİR BİLGİ
Çilek mideye iyi geliyor
Çilek, mide ülseri oluşumunu engelleyebiliyor, hatta var olan ülserin düzelmesini sağlıyor. Bir laboratuvar çalışması sonucu deney farelerinde elde edilen bu sonuç, eminiz “çileksever”lerin yüzünü güldürecektir. Bilim adamları, çilekteki antioksidan maddelerin (C vitamini, ellajik asit ve diğerleri) mideyi kaplayan mukozayı sanki bir iltihap kurutucu gibi koruduğunu, ayrıca bağışıklığı güçlendirip enzimleri artırarak direnci yükselttiğini düşünüyorlar. Hem görünümü, hem kokusu hem de lezzeti güzel bu meyvenin 100 gramının yaklaşık 32 kalori olduğunu da anımsatalım. Mevsimi gelmişken sıkça ve kararınca tüketilebilir.Dyt. Erinç ATAY
BİR TARİF
Buzlu yeşil çayla canlanalım
2 tatlı kaşığı yeşil çay yaprağını yarım litre suda demleyin. Ardından bir sürahiye süzün, içine yarım litre daha soğuk su, 2 adet çubuk tarçın, 2 dilim taze zencefil, 1 adet biberiye dalı ve yarım limonlu dilimleyerek ekleyin. İster içine buz da katarak taze için, ister akşamdan hazırlayarak buzdolabında soğutun ve gün boyu tüketin. Hem metabolizmanızı canlandırın hem tazelenin.
HİPERTANSİYON, diyabet ve obezite... Bu üçlü neredeyse ‘çete’ gibiler. Üçünün de temel hedefi damarlarımız! Özellikle diyabet ve hipertansiyon bilinen en tehlikeli damar düşmanları. Bu ikilinin özellikle göz, kalp, beyin ve böbrek damarlarının canına okuduğu, esnekliği bozduğu, içlerinde ateroskleroz plakaları oluşturduğu kesin. Zaten bu nedenle de bu üçlünün her biri tek başına birer beyin damar hastalığı/demans-bunama/felç-inme nedeni. Her biri birer koroner damar hastalığı/enfarktüs/kalp yetmezliği/anevrizma sebebi. Ayrıca böbrek fonksiyonlarını bozma ve böbrekleri beklenenden daha hızlı yaşlandırma konusunda son derece ustalar. Bitmedi… Bu üçünün yaşlandıkça ön plana çıkmasında genetik faktörlerin de etkisi var. Örneğin anne ya da babanızın biri hipertansiyonlu ise sizin de yaşam boyu yüksek kan basıncına yakalanma olasılığınız %25 artıyor. Anneniz ve babanızın her ikisinde de yüksek kan basıncı varsa riskiniz %60’a yükseliyor. Benzer oranlarda genetik risk diyabet için de, obezite için de söz konusu.
YENMEK SİZİN ELİNİZDE
İstatistik rakamları kötü ama size iyi haberlerim var. İster yaşlanmaya, ister genetik mirasa, isterse sonradan geliştirdiğiniz yaşam tarzı yanlışlarınıza –kötü beslenmenize, az hareket etmenize…- bağlı olsun bu üçlünün tamamını yenilgiye uğratmak elimizde. Araştırmalar gösteriyor ki yapacağımız şey sorunu daha baştan fark edip önlemek ya da fark ettiğimiz andan itibaren tedaviyi sadece ilaçlara bırakmayıp bir çözüm ortağı gibi hareket ederek yaşam tarzımızı değiştirmektir. Yeter ki bu değişikliklerin neler olduğunu öğrenin ve bir an önce başlayın. Bunları kalıcı hale getirin.
ÇOK HAREKET, AZ TUZ
Sadece tuzu azaltmanız hipertansiyonu, şekerli yiyecekler, rafine karbonhidratlar ve nişastalı besinleri kısıtlamanız diyabeti, toplam kalori kazanımınızı azaltmanız ise obeziteyi kontrol etmede zannettiğinizden çok daha fazlasını sağlıyor. Bu üçlüyü kontrol etmede yapmanız gereken diğer değişimler ise aynı: Daha çok hareket edecek, aktif, egzersiz yoğunluğu yüksek bir hayat tarzı sürüp daha güzel uyumaya, daha az stresli, depresyondan uzak, daha keyifli bir hayat sürmeye, alkolden, sigaradan ve gereksiz ilaç kullanımından uzak durmaya gayret edeceksiniz. Kısacası ‘çağın vebası’ olarak kabul edilen bu ölümcül üçlüyü kontrol altında tutmanız, eğer varsa genetik mirasınızdaki tohumların kök salıp çiçek açmasına, hele hele meyve vermesine engel olmanız her zaman ve her yaşta mümkün ve kolaydır.
Hipertansiyonunuz varsa...
KAN basıncınızı düzenli olarak izleyin. (Tansiyonunuzu ölçmeden önce 5 dakika oturup dinlenin.)
Hücreden dokuya, dokudan organa, sonra da bedenden ruha ulaşan şaşırtıcı, hatta akıl almaz özelliklerimiz saymakla bitmez. Kendi kendine iyileşme yeteneğimiz ise bunların en önemlilerinden biri. Hepimizin müthiş bir kendi kendini yenileme gücü var ve bu güç bedenden çok ruhtadır.
Geleneksel tıp bu güce “PHYSIS” diyor. Bu kelimeyi “kendiliğinden iyileşme yeteneği, kendi kendini tamir ve tedavi edebilme kabiliyeti” şeklinde açıklayabiliriz. Eğer kendi haline, olağan işleyişine bırakılır, zararlı olabilecek dış/çevresel etkenlerden korunur, hele bir de usulüne uygun bakılıp beslenirse beden ve ruh bu güç sayesinde çoğu sorununu kendiliğinden zaten çözüyor.
Bunu bazen oraya, o bölgeye bağışıklık hücrelerini ya da maddelerini göndererek, bazen orada kavga, dövüş, itiş, kakış çıkarıp zararlı olabilecek şeyi -mikrobu, molekülü, yabancı maddeyi- oradan uzaklaştırarak, bazen kendi söküğünü kendi dikebilen usta bir terzi edasıyla yaparak ama mutlaka mükemmel bir el işçiliğine yaslanarak halledebiliyor.
Bunun için ihtiyacı kadar beslenmesi, enerji verecek yakıtları ve onarıp tamir edecek maddeleri kazanması, yeteri kadar dinlenip uyuması, ihtiyacı kadar hareket halinde olması ve onu üzebilecek, strese sokabilecek, endişeye, korkuya sevk edebilecek duygu ve düşüncelerden uzak kalması yetiyor.
O bazen unutarak, yok sayarak, bazen de hatırlayarak, bazen dik durup bazen “bu da geçer” deyip susarak, biraz daha fazla yiyerek ya da oruç düzeyine varacak yiyecek kısıtlamaları yaparak, daha az ya da daha çok uyuyarak, kısacası şu veya bu şekilde ama mutlaka kendi işini kendi yapmaya, sorununu çözüp yoluna devam etmeye bakıyor.
Bize düşen görev, beden ve ruhumuzun bu mükemmel yeteneğini aksatmamak, bu işleyişe çomak sokmamak, bedene ve ruha zarar verebilecek şeylerden mümkün olduğu kadar uzak durmak olmalıdır.
Kısacası kendimize iyi bakmamız hem zor, hem kolaydır. İster kolayınıza, ister zorunuza gelsin fark etmiyor ama mutlaka yerine getirilmesi gereken bir süreçtir.
Hiç kimse ağzının tadının bozulmasını istemez. Özellikle bizim kültürümüzde ağız tadının bozulması veya “tadı azaltacak” önlemler alınması pek hoş karşılanmaz. Zaten “tat” konusuna o kadar düşkün bir millet olduğumuzdan birini keyifli ve mutlu gördüğümüzde “huzurun daim olsun!” demek yerine “Allah ağzının tadını bozmasın!” demeyi tercih ederiz. Ağız tadının bozulmaması güzel bir şeydir ama her şey gibi onu da “makul hudutlar içinde tutmak” daha doğrudur.
Yağ gibi, şeker, un gibi “damak çatlatan” lezzetlerin bazen “damar çatlatan” tehlikeler haline gelmesine yol açan tat unsurlarından biri de tuzdur ama tuz tadı “öğrenilmiş bir tat”tır ve her öğrenilmiş, sonradan kazanılmış şey gibi düşkünlük hali dozu yavaş yavaş azaltılarak hafifletilebilir. Yani tuz kullanımınızı eğer birden bire değil de adım adım azaltmayı denerseniz, dilinizdeki tat tomurcukları zamanla buna alışır.
Sözü fazla uzatmadan hemen belirteyim: Ben sağlıklı hiç kimseye ama özellikle de tansiyonu yüksek olanlara günde 1, bilemediniz 2 çay kaşığından fazla tuz kullanmalarını tavsiye etmem.
Aşırı tuz kullananlara ise tuzu birden bire kesmeleri yerine yavaş yavaş -mesela 2 haftalık aralıklarla çeyrek çay kaşığı azaltarak- bu zaaflarından kurtulmalarını tavsiye ederim.
Göreceksiniz ki hem “tuz tehdidi” sorunundan uzaklaşmış olacak, hem de tuzun gerçek tadını maskelediği yiyeceklerdeki o doğal tatların zevkini almaya başlayacaksınız.
Prensip olarak daha az tuz kazanmayı sağlayacak tedbirlere gelince...
Bu artışın iki temel nedeni var: Kilo sorununun yaygınlaşması ve tuz tüketiminin artması. Birincisini yani kilo sorununu bu köşede sık sık dile getiriyoruz ama tuz sorunu da kullanımındaki artma da en az onun kadar önemli. Nedeni şu...
Uzmanların verdiği rakamlara göre günlük tuz tüketimimiz kişi başına 20 gramı geçmek üzere! Oysa yine uzmanlara göre bu rakamın 4, bilemediniz 5 gramı asla aşmaması gerekiyor. Sorunumuz tuzun kendisiyle değil, içindeki sodyumla ilgili.
Sodyum bedenimiz için –makul miktarlarda kazanıldığında- önemli ve olmazsa olmaz minerallerden biri. Esas görevi ise bedendeki sıvı dengesini sağlamak! Sodyumun kas ve sinir sisteminin aktivitesini doğru düzgün yapmasında da önemli katkıları var. Kasların kasılmasını ve gevşemesini etkileyen sinir sinyallerinin iletilmesinde ise anahtar minerallerden biri.
Bugün soframızda kullandığımız tuz “rafine tuz”dur ve kimyasal formülü “NaCl” yani sodyum klorürdür. İşte bu tuzdaki sodyum bedenimizdeki sodyumun en büyük kaynağıdır. Bir gram tuzun yüzde 40’ı sodyumdan, yüzde 60’ı klorürden oluşur.
İHTİYAÇ NE KADAR?Sağlıklı ve yetişkin birinin günde yaklaşık yarım gram civarında sodyuma ihtiyacı vardır ve bu miktar yaklaşık olarak bir çay kaşığından azıcık fazlasıdır. Ne kötü ki pek çoğumuz özellikle şehirlerde yaşayıp da işlenmiş gıdaları fazla tüketenlerimiz günde neredeyse 10 grama yakın sodyum alabiliyoruz. Aşırı miktarda aldığımız sodyum ise suyu damar içine çekip tuttuğu ve damarlarda dolaşan kan miktarını ölçüsüzce arttırdığından kalbimizi zorluyor. Kalbimizde artan kanı damarlarımızda dolaştırmak için damar sistemindeki basıncı arttırmak zorunda kalıyor. Bu da “hipertansiyon” anlamına geliyor.
Kısacası gereğinden fazla tuz kazanmak çok riskli ve ciddi bir problem, önemli ve tehlikeli bir sorun olan hipertansiyonun da temel nedenlerinden biri. Yemeğinize keyif olsun diye attığınız, çorbanıza lezzetlensin, salatanıza tadı güzelleşsin, yumurtanıza damaklarınız bayram etsin diye eklediğiniz sadece bir tutam tuz bile neredeyse günlük ihtiyacınızın yarısı kadar sodyumu (bir tutam tuz 200 mg civarında sodyum içeriyor) sisteminize ekleyebiliyor.
Ne zaman bunalsam, havasız, soluksuz kalsam ben de “hayat odama” sığınırım. Altı üstü 3-4 metrekarelik küçücük bir alandır. Hüzünlerimi, korkularımı, gelecekle ilgili hayallerimi kendimle bu odada paylaşır, sorunlarım ve kaygılarımla burada hesaplaşırım. Ve böyle zamanlarda içinden çıkamadığım bir problem olduğunda manevi zenginlikler ve “psikiyatri/ruh sağlığı” biliminin engin fikirlerine/düşüncelerine sığınmaya çalışır, yanıma bu konuda yazılmış bir kitabı da alırım.
Yaklaşımlarını çok beğendiğim çok sayıda psikiyatr dostum var ama kitaplarını tekrar tekrar okuduğum iki “yazar” psikiyatri hocası sanki benim “mentor”um gibi oldular. İkisiyle de çok istememe rağmen hâlâ tanışamadım. Tanışamadım ama ikisini de hayat odamda ve bu sayfada sık sık -müsaadeleriyle- misafir ettim.
Bunlardan biri Amerika’da, çok önemli bir üniversitenin psikiyatri bölümünün başkanlığını yürütüyor: Prof. Dr. Toksöz Karasu. Diğeri, çalışmalarını ülkemizde sürdüren Prof. Dr. Kemal Sayar. DR. SAYAR’A KULAK VERİN...
Kemal Hoca, sanırım halen Fatih Üniversitesi’nde öğretim üyesi. Klinik pratiğini özel ofisinde sürdürüyor. Bugünkü yazımın başlığını da onun bir kitabının adından aldım zaten. Evet, Kemal Hoca’nın da dediği gibi “Her şeyin bir anlamı var!” Başımıza gelen her şey ama her şeyin bize anlatmak istediği bir şeyler, vermek istediği mesajlar, dersler var.
Bugün konuğumuz Prof. Dr. Kemal Sayar. Onun tavsiyelerine bugünlerde daha çok ihtiyacımız var. Çünkü ruhumuz derinden, hem de çok derinden yaralanmış, kafalarımız fena halde karışmış, daha da kötüsü birbirimize tam da en çok ihtiyaç duyduğumuz bir zamanda “nefret” hepimizi esir almış, “teselli” hepimizden iyice uzaklaşmış durumda...
PSİKİYATR TAVSİYESİ (1)
Tansiyon tedavisine ne zaman başlanmalı?
Kan basıncı düşük olanlar daha az sağlık sorunu yaşıyor, orası kesin. Bu insanların ortalama yaşam süreleri daha uzun. Ama yüksek tansiyon sorunu yaşayan ve tedavi ile kan basıncını normal sınırlar içinde tutanların da yaşam süresi uzuyor.
Eğer tekrarlanan ölçümlerde kan basıncınız 140/90 mm/Hg’nin üzerinde bulunduysa öncelikle stres yoğunluğu, kilo fazlalığı, aşırı tuz tüketimi, uykusuzluk, aşırı alkol kullanımı gibi sorunları bertaraf etmelisiniz.
Bu önlemler yeterli olmazsa ve doktorunuz erken başlanan tedavinin hipertansiyona bağlı kalp krizi, felç, böbrek yetmezliğinden sizi koruyabileceğini düşünüyorsa ilaç kullanmaya başlayabilirsiniz. Tedavinin amacı ve hedefi kan basıncını mümkünse 130/80 mm/Hg’nin altında tutmaktır. Bu rakam, özellikle böbrek yetmezliği veya kan şekeri yüksekliği olanlarda tutturulmaya çalışılmalıdır.
En doğru kararı yaşınıza, genetik mirasınıza, mesleğinize ve genel sağlık durumunuza bakarak hangi ilacın kullanılacağını, kullanım zamanı ve dozlarını ayarlayacak olan doktorunuz verecektir.
Özellikle ailesinde hipertansiyon sıklığı fazla, kalp krizi, felç riski yüksek olanların yaşam tarzlarını gözden geçirmeleri ve yanlış alışkanlıklarını birer birer terk etmeleri şarttır.
Farklı LDL tiplerini ne zaman ölçtürmek gerek?